15 Şubat 2010 Pazartesi

MARMARA’NIN HAFIZASI

Gece yüzen bir kent gibi ışıldayan Prens adalarının aksine, ne Sivri ne de
Yassıada’yı karanlıkta kolay kolay seçemezsiniz. Güneş batınca yalnızlığın ağırlığıyla her ikisi de sanki Marmara’nın sularında gözden kaybolurlar. Dalış yapmak ya da kafa dinlemek için gelen günübirlik Robensonlar’a rağmen, bugün de geçmişte olduğu kadar yalnız ve ıssızdırlar. Adaları kâğıt üzerinde sahiplenmekle “ada insanı” olmak aynı şey değil. “Adalı” olmak için sabırlı olmak, adaya zaman tanımak gerekiyor. Anakaradaki inşaatlarımız için tırtıkladığımız Sivriada, yıllardır derin bir sessizliğe gömülmüş durumda. Taşocağından kalma limanın hatırına gelenler dışında, Sivriada’nın gerçek hakimleri kertenkeleler ve martılar.

İnsansız kalmış olmanın her şeye rağmen iyi yanları da var. Dönem dönem sınırlı bir insan kalabalığını ağırlamış olan adaların uzun süreli yalnızlıkları kuzey Marmara’da eşine az rastlanan bir yaşam bahçesinin şekillenmesine
izin verdi. Adaları saran kasvet derinlerdeki bahçede gücünü yitiriyor.
Issız kayalıklardaki her dalışımda “Tanrı buraları boş bir vaktinde yaratmış olmalı…” diye geçer içimden. Taşların üzerine özenle sürdüğü her renkten belli ki çok keyif almış. Dipteki sertliği yaşamla yumuşatırken harcadığı çabada aceleden eser yok. İlk metrelerdeki bulanık sular ve yeşil yosun örtüsü, derinlerdeki renkli dünyayı haketmeyen gözlerden saklayan bir aldatmacadır sadece. Yıllar yılı öldü gözüyle bakılan Marmara’nın derinlerinde, yaşama karşı en vurdumduymaz, en hoyrat davranan insanı bile
baştan çıkarabilecek bir renk cümbüşü gizlenmiştir.
Burası Tanrı’nın yaşama adadığı saklı bir bahçedir; kelimenin tam anlamıyla bir ‘biyolojik zenginlik’ kaynağıdır İstanbul’un yanıbaşında. Adalar denizini gökkuşağının renkleriyle buluşturan bu bahçe, Marmara Denizi’nde yaşayan bitki ve hayvan türlerinin değim yerindeyse ‘hafızası’dır. İçdenizin diğer kıyılarında artık yaşamayan canlıları hatırlamamızı sağlayan bu hafızanın silinmemesi için, acaba gereken özeni gösteriyor muyuz?

12 Şubat 2010 Cuma

GECENİN RENKLERİ

Hafif hafif yağan sulu karın altında malzemelerimizi hazırlarken, çevremizdeki şaşkın kalabalığa aldırmamaya çalışıyorduk. Bu üşümüş kalabalığın üzerimize doğrulttuğu anlamazlık dolu bakışların sebebi, sıcak yataklarımızda uyumak yerine, gece yarısına beş kala buz gibi denize girecek olmamızdı. Fenerbahçe Parkı’nın girişindeki otoparkta sabahları yer bulamazdınız, ama gecenin karanlığında hızla boşalmıştı. Sıcaklığı şişelerde arayan birkaç gece kuşu yavaşça yanımıza yaklaştı. Belli ki dalış malzemeleri dikkatlerini çekmişti. Derken biri dayanamadı ve sordu: “Abi gecenin bu vakti buz gibi suya hakkaten girecek misiniz?”

Gece dalışları oldum olası beni büyülemiştir. Gece denizi… Sessiz ve ışıksız bir dünyadır. Ben bu dünyanın tutkunuyum. İnsanlardan uzak kalmayı seven doğam, en çok bu dünyada rahat ediyor. Fakat gece dalmayı sevmemin sebebi sadece insanlardan uzak kalma isteğim değil. Deniz yaşamı gece daha sakin, canlılara yaklaşmak, onları incelemek daha kolay. Gündüz kolayca yaklaşamadığınız hemen her canlıya, sular kararınca kolayca sokulabilirsiniz. Yeter ki ürkütmeden yaklaşmayı bilin bu uyuyan yaşamlara.

“Aman dikkat et, içliğin kumaşı sakın fermuara takılmasın!”

Yaz dalışlarında giydiğim ıslak elbisenin aksine bu gece özel bir dalış elbisesi var üzerimde. Kuru elbise sıradan bir dalış elbisesi değil. Göğüs kısmındaki bir bağlantıdan içine hava basılabilen bu elbisenin, eğer deliği ya da yırtığı yoksa, kol ve boyun kısımlarındaki izolasyon parçaları da sağlamsa, içine asla su girmez. Elbisenin altına giyilen özel mikro elyaflı termal içlik ısı yalıtımını daha da artırır. Sırttaki su geçirmez özel fermuar ise kuru elbisenin yumuşak karnı. Dikkatlice kapatılmaması halinde fermuardan sızacak su, ölümcül hipotermi şokuna sebep olabilir.

Aldığımız bütün önlemlere rağmen suyun soğukluğu yinede hissediliyor. “Fermuarı düzgün çektin di mi?” Burak bıkkın bir ifadeyle bakıyor yüzüme. Haklı da; Şubat denizine ıslak elbiseyle girdiği halde gıkı çıkmadı, bense söylenip duruyorum. Termometrenin gösterdiği rakam, tımarhaneye yatırılmamız için geçerli bir sebep olabilir: “4°C.” Buz tutsam mı tutmasam mı kararsızlığındaki bir denizle aramda sadece 7 milimetre kalınlığında bir neopren tabakası var. Dalış elbisesi üretiminde kullanılan bu özel kauçuk, sıcakla soğuk, kuruyla ıslak, yaşamla donarak ölmek arasındaki sınırı çiziyor bu gece.

Suyun altında boyutları belli olmayan bir karanlık sarmıştı çevremizi. Gecenin içinde gizlenen yaşamların şeffaf gölgeleri ara sıra bu mutlak siyahlığı aralıyordu. Fenerin ışığıyla bir an parlayan ve sonra yeniden gecenin görünmezliğinde kaybolan yaşamlar… Sudaki karanlığı hissedebilmek için fenerimi kapatıyorum. Islak, sessiz, renksiz bir karanlıkta ilerlerken çevremiz yakamozlanıyor. Dinoflagellata denilen bir tür tek hücreli deniz canlısının yaydığı ışıktan kaynaklanan yakamoz, hücrenin geceye verdiği tepki, bir tür yaşayan ışık aslında.

Fenerbahçe koyu sıradan bir kıyı. Denizle kuşatılmış olmasına rağmen, denizine sırtını dönmüş bir kentin savurup attığı, kendine ait olmayan ne varsa kabul etmek, sineye çekmek zorunda kalmış boynu bükük bir denizin kıyısı. Parkın sahil dolgusu için yerleştirilen kaya blokları yosunla kaplanınca oluşan labirentin her köşesinde farklı bir balık yuvalanmış bu gece. Karanlığa güvenmeyenler labirentin derin kuytularına sığınmışlar; daha cesur olanlar labirenti saran yosun örtüsünün katları arasında bir görünüp bir kayboluyorlar. Kayabalıkları, iskorpitler, tek tük karagöz, ispari, lapinler, gelincikler, tiryaki balıkları, tek tük levrek, kırlangıç ve eşkina… Kayabalığının kırmızı ağzı, iskorpitin kahverengi kırçıllı dikenleri, kiklanın mavi beyaz benekleri, kırlangıcın mavi bir yelpazeyi andıran kanatları; fenerin parlak ışığında menevişlenen gecenin renkleri…

Bu gelip geçici bir bereket mi? Yoksa gecenin renkleri her zaman bu kadar zengin mi?

Zıpkıncı bir arkadaşımın sözleri geliyor aklıma; “levrek hariç öbür balıkların hepsini her zaman görebilirsin. Ama buralar asıl kış lodoslarından sonra levrek yapar.” Ağırlıkları on kiloya kadar çıkan iri kıyım levreklerin, kış boyunca bu kıyılarda dolaştıklarına insanın inanası gelmiyor. Her dalıştan sonra gecenin renklerini kime anlatsam, yüzüme aynı kuşkuyla, şaşkınlıkla, önyargıyla bakar. Marmara’yı zihinlerimize ölü bir deniz olarak yerleştiren, yüzümüzü başka denizlere çevirmemize neden olan da aynı önyargı değil mi?

Gecenin ilerleyen saatlerinde dipte bir gölge kanat çırpıyor. Kanatların kenarları hafif hafif dalgalanırken, gölge dipte kayarak ilerliyor ve biraz ileride yeniden kendini kumun üzerine bırakıyor. Kestane rengi yamyassı bir gövdeden iki iri yumru gibi çıkmış patlak gözler, karanlığı yırtan ışıklarımızla parlıyor. Uzun zamandır vatoz görmemiştim. Hidrodinamik biçimleriyle modern uçaklara ilham veren vatozlar, yüzerken sanki hiç güç harcamıyorlar. Sırtındaki beyaz beneklere, koyu kahverengi, dalgalı çizgilerin eşlik ettiği bu ilginç balık, biraz kaplan biraz leopar gibi görünüyor. Sakin görüntüsüne rağmen vatoz Fenerbahçe koyunda yaşayan yırtıcılar arasında. Küçük balıklardan bıktığı zaman, yosunların arasında karides peşine düşen vatozu, geniş gövdesinden çıkan ince uzun kuyruğuyla yüzen bir tavaya benzetebilirsiniz.

Yeşil yosunların üzerindeki irili ufaklı, rengarenk deniz salyangozları, fenerin güçlü ışığıyla yılbaşı çamındaki süsler gibi parlıyor. Poseidon bu geceyi unutulmaz kılmak için, en güzel renklerini bizimle cömertçe paylaşmış. Kent yaşamına kurban ettiğimiz Marmara’dan arta kalanlar neyse ki deniz salyangozlarıyla sınırlı değil. Özellikle büyük kentlerin yakınında kıyı yaşamı derin sulara kıyasla daha fakir bir çeşitlilik sergilese de, Marmara’nın kendine özgü canlılara ev sahipliği yaptığını gözardı etmemeliyiz. Yıllardır canlısını görmediğim tarak midyelerinin yanı sıra, temiz ya da temizlenmekte olan suların göstergesi maya yengeci de, Fenerbahçe’deki gece dalışının sürprizleri arasında. Yaşanan tüm ekolojik yıkıma rağmen, bu kıyılarda hayatta kalmayı başarmış olanlar var.

Şafak sökerken bitmek üzere olan tüplerimizden birer nefes çekip yüzeye çıkıyoruz. Gece boyunca çevremizde dolaşan balıklar, günün ilk ışıklarıyla korunaklı kuytulara çekildiler. Acaba İstanbul’da kaç kişi güne böyle başlıyor? İstanbul’un iki yakasıyla arası denizle kuşatılmış. Gözden uzak derinliklerde hiç görmediğiniz renkler var. Aheste aheste kıyıya yüzerken Burak hevesle “yine gelelim diyor.” Olur, geliriz… Soğuktan uyuşmuş ellerimle üzerimdeki donanımdan kurtulmaya çalışırken bizim gece kuşları yine yaklaşıyor. Belli ki şişedeki ateşle iyice ısınmışlar; konuşurken kelimeler ağızlarından patinaj yaparak çıkıyor.

-Ee, hajine nerde?
-Ne hazinesi?
-Şij hajine çıkarmak için dalmadınız mı?
-…

Aslında dipte öyle bir hazine var ki! Ama ne altın, ne de mücevher; rengarenk, pırıl pırıl bir yaşam hazinesi. Çoğunuzun varlığından bile haberdar olmadığı, bize rağmen hayatta kalmaya çalışan canlılarla dolu bir hazine. Marmara bir kez daha karşılık beklemeden diriliyor. Fakat içdeniz bu dirilişi daha kaç defa tekrar edebilir? İşte orası meçhul.

10 Şubat 2010 Çarşamba

TEDİRGİN YAŞAMLAR

Sadullah Ayaşlı’nın 1937 yılında Cumhuriyet Matbaası tarafından yayımlanan Boğaziçi Balıkları adlı eseri, İstanbul kıyılarının bir zamanlar kelimenin tam anlamıyla bir balık cenneti olduğunu hatırlatan betimlemelerle dolup taşar. Ayaşlı’nın kaleme aldığı her sayfa, rengârenk, kıpır kıpır, irili ufaklı balıklarla dolu geçmişe açılan birer penceredir. Bir zamanlar İstanbul kıyılarının balık kaynadığını görürsünüz bu pencerelerden baktığınızda. Kulağına kar suyu kaçmış kırgın palamutlarının kıyılara vurduğu, orkinoz peşinde koşan oltacıların yakaladıkları büyük beyazları seyirlik canavarlar olarak panayır çadırlarında halka teşhir ettikleri, buram buram balık kokan geçmişin öyküleri bugün bizlere masal gibi gelse de, bir zamanlar hemen her kış yaşanan sıradan olaylardı. Fakat, kıyılarını ıslatan denizle dost olmayı bir türlü beceremeyen karadaki İstanbullular, denizdeki hemşehrilerinin yaşama hakkını hiçe saydıkça, geçmişin sayfalarını dolduran balıklar birer ikişer uzaklaştılar kentin kıyılarından. İstanbul’un dillere destan balık bolluğu artık o kadar geride kaldı ki…

Her gün milyonlarca insanın atıklarını kabullenmek zorunda olan bir denizde hayatta kalmaya çalışmak çok zorlu bir yaşam mücadelesi olmalı. Gelişme uğruna deniz yaşamının gözden çıkarıldığı her kıyı kentinin yakınında bu zorlayıcı yaşam mücadelesi görülebilir. Kaçabilenlerin zaman kaybetmeden kaçtıkları, geride kalanların alışkın oldukları koşullara yabancı bir dünyaya ayak uydurmaya zorlandıkları bu yeni yaşantı, insanın kendi çıkarları uğruna sualtı yaşamına ödettiği acı bir bedel. Boğaziçi ve Marmara’nın boğaz önü sularında yaşayan balıklara, İstanbul’un balıklarına bugüne kadar ödettiğimiz bedelse belki de en ağır olanıydı. Şehir büyüdükçe balıkların ödemek zorunda kaldıkları fatura daha da kabardı.
Deniz tabanına yerleşen tutunucu canlıların aksine balıklar, çevrelerinde meydana gelen değişimlere hızla tepki verirler. Bu nedenle bir bölgedeki balık bolluğu, deniz kirliliğinin bölge üzerindeki etkisini ortaya koyan duyarlı bir değişken ya da gösterge olarak kullanılabilir. Balıkların deniz kirliliğine karşı verdikleri hızlı tepki, daima kaçma ya da uzaklaşma şeklinde gelişmez. Bölge kirlendikçe bazı balık türleri burayı terkederken, diğer bazıları aynı bölgede kalmayı tercih ederler. Deniz suyunun kimyasal özellikleri, dip yapısı, zemin kalitesi, ayrıca av organizmalarının çeşitliliği gibi ortam koşulları insan etkisiyle sil baştan şekillenirken, ortaya çıkan yeni koşullara uyum sağlayabilen balıklar kirlenen bölgede kalabilir ve giderek kalabalıklaşabilirler.

Çoğumuz eti kokuyor diye kefal balığını yemeyi sevmeyiz. Ancak kefalin kokmasına neyin yol açtığını derinlemesine düşünenlerimizin sayısı yok denecek kadar az. Normalde eti beyaz ve çok lezzetli olan kefalden yayılan ağır kokuya, evlerde, fabrikalarda, hatta boğazdan geçen gemilerde başlayan bir kirletme süreci yol açıyor. Yüzbinlerce evin kanalizasyonu… Sanayi atıkları… Gemilerden boşaltılan sintine… Hepsi biraraya geldiğinde ortaya nasıl bir çamur deryası çıktığını hayal etmek zor değil. Zamanla deniz tabanını bütün cıvıklığıyla kaplayan balçık tabakası bir kurbağayı bile tiksindirecek kadar iğrenç. Dip organizmalarıyla beslenen kefal balığı, çoğunlukla kurtçuklar ve küçük kabuklulardan oluşan avlarını yakalarken azar azar çamur da yutar. Dipteki temiz çamuru kirleten zehirli kokteyl zamanla kefalin dokularına işleyerek onun doğal kokusunu yok eder ve geride bozuk balığı aratmayan bir koku bırakır. Kefalin kokusunu da tadını da bozan bizim yarattığımız kirlilik! Gelecek sefer “kefal iğrenç kokar…” demeden önce, lütfen buna neyin sebep olduğunu da düşünün.
Marmara balıkları eski görkemlerinden çok şey yitirmiş olsalar da, çoğumuzun önemsemediği bu sularda hâlâ inatla yaşamaya çalışanlar var. Derinlerin aldatıcı ıssızlığında kocaman açılmış yüzlerce gözün her hareketimi pür dikkat izlediğini bilmek beni sevindiriyor. Gelecek dalışınızda bu gözlerin içine bakmayı, belirsiz bir geleceğin tedirginliğiyle karışmış yaşam parıltısını görmeyi deneyin. Sırf bu parıltıyı korumak için bile olsa çaba harcamaya değer.