11 Haziran 2012 Pazartesi

DEVLERİ DİZE GETİREN YAŞLI BALIKÇI...

Bir zamanlar Boğaziçi’nin en namlı orkinoscularından biriymiş İrfan Yürür. 1925 doğumlu ihtiyar balıkçı, yakaladığı orkinosların sayısını çoktan unutmuş. 9 Nisan 2011’de Samatya Balıkçı Barınağı’nın kahvesinde yaptığımız kısa sohbette sormuştum kaç tane orkinos yakaladığını. “Çoook” diye cevaplamıştı. Yakaladığı her orkinos balığı deniz yorgunu ellerinde bir iz bırakmıştı. Elleri kabaydı, güçlüydü, denizde geçen her günün, orkinosla girişilen her mücadelenin hatırasını okumak mümkündü avuçlarında. 1930’ların başında bir gün, okula gitmek yerine bir arkadaşının aklına uyup Sirkeci kıyısına indiğinde denizin, balığın kokusuyla karışmıştı kaderi. Sirkeci Vapur İskelesi’nde yakaladığı ilk istavritle başlamıştı denizle mücadelesi. Yüzlerce kiloluk orkinosları, kayığından büyük canavarları yakalamasına, boğazda fersah fersah “Samatyalı” İrfan olarak nam salmasına daha çok vardı.

Samatyalı İrfan yakaladığı orkinosların sayısını unutmuş olsa da, oltasında can veren büyük beyazların, kendi değişiyle canavarların sayısını çok net hatırlıyordu. “1958’le 60 arasında tam 7 tane canavar köpekbalığı yakaladım” derken, kahvedeki masanın kenarına dayadığı elleri belli belirsiz gerildi. Karaya çekilmek zorunda kalan yaşlı denizci sanki o günlere gitmişti bir anlığına. Ağzından çıkan her kelimeyle inanması hiç de kolay olmayan bir hikâye şekilleniyordu. İstanbul’un geçmişinde giderek silikleşen izler bırakmış devlerin ve onların peşine düşen, bir olta ve bir kayıktan başka bir şeyleri olmayan bir avuç yürekli insanın unutulmuş hikâyesi su yüzüne çıkıyordu Samatyalı konuştukça.

Barınaktaki kahvede dinlediklerim sıradan bir balıkçı masalından öte, Boğaziçi’nin balıkçılık takviminden koparılmış, kaybolmuş yaprakları okumak gibiydi. Ekmeğini derin sulardan çıkaran her balıkçı gibi, Samatyalı İrfan da denizi ve dalgaların altındaki dünyayı bir bakışta okumayı öğrenmişti denizde geçen ömrü boyunca. Sohbetimiz sırasında anlattıkları da bir ömür tükettiği denizlere, ama ille de Boğaziçi’ne, orkinosların ve büyük beyazların yaşamına ilişkin değerli notlardı.

“Orkinos yakalarken köpekbalığı geliyordu. Bu kadar torik balığı dikiyorduk oltaya (bunları söylerken iki elini neredeyse yarım metre açarak, oltaya yem diye koyduğu toriğin boyunu gösteriyor Samatyalı). Balığı sırtından yarıyorduk, ortasına iğneyi yerleştiriyorduk, sonra güzelce dikiyorduk. İçerisine kurşun koyuyorduk, kuyruğundan uçurtma çıtası sokup balığı düzleştiriyorduk... 17-18 kulaç suya indiriyorduk oltayı, orkinos beklerken köpekbalığı geliyordu... 1958’den 60’a kadar buralar (Boğaziçi’ni kastediyor) çok köpekbalığı yaptı...” Boğazda 80’lerden itibaren bir daha kullanılmayan bir av şekli -el oltasıyla orkinos avı- Samatyalı’nın sözleriyle bir anlığına da olsa yeniden yaşanıyor bir zamanlar canavarların dolaştığı suların kıyısında. El oltasıyla orkinos avı Boğaziçi’nin balıkçılık geleneğinden yitip giden sayfalardan biri yalnızca.

Boğaziçi’nde neden bu kadar çok canavar yakalanıyordu diye sorduğumda, “O senelerde denize tonlarca torik ve palamut balığı döktüler. Hem de nereye biliyor musun, Kızkulesi’nin tam yanına. Hayvan yem bulunca buraya yerleşti bir daha da gitmedi” diye yanıtlıyor Samatyalı İrfan. Fakat canavar köpekbalıklarının Marmara’nın yerli balığı olmadığını, Akdeniz’den gelen gezici balıklar olduğunu belirtmeyi de ihmal etmiyor. Eylülden mayısa kadar devam eden orkinos zamanında, mevsimin ilk canavarı genelde boğazda Kireçburnu önlerinde yakalanırmış. Yaza doğru köpekbalıkları Marmara’ya indiklerinden yılın son canavarı çoğunlukla Ahırkapı civarında oltaya atlarmış...

Canavarın dişlerini daha dün gibi hatırlıyan Samatyalı İrfan’ın sözleri, anlattığı köpekbalıklarının büyük beyaz olduğunu şüpheye yer bırakmadan tarif ediyordu. Dişleri bu kadardı derken iri parmaklarını ölçü olarak göstermişti. Sohbet sırasında ölçmedim ama Samatyalı’nın işaret parmağı 10 cm’ye yakındı. Bu boyda bir büyük beyaz dişi olabilir mi? Bir tanesini bile saklamamış olması ne büyük şanssızlık. “Dişlerin kenarı böyle tırtıklıydı, demir testeresi gibi... Üçgen şeklindeydi... Taşı kesiyordu, demiri kesiyordu, tahtayı kesiyordu, dişte bir parça zedelenme olmuyordu” diye tarif etmişti canavarın dişlerini. Büyük beyaz onun için hiç kullanmadığı yabancı bir isimdi. Cebimden küçük bir mücevher kutusu çıkarıp, içindeki küçük dişleri gösteriyorum. “Bunlara benzer miydi?” diye sorduğumda tereddütsüz yanıtlıyor: “Evet, bunun gibiydi ama bunlar ufak...” Samatyalı canavarın süt dişlerini belki de ilk kez görmekteydi.

Denizde kader birliği yaptığı oltacı arkadaşlarını hatırlarken bir an gözleri doluyor Samatyalı’nın. “Hepsi öldü gitti, bir ben kaldım geride...” derken, eski arkadaşlarını anarken onları özlediği her halinden belliydi.

Samatyalı’nın anılarını araladıkça başka isimler de çıkıyor ortaya. Onlardan biri de Ahırkapılı İsmail ya da nam-ı diğer “sağır” İsmail...

“Bu orkinos beklerken canavar geliyor...” diye başladığı Ahırkapılı’nın hikâyesi, büyük beyazın saldırısına uğramış bir başka boğaz kayığının da hikâyesi aynı zamanda. “Canavar geldi mi kıyıya sürüklemek zorundayız, kayığın yanına alamayız... O zaman buralarda rıhtımlar yoktu (bunu söylerken Ahırkapı’dan Samatya’ya kadar olan kıyıyı kastediyor) her yer sahildi... Balığı kıyıya sürüklüyorduk, sonra alıyorduk halatları dışarıdan çekiyorduk. Hayvan sığlığa geldimi artık geriye dönüşü yoktu...” diyen Samatyalı İrfan, orkinosu hem gündüz hem de gece ay mehtabında tuttuklarını söyleyerek devam ediyor hikâyesine. Ahırkapılı İsmail de mehtaplı bir gecede orkinos avlamak için denize açılır. Ancak o gece kısmetinde canavar vardır. Kıyıya doğru sürüklemeye çalıştığı canavarla cebelleşirken köpekbalığı oltadan kurtuluverir. Civarda başka kayıklar da vardır o gece. Diğer kayıklardaki insanlar sakın yanımıza sokulma diye bağırırlar! İşte tam o sırada balık iğneden kurtulur ve açık denize ulaşmak için geriye döndüğünde karşısına çıkan ilk kayığa saldırır. Küpeşteden omurgaya kadar ıssırdığı kayığın bir yanını olduğu gibi koparıp alır. Samatyalı’ya göre kayık katili canavarın çenesi neredeyse 1.5 m genişliğindeymiş. Ahırkapılı İsmail’in elinden kurtulan büyük beyaz komşu kayıklardan birini kıymıklarına kadar ayırmış olsa da o gece kimsenin canını yakmamış. Ancak paramparça olan kayıktaki oltacı yaşadığı olayın korkusunu üzerinden atamadığından olsa gerek 40 gün sonra ölmüş.

Yakaladıkları canavarların para etmediğini hafif bir tebessümle söylüyor Samatyalı İrfan. Bir keresinde Üsküdar’da Tütün İskelesi’nin yanında yakaladığı bir canavarı ise vinçle sudan çıkarıp çektirmeye yükledikten sonra balıkhaneye göndermiş. Alıcısı çıkmayan canavarın ölüsü yeniden denize atılmış. 1958’de 300 liraya sattığı büyük beyaz ise aklından çıkmamış Samatyalı’nın. “Çok büyüktü, korkunç büyüktü” diyerek tarif ettiği canavarın müşterisi ise kurnaz bir balıkçıymış. Samatyalı’nın dediğine göre yolcu motorunda kurdurduğu bir panayır çadırında kişi başı 25 kuruşa seyrettirdiği ilaçlanmış canavardan dünya kadar para kazanmış bu kurnaz.

Boğaziçi’nin son orkinoscusuna, devleri dize getiren son yaşlı balıkçıya, Samatyalı İrfan amcaya selam olsun...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder