Yaz mevsimi yaklaştı. Gerçi hava bir ısınıp bir soğusa da, her yeni gün güneşin sıcaklığı biraz daha fazla hissediliyor. Yaz mevsimi deniz mevsimi demek. Kış boyunca denizden uzak kalan, denizi görünce bile içi ürperen kalabalıklar, suların ısınmasıyla birlikte kendilerini denizin kucağına atmak için geri saymaya başladılar. Benim gibi yaz kış denizin koynundan çıkamayan bir avuç derinlik sarhoşu içinse mevsimlerin pek anlamı yok. Çünkü deniz, her mevsim bir başka güzel...
Deniz mevsiminin yaklaştığı şu günlerde, kış aylarında çoğumuzun uzun bir süre için dolaba kaldırdığı “denizi koruyalım” sohbetleri birer ikişer ortaya çıkmaya başladı. Dondurduğumuz koruma hevesimizin buzu çözülmeye başladı havalar ısındıkça. Mail gruplarında zaman zaman sanal saldırılara dönüşen e-posta trafiği, kış uykusuna yatırdığımız koruma hevesinin uyanmaya başladığını gösteriyor.
Oltacılar zıpkıncılardan şikâyetçi; zıpkıncılar masum olduklarını, seçerek balık avladıklarını kanıtlama telaşında...
Bir avuç cesur yürek, tezgâhlarda, lokantalarda çinekop sattırmamak için uğraşıyor. Boğazın orta yerinde çinekop peşine düşen gırgırcılar, bu cesur çabayı bıyık altından gülerek izliyor, geleceğin balıkçılarının rızkını garantiye almak için sarfedilen bu çabayla adeta gırgır geçiyorlar.
Gönüllülerden oluşan dalıcı grupları, deniz dibindeki çöpleri çıkarmak için çabalıyor, oluk oluk akan kanalizasyonlara aldırmadan...
Birbirini desteklemeyen, birbirinden kopuk, bağımsız çabalarla denizi ve ona sığınmış yaşamları korumaya çalışıyoruz. Kollektif koruma bilincinin henüz oldukça uzağındayız.
Koruma isteği hemen herkesin dilinde; koruma çabaları ise gözönündeki kıyılarda yoğunlaşıyor çoğu zaman. Oysa dörtte üçü okyanuslarla örtülü bir gezegende denizi korumak, sadece kıyıları ve kıyı yakını suları korumakla sınırlı kalabilecek bir çaba olarak kalamaz, kalmamalı!
Madem ki durum bu, korumaya nereden başlamalı?
***
Okyanuslarda insanın parmak izinin kalmadığı yer yok gibi artık. Derin karanlıkta el değmemiş yer ya kalmadı ya da çok yakında kalmayacak. Bugünün insan varlığını sürdürmek için gezegenin kaynaklarını yarını düşünmeden kullanıyoruz. Doğal kaynakları kullanma şeklimiz ne ekonomik ne de ekolojik kurallarla uyum içinde.
Birileri çıkıyor ve elde kalanın hiç olmazsa bir kısmını koruyabilmek için, kurtarılmış bölgeler olarak gördükleri Deniz Koruma Alanları (DKA) kurulması gerektiğini söylüyor. Oysa, balıkçı filolarının yüzeyden dibe hallaç pamuğu gibi attığı, gemi rotalarının birbiriyle kesiştiği, sızan petrolle yüzeyi alev alan, katrana bulanmış martıların kıyılarda çaresizce gezindiği engin okyanuslardaki yaşamı korumak için kurtarılmış bölgeler yaratmanın giderek iş görmez olacağı bir zaman hızla yaklaşıyor.
Deniz ekologlarının uzlaşı içinde oldukları güncel düşünce, DKA temelli koruma yaklaşımından Ekosistem Temelli Koruma (ETK) anlayışına geçilmesi. Milyonlarca kilometrekareye yayılan deniz alanlarında, balıkçılığın yasaklandığı, turizm faaliyetlerinin sıkı kurallar çerçevesinde yürütüldüğü, hatta bazı durumlarda insan erişimine tamamen kapatılan kurtarılmış bölgeler oluşturmanın amaçlandığı DKA’ların aksine ETK, denizi ya da okyanusu bir bütün olarak ele alan, sürdürülebilir faydalanma prensipleri çerçevesinde ekosistemi bir bütün olarak korumayı amaçlayan cesur bir düşünce. Ancak iş ETK’yı uygulamaya geldiğinde, herkesin taşın altına elini koyması gerek.
ETK süreci kıyıdan uzaktaki bir evin tuvaletinde, kimyasal gübreye boğulmuş bir tarlada başlıyor. Hepimizin atıkları, ya borulardan ya da nehirlerden akarak eninde sonunda denize ulaşıyor. Otomobillerimizde kullandığımız petrolün rafine edildiği ham petrol, ya denizden çıkarıldı ya da deniz yoluyla taşındı.
Denizin çok uzağında yaşıyor olmak, onun kirletilmesine katkınız olmadığı anlamına gelmez. Çünkü, tüm nehirler eninde sonunda denize karışıyor.
Karalardaki yerleşimleri iyi planlamak yerine denizi doldurmak daha kolayımıza geliyor. Döktüğümüz molozun altında kalan yaşamları ne zaman umursadık ki?
Denizi korumak için istemekten fazlasını yapmaya mecburuz. Belki de bu sefer denize karpuz kabuğu düşmesini beklememek gerek deniz mevsiminin geldiğini hatırlamak için. Koruma istekliliğimiz kışın buz tutmamalı, yıl boyu sıcaklığını korumalı ve ortak bir çabaya dönüşmeli. Denizleri, okyanusları ve nihayet gezegenin doğasını korumak için herkes, heryerde çaba göstermeli.
İnsan yaşamı, gezegenin tüm doğasının varlığını sürdürmesine bağlı ve bunu herkes hatırlamalı.
28 Mart 2012 Çarşamba
6 Mart 2012 Salı
DENİZİN GÖZLERİ...
Belki de sadece kendi gözümüzden görmekte direttiğimiz için, denizlerin başına gelen onca ekolojik felaketi görmezden geliyoruz.
Denizi, sömürülesi bir kaynak, atıklarımızı kabullenmeye mecbur bir çöplük olarak görmekten bir türlü vazgeçmiyor çoğunluğun gözleri.
Derinlerdeki yaşam gözden uzak olduğu için, çoğumuzun gönlünde bir yer sahibi değil. Tezgahta gördüğü balıktan başkasını tanımayan, süngeri, mercanı bilmeyen, yosuna ot deyip geçen çoğunluk için deniz sadece yüzeyden ibaret. Çöpler yüzmüyorsa mesele yok, dipler kimin umurunda?
***
Daha çok balık tutma hırsı... Daha çok petrol çıkarmak için, deniz tabanında daha fazla kuyu delme hırsı... Daha kalabalık sahil yerleşimleri kurmak için, kıyıları hergün biraz daha doldurma hırsı...
Hırslarımız bitmek bilmiyor!
Çıkar hırsıyla körleşen gözlerimiz, can çekişen deniz yaşamını görmekten aciz...
Belki de balıkların gözlerinden derinlerdeki yaşama bakmayı denemeliyiz artık. Ürkek, yılgın, yorgun gözlerdeki çaresizliği görmenin zamanı geldi de geçiyor.
Derinlerde sebep olduğumuz kıyımların, kirlenişlerin, yok oluşların ve daha bir çok felaketin çaresizliğiyle gölgelenmiş gözler, sanki ortak bir çağrı yapmak ister gibi bakıyor karşılarına çıkan her insana.
Her balık, kendi felaketimizin yaklaştığını anlatmak ister gibi...
***
İnsan, evine bakar gibi bakmalı denize. Düşünmeli, acaba bu paslı teneke salonun ortasında dursa hoşuma gider miydi diye? Sormalı kendine, cam kırıklarının, kamyon lastiklerinin arasında yaşamayı isteyip istemediğini?
Balıkların gözleri, denizin gözleri aslında.
İnsanoğlunun vurdumduymazlığını şaşkınlıkla izliyor o gözler...
Denizi, sömürülesi bir kaynak, atıklarımızı kabullenmeye mecbur bir çöplük olarak görmekten bir türlü vazgeçmiyor çoğunluğun gözleri.
Derinlerdeki yaşam gözden uzak olduğu için, çoğumuzun gönlünde bir yer sahibi değil. Tezgahta gördüğü balıktan başkasını tanımayan, süngeri, mercanı bilmeyen, yosuna ot deyip geçen çoğunluk için deniz sadece yüzeyden ibaret. Çöpler yüzmüyorsa mesele yok, dipler kimin umurunda?
***
Daha çok balık tutma hırsı... Daha çok petrol çıkarmak için, deniz tabanında daha fazla kuyu delme hırsı... Daha kalabalık sahil yerleşimleri kurmak için, kıyıları hergün biraz daha doldurma hırsı...
Hırslarımız bitmek bilmiyor!
Çıkar hırsıyla körleşen gözlerimiz, can çekişen deniz yaşamını görmekten aciz...
Belki de balıkların gözlerinden derinlerdeki yaşama bakmayı denemeliyiz artık. Ürkek, yılgın, yorgun gözlerdeki çaresizliği görmenin zamanı geldi de geçiyor.
Derinlerde sebep olduğumuz kıyımların, kirlenişlerin, yok oluşların ve daha bir çok felaketin çaresizliğiyle gölgelenmiş gözler, sanki ortak bir çağrı yapmak ister gibi bakıyor karşılarına çıkan her insana.
Her balık, kendi felaketimizin yaklaştığını anlatmak ister gibi...
***
İnsan, evine bakar gibi bakmalı denize. Düşünmeli, acaba bu paslı teneke salonun ortasında dursa hoşuma gider miydi diye? Sormalı kendine, cam kırıklarının, kamyon lastiklerinin arasında yaşamayı isteyip istemediğini?
Balıkların gözleri, denizin gözleri aslında.
İnsanoğlunun vurdumduymazlığını şaşkınlıkla izliyor o gözler...