23 Ocak 2012 Pazartesi

DUMANI TÜTEN MUHABBETLER...


Hep aklımdaydı adalarda dalmak. Açıktaki toprakları kuşatan Marmara hakkında eskilerden öyle hikâyeler dinlemiştim ki, artık boğaz yetmez olmuştu. Derinlerde ilk kez nefes aldığım suların yeri başkaydı şüphesiz. Fakat İstanbul’un yanı başında kendine has bir dünya gibi duran adaların çağrısına da kulak tıkayamazdım. Kınalı’da, Burgaz’da, Heybeli’de ve Büyükada’da, sayısını hatırlamadığım kadar çok kez şnorkelle dalmıştım. Sadece sığlıklarını tanıdığım çocukluk denizlerimin derinlerine inme vakti gelmişti gelmesine ya, Kenan Şeker tayfası dağıldığından beri birlikte dalacak adam kalmamıştı. Ben tırım tırım dalış arkadaşı ararken, günün birinde Anna (Anagelich Babaey) çıkageldi.

***

Dalış keyfinin kaçta kaçı dalmaktır, ne kadarı muhabbettir, hiç hesaplamadım. Fakat şundan eminim ki muhabbetsiz dalış, tuzsuz baharatsız yemek gibidir, hiç tadı yoktur...

Bizim ekip birer birer fire verip dağıldıktan sonra, tek başıma olsa da dalmaya devam ettim. Beykoz’da Su Ürünleri Fakültesi’nin hemen önünde dalıp, bazen laboratuvar için örnek topluyor, çoğu zaman dipte amaçsızca geziniyordum. Tüpüm vardı, regülatörü de sağdan soldan buluyordum. Mapsı yırtık, diyaframı delik, her nefeste horlayan ne regülatörlerle daldım sormayın gitsin. Herbiri ayrı bir hikâyedir...

Patlak regülatöre insan bir zaman sonra alışıyor, ama muhabbetsiz dalışa katlanmak çok zor. En kısa sürede doğru düzgün bir regülatör ve en önemlisi bir dalış arkadaşı bulmalıydım.

Biraz zaman alsa da ikisi de halloldu en sonunda...

***

Scubapro MK-10, hâlâ keyifle kullandığım ilk regülatörümdür. Baba yadigârıdır. Yıllardır derinlerde bana yoldaşlık eden MK-10’un metal gövdesindeki her çiziğin ayrı bir anısı var bende. Gelmiş geçmiş regülatörler arasında bir efsanedir o. En zor koşullarda bile şikâyet etmez. Yeterki bakımları aksatılmasın. Zamanla çok yoruldu yorulmasına ama asla yarı yolda bırakmadı beni. Sualtında daima sağlam bir arkadaştı, tıpkı Anna gibi...

MK-10’un kutusunu ilk kez açtığımda galiba 1990’ın Haziran ayıydı. Kendi regülatörüme sahip olduğum günlerde Anna da dalışa merak sarmıştı. Neredeyse 2 m boyundaki şen şakrak İranlı ile aynı okuldaydık. Birlikte dalmaya nasıl razı olduk çok net hatırlamıyorum. Aklımda tek kalan, 90’ın son aylarında Karaköy’de, bugün yerinde yeller esen malzemecilerde Anna’nın boyuna uygun dalış elbisesi aradığımızdı. Topu topu birkaç dükkan vardı. 5.5 mm Technisub Maiorca’yı galiba Ogan Sub’dan almıştık. Bizimki elbise denemekten öyle bunalmıştı ki, pantolonunu doğrudan dalgıç elbisesinin üzerine çekip gitmişti Fatih’teki evine.

***

Anna’ya Scubapro’nun MK-2 model regülatörünü almıştık. O da MK-10 gibi tam bir yük beygiriydi. Yüklen yüklenebildiğin kadar. Ancak bizimkinin tüpü evlere şenlikti. Adını koyamadığım tuhaf bir maviye boyanmıştı ikinci el aldığı 15’lik tüp. Üzerinde Sherwood çıkartmaları vardı. Orjinal vana tokmakları kaybolalı çok olmuştu. Tornada imal edilmiş bronz tokmaklarıyla dalgıç tüpünden çok İpragaz tüpüne benziyordu. Yokluk zamanı yedek parça dünyanın parasıydı. Bir süre tüpçü diye takıldım bizimkine. Aldırmadı. Bu olay da böylece kapandı.

Boğazdaki talimlerimiz yeniden başlamıştı. Tüp doldurmak günlük hayatımızın bir parçasıydı artık. Ya okuldaki Bauer Utilus 10’u kullanıyorduk ya da Zincirlikuyu ile Cevizlibağ arasında mekik dokuyorduk. O yıllarda Avrupa yakasında sınırlı sayıda kompresör vardı. İlki Zincirlikuyu’da Tarhan Denizcilik’teydi. İkincisi Beyoğlu’nda Sadi abinin (Tanman) dükkanındaydı. Bir dönem Beuchat’ı Türkiye’ye getiren Mor’da da güzel bir kompresör vardı, yerleri Şişli’deydi. Cevizlibağ’daki Habaş’a da gittiğimiz olurdu.

Tüpü sağlam bir çantaya koyardım, sonra en sempatik gülümsememle belediye otobüsüne binerdim. Anna’nın durumu da farklı değildi. Şöför vaziyeti çakmasın diye ne dolaplar çevirirdik sormayın gitsin. Hamallıktan farkı yoktu, ama çok eğlenirdik.

***

1991 Eylül’ünde Su Ürünleri Fakültesi’nde son sınıf öğrencisiydim. Mezuniyet tezi konusu olarak Kınalıada çevresindeki sualtı yaşamını incelemeyi seçmiştim. Başıma nasıl bir dert aldığımı anladığımda iş işten geçmişti. Malzemeyi Sirkeci’ye taşımak, oradan Kınalıada’ya geçmek, sonra Çöp İskelesi’ndeki dalış noktasına ulaşmak, kaygan taşların üzerinde hazırlanıp dalmak ve en sonunda adımları tersten tekrarlayıp eve dönmek; üstelik bütün bunları beş kuruş destek almadan cepten yapmak...

Bir gün yine kara kara düşünürken bizimki çıkageldi. Galiba kantinde çay içiyordum. Konuşmaya başladık; dedim böyle böyle, başıma boyumdan büyük iş aldım, yardım eder misin?

Anna da benim kadar delidir. Bu nedenle ölçüp biçmeden evet demesine şaşırmadım. O zamanların dostluklarında hesap kitap olmazdı. Gerçi sonradan nasıl bir belaya bulaştığı kafasına dank etti ama yine de vazgeçmedi.

Derken Mustafa (Tunalı) ile Oktay da bize katıldılar. Anna’nın sınıf arkadaşıydılar. Sadece dalış öğrenmek uğruna eziyet çekmeye razı olmuşlardı. Plan çok basitti. Dalıştan bir gün önce Oktay bende, Mustafa Anna’da kalacaktı. Bazen bunun tam tersi de oluyordu. Dalışları cumartesi yapıyorduk. Pazarları dinlenmeye kalıyordu. İyi de oluyordu.

Cumadan başlardık hazırlanmaya. Rahmetli anneannem yolluk hazırlardı; sarmalar, börekler... Evimiz sobalıydı ve döndüğümüzde içimizi ısıtacak çorba daha biz denizdeyken kaynamaya başlardı. Ninemin torun sayısı hafta sonları artar dururdu...

Sabah 5 gibi kalkar, sıkı bir kahvaltı eder, mevsimine göre giyindikten sonra ağır yükümüzle otobüs durağına yürürdük. Şirinevler’den Eminönü’ne gitmek için ya 73’e ya da 76’ya binerdik. Adalar iskelesinde Annalarla buluşurduk. Sonra ver elini Kınalıada...

***

Çöp İskelesi, Kınalıada’nın güneyinde Marmara’ya bakan bir kayalıktır. İnsanlardan uzak olsun diye seçtiğim yer, vapur iskelesine de uzaktı. İlk dalışta onca malzemeyle yarım saatten fazla yürüyünce belim koptu sanmıştım. Neyse ki ikinci dalışta imdadımıza rıhtımın yakınındaki bakkal yetişti. Hemen hemen altı ay boyunca üç tekerli el arabalarından birini kullanmamıza izin verdi ve beş kuruş istemedi.

Kınalı’daki ilk dalışımızda hava kapalı ve biraz serindi, ama üşütmüyordu. Suda kıpırtı yoktu. Etraf çok sakindi. Üzerime bir rahatlık çökmüştü. Malzeme az olduğundan çarçabuk hazırlanmıştık. Suya girince Anna’yla birbirimize şöyle bir baktık ve gözden kaybolduk...

Dik bir yokuştan iniyorduk. Başta sonu yokmuş gibi gelse de 18 m derinde yerini kum düzlüğe bıraktı. Derinlik yavaşça artıyordu artık. Boğazdan gelen akıntıyı arkamıza alınca torpil gibi gitmeye başladık. Yeni bir yerde yeni şeyler bulmanın keyfiyle iyice kendimizden geçmiştik.

Nikonos V model fotoğraf makinemi ilk kez suya sokmanın heyecanıyla keyfim daha da artmıştı. Flaşım olmadığı için 400 ASA film koymuştum makineye. Sadece 36 pozluk şansımız vardı ve onlardan birini, Anna’yla sualtında ilk ve tek beraber fotoğrafımızı çekmek için kullanmıştık. Arkalarında yeşil bir sonsuzluğun uzandığı iki belirsiz yüzü gösteren bu bulanık fotoğraf benim için çok kıymetlidir.

O gün dipte vaktin nasıl geçtiğini anlamadım. Sevmiştim burayı. Hep uzaktan gördüğüm suların dibi demek böyleymiş. Sonsuza gider gibi devam eden gri kumluk bazen bir kayalıkla, bazen de bir enkazla lekeleniyordu. Derken akıntıyla aynı yöne doğru eğilmiş deniz kalemleriyle kaplı bir alanın üzerinden geçtik. Portakal süngerleri her yerdeydi. Bugün görmeye alıştığım aşina yüzlerle birer ikişer tanışıyordum. Hatırlamaktan keyif aldığım muhabbetlerin konuları birikiyordu bir bakıma.

***

Anna’yla ilk dalışımızı daha birçok dalış izledi. Ara sıra başkaları da katılırdı aramıza, ama çekirdek kadro hep aynı kalırdı. Oktay ve Mustafa derinlere giden yolun başına burada geldiler. Zamanla daha ileriye gidip gitmediklerini bilmiyorum. Dilerim gidebilmişlerdir. Yapamadıysalar da canları sağolsun. Muhabbete ortak oldular ya bu da yeter.

Sabahın alacakaranlığında başlayan uyku mahmuru muhabbetlerimiz adada iyice demini alırdı ve akşam dumanı tüten birer tas çorbanın eşliğinde noktalanırdı. Acaba bunlar olmasaydı, onca yıldan geriye ne kalırdı?

22 Ocak 2012 Pazar

ORTAKÖY’ÜN DERİNLERİNDE UNUTULMUŞ BİR HİKÂYE...


Yıllar önce dinlemiştim bu batığın hikâyesini. İlk kimden duymuştum, artık hatırlamıyorum. “Ortaköy Cami’nin önünden suya gir, bayırdan dümdüz ilerle; 25 bilemedin 30 metrede tavasını görürsün... Dikkat et, fena akar orası! Dipten fazla yükselme, ilişken ağlara, misinalara dikkat et... Zamanında dinamitle patlattılar, parça parça çıkardılar, ama kalıntısında bol balık var...”

Ne zaman eski tüfeklerle biraraya gelsek, sohbet döner dolaşır boğazın batıklarına, ama ille de Ortaköy’deki sac batığa gelirdi. Çok iyi bilirlerdi bu batığı, hurdasından da balığından da az ekmek yememişlerdi. Başı sıkışan dalgıcın ekmek teknesiymiş, zamanın paslandırdığı iskeleti. Hele boğazdaki her kovukta irili ufaklı ıstakozların yuvalandığı devirlerde, dalgıçların gözünde bir nevi banka kasasıymış. Paran mı bitti? Gel ve ihtiyaç duyduğun kadar çek!

Böyle bir cevhermiş zamanında Ortaköy batığı...

***

En az 20 yıldır hikâyelerini dinlediğim batığa, nihayet bu pazar sabahı dalmak nasip oldu. Epeydir yeni bir yer arıyordum dalmak için. Artık zamanı geldi dedim kendi kendime ve şansımı Ortaköy’de denemeye karar verdim. Teoman’la (Naskali) Ulaş (Oyal), dünden hevesliydiler zaten böyle bir dalışa. Perşembe’den sözünü kestik ve Pazar sabahı 6 buçukta, Ortaköy’deki kilisenin hemen yanındaki otoparkta aldık soluğu. Malum, Ortaköy’ün hafta sonu geleni gideni çok olur; ortalık kalabalık olmadan suya girip çıkmakta fayda var. Sabahın köründe suya girince bizim derin batık dalışı iyice tadından yenmez oldu...

***

Saat 07:30’da kafelerin hemen önündeki İDO iskelesinin yanındaki iskelecikten suya giriyoruz. Yamaç neredeyse dikine derinleşiyor. Daha bir dakika geçmeden 20 metredeyiz. Tekirler, çinekoplar, gümüş balıkları çevremizde cirit atıyor. Hem balıkları seyrediyoruz, hem de çevreyi dinliyoruz. Batığın çevresi balıkçıların gözde avlaklarından. Geceden bırakılan ağlara çapariz olmamak için pür dikkat etrafı kolaçan ediyoruz. Lodos nedeniyle yüzey akıntısı yok denecek kadar azalmış. Dibe doğru başlayan hafif ters akıntıya ise, yukarıdan basan lodosun dipte yarattığı anafor yol açıyor. Normalde kristalin altında akıntının Karadeniz’e doğru olması gerekirken, bu sabah dip akıntısı tersine dönmüş. Ancak akıntıdaki bölgesel anormalliklere aldanmamak şart, yoksa kendinizi bir anda kanala doğru sürüklenirken bulabilirsiniz.

***

Önce birkaç tane kamyon lastiği çıkıyor yolumuza, sonra birkaç tane daha... İnsanların yükünü taşıyan lastikler, derinlerde sakin ve gözlerden uzakta bir emeklilik sürüyorlar. Tek ziyaretçileri balıklar ve çağanozlar; bir de biz çıkageldik bu sabah. Zararsız varlığımız kimseyi tedirgin etmiyor.

Yıllardır dinlediğim hikâye 37 metrede gerçeğe dönüşüyor. Ortaköy batığının paslı kalıntısı gri kumun üzerinde öylece yatıyor. Üst yapısından eser kalmamış; bir zamanlar batığı sökenler, güvertenin üzerinde ne varsa ustaca kesip almışlar. Parlak ışıklarımız deniz yaşamına teslim olmuş gövdeden yansıyor. Yıllar sonra gördüğü ilk ışık belki de bizim ışığımızdı...

***

Denizin donattığı kostüm yetmemiş olmalı ki batığın üzeri metrelerce halat ve ağ ile kaplanmış. Hayalet ağlara takılıp can veren, kıvranan ya da çoktan çürüyüp gitmiş onlarca balık var. Ağ ve halattan dokunmuş bir kefen giymek, galiba her batığın ortak kaderi. Batıklar balık yuvasıdır; balıkçılar bunu iyi bilir ve buralara ağ atarlar. Dostlarının canına kıyılmasının öcünü, ağı paramparça ederek alır batıklar. Ancak geride kalan salkım saçak ağ kalıntıları yine de can almaya devam eder. Buradaki hayaletin tanık olduğumuz kurbanları, dipte gümüş ışıltıları saçan çinekoplardı...

Eşkinalar ve iskorpitler enkazın kurdu olmuşlar. Bir zamanlar insanların gezindiği metallerin üzerinde artık onların saltanatı sürüyor. Saklanabilecekleri o kadar çok yer var ki...

Fotoğraf çekerken bir yandan Teoman’la Ulaş’ı izliyorum. Herbiri batığın ayrı bir köşesinde kendi keşfinin peşine düşmüş. Uzun zamandır yaptığımız en keyifli dalışlardan biri, memnuniyetleri yüzlerinden okunuyor.

***

42 metre derinde iniş dahil 22 dakikayı geride bıraktık. Dalış bilgisayarları çoktan “ne haliniz varsa görün...” durumuna geçtiler. Yamacı takip ederek yavaşça yükselirken yukarıdan gelen sesleri de dinliyorum. Vapurlar ve yolcu motorları mesaiye başlamış olmalılar.

Deko durakları birer birer geride kalıyor. Nihayet 6 metrede 20 dakikalık son ve en uzun beklemeye sıra geliyor. Ulaş poz verirken, dik yamaca tutunarak konumunu korumaya çalışıyor. Tam bir denge sınavı. Dipte suyun sıcaklığı 14 dereceydi, yüzeyde ise 8’e düştü. Soğuk kendisini hissettiriyor. Kuru elbise sadece ıslanmaktan korur, üşümekten değil...

Vakit çabuk geçsin diye kovuklara bakınırken, en güzel lapin balıklardan biri olan “göz benekli lapin” ile yüzyüze geliyorum. Normalde hemen kaçıp giderler, ama buradakiler insanı tanımıyor galiba; fotoğrafını çekerken uzunca bir süre istifini bozmuyor. Gaz atım beklemesinin son dakikaları fotoğraf telaşıyla geçip gidiyor farkına varmadan. Güzel bir dalış yapmış olmanın keyifli yorgunluğuyla kıyıya geliyoruz. Yıllar önce batmış bir gemiden arta kalanlara tanık olarak güne başlamanın neşesi bu, ona ulaşmak için katlandığımız güçlükleri hoş görmemizi sağlayan benzersiz bir keyif.

***

Yazarın notu: Bu yazıya eşlik eden fotoğrafların, Ortaköy’ün derinlerindeki hikâyeyi tam olarak yansıtmadığının farkındayım. Ancak fotoğraf makinem sadece bu kadarına izin veriyor. Gelecek sefer sizlere bu batığın daha iyi görüntülerini sunabilmeyi umuyorum.

17 Ocak 2012 Salı

BİRAZ ONDAN BİRAZ BUNDAN...

Karışık bir balıktır gelincik. Balığı balıkçı tezgâhından başka bir yerde görmeyen birçok kişi, adını duyduğunda onu tarif etmekte zorlanabilir. Gelincik balığını meraklısından başkası pek tanımaz. Masum yüzlü bir mürene de benzetilebilir, sakallı bıyıklı bir yılan balığına da. Mezgitin yumuşaklığı da vardır onda, gümüşün kıvraklığı da...


Biraz ondan biraz bundandır gelincik balığı. Bilmeyene en kolay böyle tarif edilebilir. En bilindik balıkları bile tanımayanlar içinse, ne yazık ki tarifi pek mümkün değildir, özbeöz İstanbullu gelinciğin.

***

Öyle uzun uzadıya yüzmeyi pek sevmez. Hele gündüz vakti ortalıkta nadiren görürsünüz bu gece avcısını. Gündüz vakti kovukların kuytularına çekilir, gizlenmeye uygun olan her boşluğa siner suların kararmasını beklerken.

Saklanma ustası gelincik mecbur kalmadıkça gece de yuvasından çok uzaklaşmaz. Eğer açıkta dolanan bir tanesini gördüyseniz, bilin ki yakınlarda saklanmaya uygun bir sığınak mutlaka vardır. Kayaların arasındaki bir kovuk, üzeri yosun bağlamış bir kamyon tekerleği, teneke kutu; artık ortalıkta ne varsa gelinciğin sığınağı olmaya adaydır.

Dipte bulduğu kabuklularla ve kurtçuklarla beslenen gelincik, küçük balıkları da mideye indirmekten geri kalmaz. Tam bir fırsatçıdır aslında, dişine uygun ne varsa yutar. Yemek seçtiği söylenemez.

***

İstanbul’u inatla terketmeyen balıklardandır. Yerinden ayrılmayı pek sevmez. Zaten gitmek istese bile ne kadar uzaklaşabilir ki yerlisi olduğu sahillerden?

Ona yaklaşmak, renklerini, ürkek bakışlarını keyifle izlemek için, gelinciğin gece misafiri olmalısınız!

Üst üste patlayan flaşlara bile tahammül eder. Gözlerini kırpıştırmaktan fazla karşılık vermez. Kendisi iyi bir ev sahibidir.

***

Boğazın balıkçılık geleneğinde gelinciğin kendine has, doldurulamaz bir yeri vardır. Ara sıra ağa takıldığı, oltaya atladığı olsa da, gelinciğin geleneksel av aleti, söğüt dallarından örülmüş, ağzı mürekkep hokkasını andıran sepetlerdir.

Ezilmiş çağanozla, midyeyle yemlenen sepetler akşam saatlerinde dibe bırakılır. Yemin kokusuna aldanarak sepete giren gece avcısı, böylece kapana kısılır. Neyse ki gelinciğin meraklısı da avcısı da azdır.

Çoğunlukla musevi vatandaşlarımızın rağbet ettiği gelinciğin çakal eriği salçasıyla pişirilen yahnisi, bir nevi özel gün yemeğidir. Derisi tulum çıkarılıp una bulanmış gelinciğin çıtır çıtır tavasının da güzel olduğu söylenir.

İkisini de hiç tatmadım. Bir türlü elim varmadı gece gezintilerime keyif katan, renk katan gelincikleri balıkçıdan alıp kızartmaya. Varsın gelincik de eksik olsun soframda. İstanbul sahillerinden eksilmesin, o bana yeter.

15 Ocak 2012 Pazar

KIŞ BOĞAZI...


Karlar altında bir başka güzeldir Boğaziçi. Suyun iki yanı tepeden kıyıya beyaza büründüğü an bambaşka bir yer olur çıkar daracık su yolu. Günün ilk ışıklarıyla hava yavaşça ısınırken deniz yüzeyinden kalkan pus beyaz kıyılarla buluştuğunda, Boğaziçi, giderek hayalle gerçek arasında bir yer olmaya başlar. Beyaz örtünün altındaki puslu topraklar ve gümüş bir aynayı andıran boğaz yüzeyi ışığı öyle güçlü yansıtır ki, gözlerinizi kısmadan bakamazsınız.

Kışın Boğaziçi’nin güzelliği insanın gözlerini kamaştırır.

***

Nihayet kulağıma kar suyu kaçtı. Boğazın buz gibi suları başlığımın içine dolduğu an kuru elbisemin kıymetini bir kez daha anladım. İnsanın sadece kafası ıslanınca, iğne gibi batan karla karışık boğaz suyuna daha kolay dayanıyor.

Su daha soğuk olur diye düşünmüştüm. Pazar sabahı saat 9’da hava sudan daha soğuk. Biz hazırlanırken - biz dediysem, ben, Burak (Demircan) ve Ulaş (Oyal) - hava sıcaklığı 0’la 2 derece arasında gidip geliyordu; bir ara 3’e çıktı, orda da kaldı. Su ise 9 dereceydi...

Tamam, kara insanın iliğini kemiğini sızlatmaya yeterdi belki, ama bizde biraz serince bir ılık duş etkisi yapmaktan başka etkisi olmadı.

***

Ah şu gırgır tekneleri yok mu!

Yıllardır Beykoz Koyu’nun altını üstüne getirirler. Benim hatırladığım en az 20 senedir koyda avlanır dev gibi gemiler. At çek, at çek... Sonarın ekranında balık olarak işaret edilen her sürü nasibini alır bu amansız baskından. Kocaman denizler, okyanuslar yetmiyor galiba onlara...

Bu Pazar sabahı da gırgırlar koydaydı. Fazla derine inmeden, akıntıyla tatlı tatlı sürükleneceğimiz bir dalış planlamıştım. Pek umduğumuz gibi olmadı. Ya bahtısız bir çinekop sürüsünün tam altına denk gelmiştik ya da gırgırın sonarı “dipte üç tane baba torik var” sinyali vermiş olmalıydı ki tepemizde bir gümbürtü koptu. Tekne galiba gırgır ağını yakınımıza mola etmişti. Birden bire 25 metre derinde dip öyle bir karıştı ki akıntı kuzeye doğru olmasına rağmen biz güneye sürüklenmeye başladık. Ağ torbanın içinde kalmaktan bizi muhtemelen bu akıntı alıkoydu.

Açık denizde avlanmak üzere inşa edilen dev gibi balıkçı gemilerinin, daracık bir su yolunda ne işleri var? Hem de yıllardır...

***

Denize ilk kar düştüğünde aklıma hep aynı fotoğraf gelir: “Kulağına kar suyu kaçmış torikler ve kocaman bir kepçeyle onları toplayan bir balıkçı...” Eskiden torik o kadar boldu ki, İstanbul’da kış sert geçmeye görsün, kulağına kar suyu kaçanlar karaya vururdu. Alamana kayıklarıyla palamuda, toriğe çıkan balıkçıların teknelerini tıka basa balıkla doldurmaları için 200 kulaç ağ ile dolunay yeterdi.

Gözümüz doymadı, hep daha çok istedik. Önce büyükleri bitti, sonra yavrularına varana kadar ne var ne yoksa peşine düştük boğaz balıklarının.

Bitmese de, bitmeye yakındır...

Bugün o ağın içinde kalsaydık, güverteye düşer düşmez kaptana bunları söylemek isterdim; bir de son sürat bizi Çubuklu’daki basınç odasına yetiştirmesini...

12 Ocak 2012 Perşembe

EN GÜZEL ZAMANLARIM...

İlk dalışımdan yıllar önce başladım dalgıç saati takmaya. Aslını sorarsanız, ilk saatlerime pek dalgıç saati denemezdi bugün sahip olduklarımla kıyaslayınca. Casio’nun 200 metreye testli, ki kasasının üzerinde bu derinlikte su geçirmediği yazıyordu, oldukça basit bir modelini satın almak için, lise son sınıfta tam iki ay para biriktirmiştim.


Uğruna öğle yemeklerinden vazgeçtiğim, karnımın gurultusunu duymazdan geldiğim ilk dalgıç saatimin derinlerdeki dünyayı hiç görmemiş olması çok acıdır. Onunla bir fotoğrafım bile yok. Neye benzediğini hayal meyal hatırlıyorum. Ancak bileğime ilk kez taktığımda hissettiğim sevinç hâlâ tazeliğini koruyor. Dijital ekranında yanıp sönen rakamlardan fazlasını görmüştüm sanki. Dalgaların altında geçireceğim nice keyifli zamanların ipuçları gibiydi dijital rakamlar...

***

Derin karanlığın zorlayıcı şartları, burada bulunmaya cesaret eden her şeyin çok dayanıklı olmasını şart koşuyor. Dalgıç için vazgeçilmez olan bu kural, saati için de geçerli. Sualtında geçen zamanı hatasız olarak bilmenin hayati önemi var. Dalgıcın saati her koşulda mükemmel çalışmayı sürdürmeli.

Amaca uygun olarak üretilmiş ilk gerçek dalgıç saatimi 1989’da aldım. Casio G-Shock’u fakülteden arkadaşım Nazım Ulucan önermişti. “Dayanıklı mı?” diye sormuştum. Cevap vermeden bileğindeki saatini hızla masaya vurmuştu. Plastik çerçevenin bir milimetre altındaki camı değil kırmak, çizmeye bile yetmemişti bu sert darbe. Sorumun cevabını almıştım. Sonraki 3 yıl boyunca karanlık diplerde geçirdiğim zamanları hep onun ekranında izledim. Az kahrımı çekmedi. Derken bir gün ayrılık vakti geldi. Yıllarca birlikte daldığım bir arkadaşıma hediye ettim onu. Hiç görmediğim sulara, Hazar Denizi’ne, Basra Körfezi’ne gitti Anagelich’in (Babaey) kolunda. Kimbilir şimdi ne haldedir?

***

Casio G-Shock’umdan ayrılmama yıllardır hayalini kurduğum bir başka dalgıç saati neden olmuştu. Seiko Diver’s 200 modeli, kuartz mekanizmalı analog bir saattir. 200 metre derinliğe testli saatin kalın safir camla korunan siyah kadranı hemen dikkat çeker. “Neden kolunda küçük bir duvar saati taşıyorsun?” diye sormuştu bir seferinde bir arkadaşım. Gülüp geçmiştim...

Annemle babamın fakülteden mezuniyet hediyesi ilk Seiko’mu 10 yıla yakın bir süreyle kullandım. Büyük Okyanus’a bile daldık birlikte. Yıllık bakımları haricinde kolumdan pek çıkarmazdım; o kadar bağlıydım Seiko’ma...

Beraber yaşadığımız onca maceranın basıncıyla o da yoruldu sonunda. Camı çizildi, zaman çemberi yıprandı... Günün birinde onun yerini, titanyum kasalı, güneş enerjisiyle çalışan bir Citizen EcoDrive aldı. Seiko’ma ne mi oldu? Deniz kabuklarımı ve bir yığın ıvır zıvırı sergilediğim vitrinde emekliliğin tadını çıkarıyor.

***

Her nedense Citizen EcoDrive’a bir türlü alışamadım. Oysa, Japonya’daki aylık bursumun beşte biri olan 30.000 Yen’i, sırf bu saati almak için harcamıştım. 2005’de Kızıl Deniz’de dalarken de kolumda o vardı. Tropikal cennetti birlikte dolaşmıştık. Olmayınca olmuyor. Yine de kıyamadım ona. Bir çekmecenin karanlığında unutulup gitmesine gönlüm razı olmadı. Bir başkasının kolunda bile olsa deniz suyuyla ıslanmalıydı. Islanıyor da...

Çok sevdiğim bir başka arkadaşıma, “zıpkıncı” Emin’e (Yiğitler) hediye ettim onu. Artık bir başka deniz kurdu için derinlerde akıp giden zamanı gösteriyor.

***

İkinci Seiko’mu 2007’de aldım. Takan kişinin kol hareketleriyle otomatik şarj olan, elektro-mekanik bir saatti. Mucitleri, kristal cam, paslanmaz çelik ve karmaşık bir mekanizmadan yarattıkları bu şahesere Seiko Kinetic adını vermişler. Zamana adanmış kusursuz bir makinedir o. Güvenilir bir dost, sadık bir dalış arkadaşıdır. Saniye şaştığını hatırlamıyorum.

Casio firması 2008’de G-Shock’un 25. yıldönümü anısına DW-5000 modelini, şık bir teneke kutuda yeniden piyasaya sürdü. Dayanamadım ve hemen bir tane aldım. İlk G-Shock’umdan farklı olarak, ikincisinin arka kapağı gövdeye kendiliğinden vidalanıyor. Açmak için özel bir anahtar kullanmak şart. Kronometresinin rahatlığını özlemişim. Onca yıldan sonra, derin dalışlarda yine kolumda. Onunla dalmak eski bir dostla buluşmak gibi...

***

Geçtiğimiz Ekim ayında eşim Özgür, güzelliğini tanımlamakta zorlandığım şahane bir dalgıç saati hediye etti bana. Yine kol hareketleriyle otomatik olarak kurulan, 300 metre testli mekanik bir Oris. Lacivert kadranı dalga çizgileriyle süslenmiş. Sürekli beni çağıran derinlikleri görür gibiyim kadrandaki dalgaların altında. Çoğu zaman saatin kaç olduğunu öğrenmek için değil, kendimi iyi hissetmek için bakıyorum ona. Belki bir gün oğlum Derin takar koluna...

Kaybettiğim, hediye ettiğim ya da elimde kalan tüm dalgıç saatlerim, sıradan bir zaman göstergesinden daima daha fazlasını ifade ettiler bana. Onları kolumda taşımaktan, onlara bakmaktan hiç bıkmadım, bıkmam da. Çünkü onlar en güzel zamanlarımın tanıkları.

8 Ocak 2012 Pazar

ZEHİRLİ Mİ ZEHİRLİ!..

Makbul sayılmayan balıklardandır trakonya. Çarşıda, pazarda hemen hiç görmezsiniz onu. Zaten tanıyan da, pişirmeyi bilen de pek yoktur. Balıkçıların çekindiği mahlukatlardandır. Cüssesine aldanıp adam yerine koymayan acemilerin vay haline! Trakonya en acılı dersle öğretir kendisiyle şaka yapılmaması gerektiğini...


Öyle çok büyük bir balık değildir, boyu yarım metreyi bile bulmaz. Ağzındaki belli belirsiz dişler de insanın etine geçmez. Gelin görün ki ustası da acemisi de çekinir, ağa veya oltaya takılmış trakonyaya dokunmaya. Güçsüz de olsa, çelimsiz de olsa, deniz insanları arasında namı almış yürümüştür, “aman ha dikkatli dokun, hatta iyisi mi ez kafasını, kaldır at denize” diye! Ne de olsa çok zehirlidir trakonya; denizin en güçlü zehirlerinden birini taşır bedeninde. İnsanı sokmaya görsün, acıdan kıvrandırır, perişan eder...

***

Geçen gece yine Beykoz’da aldık soluğu. Aslında bir hafta geçti bu hikâyenin üzerinden, ama bir türlü elim varıp da yazamadım. İş güç...

Bu sefer uzun bir dalış yapmak niyetindeydik. O yüzden birer tane de deko tüpü almıştık yanımıza. Kıyıdan kanalın eteğine gidip gelmek, akıntıda 20 dakikayı buluyor. Buna bir o kadar da dip zamanı eklenince, 30-35 m’de 40 dakikalık bir dalış görünüyordu bize.

Gece, akıntı, navigasyon ve toplam 40 dakika dekompresyon... Bir geceye ancak bu kadar macera sığdırılabilir. Fazlası bünyeye zarar; mazallah dalıştan soğutur adamı...

***

Çekek yerindeki sayısız tahta iskelede, boğazın emektar sandalları günün yorgunluğunu atarken aralarından geçiyoruz. Malzemeyle birlikte ağırlığım 100 kilodan fazla. Teoman’la Ulaş da benden aşşağı kalmazlar. İskeleler hiç emniyetli görünmüyor. Birini seçip üzerinde ilerliyoruz. Deniz yorgunu tahtalar attığımız her adımda esniyor. Bir yerimizi kırmadan suya girmek için harcadığımız çaba cambazları kıskandırır.

Suya girmemle birlikte sağ ayağıma, topuğun biraz üstünden ince bir serinlik yayılıyor. Onca dalışın ardından kuru elbisem artık su sızdırmaya başladı. Allah’tan çok fazla değil; sağ ayağımdaki ıslak serinlik pek rahatsız etmiyor. Kış dalışında olur böyle şeyler...

Akıntıyla tatlı tatlı sürüklenirken karşılaştığımız çöplerin bazıları, koyda nesillerdir süren balıkçılık telaşının öyküsünü anlatıyor. Yosun bağlamış palamar halatları, lime lime olmuş gırgır yakaları, olta kurşunları, örümcek ağını andıran misina yığınları...

Denizden bir parça koparmaya çalışırken denizin el koyduğu nesnelerin arasında can çekişen pavuryalar, balıklar var. Dipte unuttuklarımız, denizden can alan bir tuzağa dönüşüyor.

***

Balıkçıların dokunmaya çekindiği trakonya da bu tuzaklardan birinin yakınında uyukluyordu. Güçlü ışıklarımız belli ki uykusunu kaçırmıştı. Denizin güçlü zehrini taşıyan kalın dikenli kara yüzgecini tehditkâr bir ifadeyle açmakta gecikmedi. “Dokunmayın” der gibiydi gözleri.

Dokunmadık... Birkaç poz fotoğrafını çektik ve onu canlı görmüş olduğumuz için şanslı saydık kendimizi. Yine de insan kendine sormaktan alamıyor, acaba gelecek sefer yine burada karşılaşacak mıyız onunla diye. Etrafta o kadar çok tuzak var ki onun ve onun gibi nicelerinin canını almak için bekleyen...