Bu sabah kıyıda dalmak için hazırlanırken eski günler geldi gözümün önüne. Dalmayı öğrenmeye çalıştığım, deniz salyangozlarının peşine düştüğüm nargile günleri, farklı bir teknede başka bir dalgıcın gerçeğiydi Boğaz kıyısında bu sabah. Deniz insanı olma yolunda palet vurmaya başladığım çıraklık günlerim, yine bir nargile teknesi olan Kenan Şeker’de geçmişti. 23 yıl önce deniz salyangozu toplayan benle bu sabah midye toplayan dalgıç arasındaki ter fark zaman farkıydı. Kullandığı iptidai malzemeler bile, zamanında benim kullanmış olduklarımla benzerdi. Uzunca bir hortum, ucunda muhtemelen ucuz yollu bir regülatörün ikinci kademesi. Acil durumda güvenli çıkış yapmayı sağlayan tüp yine yok...
Nargilecilerin giysileri neden hep simsiyahtır? Neden renkli dalgıç elbisesi kullanmazlar? Kenan Şeker’de çoğunlukla Technisub’ın 7 mm neoprenden Alaska modeli elbiseleri kullanılırdı. Açık ve koyu mavi 6.5 mm JWL elbisemle bendeniz, nargileciler aleminde nadiren bulunmuş renkli kişiliklerdendim. Suya girmeye hazırlanan midyeci de geleneği bozmamıştı siyah dalgıç elbisesiyle.
Boğazda denizle karanın sınırını çizen sahil duvarları neden genellikle çıplaktır, bilir misiniz?
Siyahlar giymiş dalgıcımız bir süre küpeştede oturdu, sade donanımını şöyle bir kontrol etti. Hoş, kontrol etmesini gerektiren çok fazla bir şey de yoktu üzerinde. Maskesini taktı, paletleri zaten ayağındaydı. Midyeleri doldurduğu, elincesi denilen kalın çamaşır ipinden örülmüş ağ torba (apoş), üst tarafı kesilmiş büyükçe bir bidona bağlanmıştı, kaldırma balonu hesabı...
Fazla oyalanmadan suya girdi, hızlı palet vuruşlarıyla kıyıya yöneldi. Dalmadan önce kendi usulüyle afilli bir okey işareti vermeyi de ihmal etmedi. Elindeki kocaman spatulayla sahil duvarına yapışmış midyeleri kazıdığını görebiliyordum. Çok derine inmemişti.Yüzeyin birkaç metre altındaydı. Ağ torbayı doldurması 15 dakikayı bulmamıştı. Önce mavi bidon suyun yüzeyinde belirdi, sonra tombik siyah bir gövde. Bu haliyle Kenan Şeker’deki ustam Adnan'ı hatırlattı bana.
Suda bunlar olup biterken kıyıda da hummalı bir çalışma vardı. Sabahın erken saatlerinden beri midye peşinde oldukları, kıyıda istiflenmiş çuvallardan belliydi. Üst üste yığılmış bir sürü çuval, tekneden kıyıya, sonra kamyonetin kasasına... Midyelerin son durağı, bir kaşık taratorla ya ekmek arasında ya da sırlı kaplaması çatlamış beyaz bir tabakta servis. Afiyet olsun. Sizin yediğiniz midye acaba hangi duvardan kazınmıştı?
***
Bir gün yeniden bu işlere döner miyim acaba? Boğazın denizci kültürüne yeniden dahil olma düşüncesi bile ağzımı sulandırmıyor değil. Fakat, yıllarca dalgayla fırtınayla boğuştuktan, dipte ekmek peşinde koştuktan sonra yeniden deniz insanı olmak zor geliyor. Yine de belli olmaz, hayat bu. Karaya attığı gibi tekrar denize de çağırabilir. Nargileciler alemine bir gün yeniden renk katmak... Neden olmasın?
19 Haziran 2011 Pazar
12 Haziran 2011 Pazar
BAKTIĞIN TREN DEĞİL, DENİZDİR...
İstanbul’da dalıp da dipte çöp görmemek mümkün mü? Konserve kutusundan gaz sobasına kadar çeşitlidir denizin dibinde unuttuklarımız. Farklı nedenlerden dolayı dalgaların altında yitip gitmişlerdir, kazara ya da bilerek. Kimi, anlık bir sinir krizi sırasında denizin dibini boylamıştır; mesela kızla erkek sahilde elele gezinirken, her nedense bir kavga patlak vermiştir mutlu çiftin arasında. Sonra alyanslar parmaklardan çıkarılmış ve denize atılmıştır. İskele yakınlarında dolanırken dipte gördüğüm cep telefonu cesetleri de, muhtemelen benzer nedenlerle kendilerini denizde bulmuşlardır. En pahalısından en ucuzuna ruhunu tuzlu suda teslim etmiş cep telefonları, ya karşılıksız bir aşkın kurbanıdırlar ya da bir alacak verecek kavgasının. Çöpleri de denize atılma nedenlerini de çoğaltmak mümkün.
Denizi hep sonsuz bir çöplük, dibi olmayan bir lağım çukuru olarak görmüşüz. Eskiden yaz mevsiminde Haliç’in üzerindeki köprülerden cam açık geçemezdiniz. Balgama dönüşmüş kahverengi suların leş gibi yapışkan kokusu, son sürat giderken bile insanın burnunu sızlatırdı. 20 yıl öncesine kıyasla şimdi mis gibi kokuyor ve o mis gibi koku bile ara sıra insanın içini kaldırabiliyor. İstanbul’un en bereketli voli avlaklarındandı Haliç, el birliğiyle kenefe çevirdik.
Umursamıyoruz denizi... Şüphesiz denizi seven, onu ve barındırdığı yaşamları korumak için çabalayanlar da var. Ancak, denizin toplum yaşantımızda öncelikli bir yere sahip olduğunu söylemek zor. Ticaret yolu, rakı balık mekânı, Emirgân’da çay, biraz da martılara simit... Haftasonu kap mangalla kankaları, istikamet adalar... Deniz, çoğumuz için ne yazık ki sadece bu kadar. Gece gündüz, yağmur kar demeden kıyıları mesken edinen oltacılar da olmasa trene bakmaktan pek farkı kalmayacak Boğaziçi izlenimlerimizin. Sözüm meclisten dışarı. Denizin kıyısında yaşayıp da onun önemini ve değerini kavrayamamış olanlaradır sitemim.
Deniz, onu korumak için, kirletmemek için göstermediğimiz çabayı, çöplerimizi sahiplenmek, onları yaşamın en güzel renkleriyle allayıp pullamak için hiç bıkmadan gösteriyor. Ayıbımızı kapatmak için elinden geleni fazlasıyla yapıyor. Hem de onu acımasızca hırpalamamıza, olanca hoyratlığımıza rağmen...
Dipsiz bir çöp kutusu olmadığını, yaşayan bir varlık olduğunu hatırlatıyor, sahiplenmek zorunda kaldığı çöplerimizin içine bazen bir balık, bazen bir karides yerleştirerek...
Biz batırdıkça o temizlemeye uğraşıyor. Yaramaz çocuklar gibiyiz, deniz ise döküntülerimizi bıkmadan toplayan bir anne gibi...
Nedense annelerimizin değerini hep onlar ölünce anlıyoruz.
Denizi hep sonsuz bir çöplük, dibi olmayan bir lağım çukuru olarak görmüşüz. Eskiden yaz mevsiminde Haliç’in üzerindeki köprülerden cam açık geçemezdiniz. Balgama dönüşmüş kahverengi suların leş gibi yapışkan kokusu, son sürat giderken bile insanın burnunu sızlatırdı. 20 yıl öncesine kıyasla şimdi mis gibi kokuyor ve o mis gibi koku bile ara sıra insanın içini kaldırabiliyor. İstanbul’un en bereketli voli avlaklarındandı Haliç, el birliğiyle kenefe çevirdik.
Umursamıyoruz denizi... Şüphesiz denizi seven, onu ve barındırdığı yaşamları korumak için çabalayanlar da var. Ancak, denizin toplum yaşantımızda öncelikli bir yere sahip olduğunu söylemek zor. Ticaret yolu, rakı balık mekânı, Emirgân’da çay, biraz da martılara simit... Haftasonu kap mangalla kankaları, istikamet adalar... Deniz, çoğumuz için ne yazık ki sadece bu kadar. Gece gündüz, yağmur kar demeden kıyıları mesken edinen oltacılar da olmasa trene bakmaktan pek farkı kalmayacak Boğaziçi izlenimlerimizin. Sözüm meclisten dışarı. Denizin kıyısında yaşayıp da onun önemini ve değerini kavrayamamış olanlaradır sitemim.
Deniz, onu korumak için, kirletmemek için göstermediğimiz çabayı, çöplerimizi sahiplenmek, onları yaşamın en güzel renkleriyle allayıp pullamak için hiç bıkmadan gösteriyor. Ayıbımızı kapatmak için elinden geleni fazlasıyla yapıyor. Hem de onu acımasızca hırpalamamıza, olanca hoyratlığımıza rağmen...
Dipsiz bir çöp kutusu olmadığını, yaşayan bir varlık olduğunu hatırlatıyor, sahiplenmek zorunda kaldığı çöplerimizin içine bazen bir balık, bazen bir karides yerleştirerek...
Biz batırdıkça o temizlemeye uğraşıyor. Yaramaz çocuklar gibiyiz, deniz ise döküntülerimizi bıkmadan toplayan bir anne gibi...
Nedense annelerimizin değerini hep onlar ölünce anlıyoruz.
5 Haziran 2011 Pazar
PAŞABAHÇE ÇOCUĞUYUM, İYİ BİLİRİM BURALARI...
Anılarımı süsleyen dalışlardan yazmamıştım uzun zamandır. Kaldığımız yerden devam...
***
Kenan Şeker’de çalıştığımı öğrendiğinde babamın ilk sorusu “teknede basınç odası var mı?” olmuştu. Basınç odasını kim kaybetmiş ki biz bulacağız demedim haliyle. Bizim emektarı öyle allayıp pullamıştım ki anlatırken, dinleyenler Cousteau’nun Calypso’suyla karıştırmış olabilirler. Neyse ki babam Kenan Şeker’i hiç görmedi. Yoksa nargile günlerim daha en başında bitebilirdi.
Su Ürünleri Fakültesi’ndeki dördüncü yarıyılım 89 baharında başlamıştı. İkinci sınıfın ikinci yarı yılı fakültenin en kazık dönemlerinden biridir. Ders kaçırdın mı kitabı yalayıp yutsan nafile, çakarsın. Ama ne çakış! İşte böyle kritik bir zamanda dalış sevdasıyla okulu iyice asmaya başlamıştım. Kenan Şeker’in Beykoz’dan palamar çözüp, artık hayatımızın bir parçası olan salyangoz seferlerinden birine biz olmadan çıkmasıyla, dönem kaybetme tehlikesinden kıl payı sıyırdık. Bir gün babacan bir tavırla sormuştu Adnan: “aslanım hocalarınız laf etmiyor mu ikide bir tekneye gelmenize?” Yoo, bilmedikleri bir şeye niye laf etsinler ki... Başladık dil dökmeye: “Olur mu öyle şey Adnan abi; nöbetleşe geliyoruz... Derslerde işlenen konuları birbirimize aktarıyoruz, notlarımızı paylaşıyoruz...”
Ne söylediysek yutmadı Adnan. Nargile sefasının son zamanlarında topu topu iki kişi kalmıştık zaten; bir ben, bir de Recep. Yapışık ikizler gibi aynı zamanda geliyorduk tekneye; salyangoz avına aynı zamanda çıkıyorduk. Devamsızlık denizinde boğulmamıza az kalmıştı. Baktı ki durum kötüye gidiyor, Adnan müdahale etmekte gecikmedi: “Anladık denizi seviyorsunuz, amma bu böyle olmaz çocuklar...” diye başladığı köprüüstü nasihatleri yarım saatten fazla sürmüştü. Sözünü bitirdiğinde, Kenan Şeker’de uzunca bir süre dalış yapamayacağımız gün gibi ortadaydı. Bizi istemediklerinden değil, hakikaten iyiliğimizi düşünüyorlardı. Öyle yufka yürekli biri değildi, fakat “evlat, bu işin sonu belli değil; okuyun adam olun, gene dalarsınız, deniz kaçmıyor...” derken gözleri dolmuştu.
İnsan boğazın dibinde ne görmeyi umar ki? Bugünlerde dalışa yeni başlayanlara baktığımda, bu soru daha da manidar bir hal alıyor. Bırakın boğazı, dalışı Marmara’da öğrenenlerin, en azından öğrenmeye heves edenilerin bile sayısı parmakla gösterilecek kadar azaldı. Benim gibi birkaç kılıçartığı dışında, bulanık yeşil suları seven yok artık. Oysa o bulanık örtünün derinlerinde, İstanbul’un kaleme alınmamış tarihi var. Çakal Limanı’ndaki mania tellerini ve taş çapaları; Beykoz koyunun dibinde mezar taşı gibi dikilen çeşit çeşit sobaları; Aşiyan taşlarında saklanan gelincikleri; İstanbul’un sıra dışı gece yaşamına renk katan kırlangıçları, benekli vatozları kaç kişi gördü acaba? Batıklardan bahsetmiyorum bile... İrili ufaklı nice kurbanlar aldı boğazın akıntılı suları. Koyun Gemisi, Ortaköy batığı ve daha neler neler... Boğaza uğrayan her gemi kendi öyküsünü de getirdi bu çılgın sulara. Benim için İstanbul’da dalmak, ıslak metropolün derinlerinde yatan günyüzü görmemiş öykülere şahit olmakla eşdeğer; her dalışta ayrı bir öykü dinlediğim çok olmuştur.
Tekneden voltamızı alınca kendimize yeni bir yer aramaya başlamakta gecikmedik. O günlerde ne tüpüm vardı ne de regülatörüm; denge yeleği hak getire... Okuldaki malzemeyi ödünç almanın lafı bile edilemez... Bir gün Receple, Paşabahçe’de bir lokantada eti az patatesi bol haşlama yerken, Seyir Hidrografi’nin 2921 numaralı boğaz haritasından dalışa uygun olabilecek yerleri belirlemeye çalışıyorduk. Lokantanın cılız garsonu önce bizi görmezden geldi, ama yanımızdan her geçişinde göz ucuyla haritaya bakmayı da ihmal etmedi. Akşam vakti lokantada bizim dışımızda çok müşteri yoktu. Derken, garson damdan düşer gibi gelip masaya oturdu ve başladı anlatmaya: “Paşabahçe çocuğuyum, iyi bilirim buraları; aradığınız neyse söyleyin, yardımcı olurum.” Recep’le bir an aval aval bakıştık; söylesek mi söylemesek mi? Dalgıçlıkta bir yılı daha yeni geride bırakmıştık, anlayacağınız tazeydik, ama yaş tahtaya basmayacak kadar da öğrenmiştik ortamı. Neyse ki suskunluğumuz işe yaradı ve sabırsız garson daha biz sormadan baklayı çıkardı ağzından. Başladı anlatmaya, haritaya işaret koymaya: “Beykoz koyunun ilerisinde Fil burnu var, orası iyidir dalmak için...” Fil burnu, varan bir... “Sonra karşı tarafta Garipçe var; Kavaklar çok akar...” Garipçe’yi zaten biliyoruz; Kavakları es geçiyoruz... Ee, Paşabahçe çocuğu bu kadar mı? Hani bu sular senden sorulurdu...
Paşabahçeli Yeniköy’den Aşiyan’a, Bebek’ten Kuruçeşme’ye, Karantina koyundan Burunbahçe’ye kadar bi’dünya yer saydı, ben de hepsini kaydettim. Vakit buldukça her kerterizi kıyıdan kontrol ettik. Sakin yer aradığımızı üstüne basa basa söylemiş olsak da, inadına akıntının en kudurgan olduğu yerleri söylemişti. Tedbirli davranıp, o günkü tecrübesizliğimle akıntıya bodoslama dalmamakla ne kadar iyi ettiğimi zamanla gördüm. Boyumuzdan büyük işlere girişmeden önce bir süre daha rapanacılığa devam ettik, piştik adam akıllı.
Hazır lafı açılmışken, size biraz deniz salyangozundan ve rapanacılıktan bahsetmek istiyorum. Özellikle Fransız mutfağında bolca tüketilen deniz salyangozu ya da rapana salyangozu, 20 hatta 25 cm’ye kadar çıkabilen kabuğuyla, sularımızda rastlayabileceğiniz en büyük deniz salyangozu türlerinden biridir. Triton ve dolyumdan sonra büyüklük bakımından üçüncü sırada gelir diyebilirim. Bilimsel adı Rapana venosa’dır ve dalgıçlar arasında yaygın olarak kullanılan adı “rapana” salyangozu buradan gelir. Yıllardır devam eden avcılık sonucu rapana salyangozları da giderek küçüldüler. Bugünlerde 25 santimlik rapana bulmak kolay değil.
Toplanan rapanaları Rumeli Feneri’nde işleme tesisi bulunan bir şirket alırdı çoğunlukla. Hâlâ faaliyette mi bilmiyorum ama 20 sene önce sıkı iş yapardı fenerdeki fabrika. Salyangozlar çelik kazanlara konur, sıcak buhar verilir ve nihayet ayıklayıcı kadınlar haşlanmış rapana etini kabuktan çıkarırlardı. Bir zamanlar fenerden kamyonlar dolusu işlenmiş rapana eti giderdi Avrupa ülkelerine.
Rapanacılık zor iştir, eziyetlidir; evden, eşten, hayattan kopmak demektir kimi zaman. Ancak hayat olarak benimseyebilenler yapabilir bu işi, bir de bulanık sulara gönülden bağlananlar. Rapana topladığımız yerlerde ne inci vardı ne de mercan. Geçenlerde bir arkadaşla Burgazada’nın arkasına dalışa gittik yine bir nargile teknesiyle. Kaptan köşkünün dışına yapıştırılmış bir çıkartma hemen dikkatimi çekti. Kızkulesi ve onun altında derinlere giden bir nargile dalgıcı ile peşi sıra uzayan hortumu resmedilmişti çıkartmada. Islak metropolün nargilecileri (ya da rapanacıları) birleşip bir dernek kurmuşlar: “İstanbul Deniz Salyangozu Dalgıçları Dayanışma Derneği”. Kızkulesi’nin görüntüsü bugüne kadar bir sürü yerde kullanıldı kullanılmasına, ama bence en çok derneğin amblemine yakışmış. Islak metropolün bulanık sularına beslenen sevgiyi bu amblem çok güzel yansıtıyor.
***
Kenan Şeker’de çalıştığımı öğrendiğinde babamın ilk sorusu “teknede basınç odası var mı?” olmuştu. Basınç odasını kim kaybetmiş ki biz bulacağız demedim haliyle. Bizim emektarı öyle allayıp pullamıştım ki anlatırken, dinleyenler Cousteau’nun Calypso’suyla karıştırmış olabilirler. Neyse ki babam Kenan Şeker’i hiç görmedi. Yoksa nargile günlerim daha en başında bitebilirdi.
Su Ürünleri Fakültesi’ndeki dördüncü yarıyılım 89 baharında başlamıştı. İkinci sınıfın ikinci yarı yılı fakültenin en kazık dönemlerinden biridir. Ders kaçırdın mı kitabı yalayıp yutsan nafile, çakarsın. Ama ne çakış! İşte böyle kritik bir zamanda dalış sevdasıyla okulu iyice asmaya başlamıştım. Kenan Şeker’in Beykoz’dan palamar çözüp, artık hayatımızın bir parçası olan salyangoz seferlerinden birine biz olmadan çıkmasıyla, dönem kaybetme tehlikesinden kıl payı sıyırdık. Bir gün babacan bir tavırla sormuştu Adnan: “aslanım hocalarınız laf etmiyor mu ikide bir tekneye gelmenize?” Yoo, bilmedikleri bir şeye niye laf etsinler ki... Başladık dil dökmeye: “Olur mu öyle şey Adnan abi; nöbetleşe geliyoruz... Derslerde işlenen konuları birbirimize aktarıyoruz, notlarımızı paylaşıyoruz...”
Ne söylediysek yutmadı Adnan. Nargile sefasının son zamanlarında topu topu iki kişi kalmıştık zaten; bir ben, bir de Recep. Yapışık ikizler gibi aynı zamanda geliyorduk tekneye; salyangoz avına aynı zamanda çıkıyorduk. Devamsızlık denizinde boğulmamıza az kalmıştı. Baktı ki durum kötüye gidiyor, Adnan müdahale etmekte gecikmedi: “Anladık denizi seviyorsunuz, amma bu böyle olmaz çocuklar...” diye başladığı köprüüstü nasihatleri yarım saatten fazla sürmüştü. Sözünü bitirdiğinde, Kenan Şeker’de uzunca bir süre dalış yapamayacağımız gün gibi ortadaydı. Bizi istemediklerinden değil, hakikaten iyiliğimizi düşünüyorlardı. Öyle yufka yürekli biri değildi, fakat “evlat, bu işin sonu belli değil; okuyun adam olun, gene dalarsınız, deniz kaçmıyor...” derken gözleri dolmuştu.
İnsan boğazın dibinde ne görmeyi umar ki? Bugünlerde dalışa yeni başlayanlara baktığımda, bu soru daha da manidar bir hal alıyor. Bırakın boğazı, dalışı Marmara’da öğrenenlerin, en azından öğrenmeye heves edenilerin bile sayısı parmakla gösterilecek kadar azaldı. Benim gibi birkaç kılıçartığı dışında, bulanık yeşil suları seven yok artık. Oysa o bulanık örtünün derinlerinde, İstanbul’un kaleme alınmamış tarihi var. Çakal Limanı’ndaki mania tellerini ve taş çapaları; Beykoz koyunun dibinde mezar taşı gibi dikilen çeşit çeşit sobaları; Aşiyan taşlarında saklanan gelincikleri; İstanbul’un sıra dışı gece yaşamına renk katan kırlangıçları, benekli vatozları kaç kişi gördü acaba? Batıklardan bahsetmiyorum bile... İrili ufaklı nice kurbanlar aldı boğazın akıntılı suları. Koyun Gemisi, Ortaköy batığı ve daha neler neler... Boğaza uğrayan her gemi kendi öyküsünü de getirdi bu çılgın sulara. Benim için İstanbul’da dalmak, ıslak metropolün derinlerinde yatan günyüzü görmemiş öykülere şahit olmakla eşdeğer; her dalışta ayrı bir öykü dinlediğim çok olmuştur.
Tekneden voltamızı alınca kendimize yeni bir yer aramaya başlamakta gecikmedik. O günlerde ne tüpüm vardı ne de regülatörüm; denge yeleği hak getire... Okuldaki malzemeyi ödünç almanın lafı bile edilemez... Bir gün Receple, Paşabahçe’de bir lokantada eti az patatesi bol haşlama yerken, Seyir Hidrografi’nin 2921 numaralı boğaz haritasından dalışa uygun olabilecek yerleri belirlemeye çalışıyorduk. Lokantanın cılız garsonu önce bizi görmezden geldi, ama yanımızdan her geçişinde göz ucuyla haritaya bakmayı da ihmal etmedi. Akşam vakti lokantada bizim dışımızda çok müşteri yoktu. Derken, garson damdan düşer gibi gelip masaya oturdu ve başladı anlatmaya: “Paşabahçe çocuğuyum, iyi bilirim buraları; aradığınız neyse söyleyin, yardımcı olurum.” Recep’le bir an aval aval bakıştık; söylesek mi söylemesek mi? Dalgıçlıkta bir yılı daha yeni geride bırakmıştık, anlayacağınız tazeydik, ama yaş tahtaya basmayacak kadar da öğrenmiştik ortamı. Neyse ki suskunluğumuz işe yaradı ve sabırsız garson daha biz sormadan baklayı çıkardı ağzından. Başladı anlatmaya, haritaya işaret koymaya: “Beykoz koyunun ilerisinde Fil burnu var, orası iyidir dalmak için...” Fil burnu, varan bir... “Sonra karşı tarafta Garipçe var; Kavaklar çok akar...” Garipçe’yi zaten biliyoruz; Kavakları es geçiyoruz... Ee, Paşabahçe çocuğu bu kadar mı? Hani bu sular senden sorulurdu...
Paşabahçeli Yeniköy’den Aşiyan’a, Bebek’ten Kuruçeşme’ye, Karantina koyundan Burunbahçe’ye kadar bi’dünya yer saydı, ben de hepsini kaydettim. Vakit buldukça her kerterizi kıyıdan kontrol ettik. Sakin yer aradığımızı üstüne basa basa söylemiş olsak da, inadına akıntının en kudurgan olduğu yerleri söylemişti. Tedbirli davranıp, o günkü tecrübesizliğimle akıntıya bodoslama dalmamakla ne kadar iyi ettiğimi zamanla gördüm. Boyumuzdan büyük işlere girişmeden önce bir süre daha rapanacılığa devam ettik, piştik adam akıllı.
Hazır lafı açılmışken, size biraz deniz salyangozundan ve rapanacılıktan bahsetmek istiyorum. Özellikle Fransız mutfağında bolca tüketilen deniz salyangozu ya da rapana salyangozu, 20 hatta 25 cm’ye kadar çıkabilen kabuğuyla, sularımızda rastlayabileceğiniz en büyük deniz salyangozu türlerinden biridir. Triton ve dolyumdan sonra büyüklük bakımından üçüncü sırada gelir diyebilirim. Bilimsel adı Rapana venosa’dır ve dalgıçlar arasında yaygın olarak kullanılan adı “rapana” salyangozu buradan gelir. Yıllardır devam eden avcılık sonucu rapana salyangozları da giderek küçüldüler. Bugünlerde 25 santimlik rapana bulmak kolay değil.
Toplanan rapanaları Rumeli Feneri’nde işleme tesisi bulunan bir şirket alırdı çoğunlukla. Hâlâ faaliyette mi bilmiyorum ama 20 sene önce sıkı iş yapardı fenerdeki fabrika. Salyangozlar çelik kazanlara konur, sıcak buhar verilir ve nihayet ayıklayıcı kadınlar haşlanmış rapana etini kabuktan çıkarırlardı. Bir zamanlar fenerden kamyonlar dolusu işlenmiş rapana eti giderdi Avrupa ülkelerine.
Rapanacılık zor iştir, eziyetlidir; evden, eşten, hayattan kopmak demektir kimi zaman. Ancak hayat olarak benimseyebilenler yapabilir bu işi, bir de bulanık sulara gönülden bağlananlar. Rapana topladığımız yerlerde ne inci vardı ne de mercan. Geçenlerde bir arkadaşla Burgazada’nın arkasına dalışa gittik yine bir nargile teknesiyle. Kaptan köşkünün dışına yapıştırılmış bir çıkartma hemen dikkatimi çekti. Kızkulesi ve onun altında derinlere giden bir nargile dalgıcı ile peşi sıra uzayan hortumu resmedilmişti çıkartmada. Islak metropolün nargilecileri (ya da rapanacıları) birleşip bir dernek kurmuşlar: “İstanbul Deniz Salyangozu Dalgıçları Dayanışma Derneği”. Kızkulesi’nin görüntüsü bugüne kadar bir sürü yerde kullanıldı kullanılmasına, ama bence en çok derneğin amblemine yakışmış. Islak metropolün bulanık sularına beslenen sevgiyi bu amblem çok güzel yansıtıyor.