14 Ekim 2012 Pazar

GÜNEŞ ÇİÇEĞİ...

Aslında bu dalışın amacı bambaşkaydı...

Perşembe Pazarı’nın gediklilerinden Mehmet Kaptan’ın verdiği kerterize göre Ortaköy’de, Esma Sultan Yalısı ile Boğaziçi Köprüsü’nün arasındaki koyun açığında, buharlılar zamanından kalma bir batık vardı...

- Sırtınızı kıyıdaki inşaata verin, sonra tam karşıya doğru, sağa sola sapmadan ilerleyin; 30 m’yi biraz geçince karşınıza çıkar...” demişti kaptan...

***

Otoparktan kıyıya kadar tam tesisat yürüyüp, Ortaköy Camii’nden Esma Sultan Yalısı’na kadar yüzeyden palet çırpmak tam sabah eziyeti olmuştu ya, kaptanın kesin görürsünüz dediği buharlı batığının hayali bacaklarıma arka arkaya giren krampları az da olsa hafifletiyordu.

Yalıyla köprünün hemen hemen tam ortasından açığa doğru pusula nişanı aldık, ardından bizi doğruca batığa götürmesini umduğum rotada ilerlemeye başladık...

***

Boğazın en sevdiğim tarafı, derin suya hızla ulaşmanızı sağlayan neredeyse dik denecek kadar eğimli kıyılara sahip olması.

Sabit çakarlarla yerleri belirlenmiş olan sığlıkların haricinde, boğazın kıyıları hırdavatçı dükkanı misali takım taklavatla dengenizi bozmak için fırsat kollar.

Esma Sultan Yalısı’nın önünde de durum farklı değil. Kıyıdan taş çatlasın on metre açıktaydık dalışa başlarken, derinlik bir anda beş altı kulacı buldu, o şekilde de derinleşmeye devam etti.

Yirmi metre civarında kristal başladı. Mangal alevine bakar gibi bulandı su birden bire, kristali geçince düzeldi. Marmara’dan gelen temiz dip suyu sayesinde berrak bir alacakaranlıkta ilerlemeye başlamıştık Ulaş’la (Oyal). Loş zemine yakından bakınca iri kıyım dil balıklarıyla pisi balıkları fenerlerimizin ışığından ürkerek hemen kuma gömüyorlardı kendilerini.

Kumdan fırlayan pörtlek gözler, kaplan desenli, mavi hareli sedef beyazı bedeniyle irili ufaklı trakonyaları ele veriyordu. Dibi biraz eşeleyince şimşek gibi kaçıyordu keratalar.

Sadece su değil kum da tertemiz kristalin altında. Kıyıdaki balçığımsı kumla ilgisi yok boğazın dipindeki temiz gri kumun. Dipten kalkmasıyla dibe oturması bir, boğazın derin dibini kaplayan iri taneli temiz gri örtünün...

***

Uzatmayayım, umduğumuzu bulamadık!

Otuz metreden 37 küsüre kadar değişen dar bir şeritte yirmi dakika aradık batığı. Kaptanın dediği gibi hep köprü yönüne doğru ilerledik. Batıktan eser yoktu.

Bugünlük bukadar der gibi baktım Ulaş’a ve dönmeye başladık. Dipteki ufak bir kayanın üzerinde hafif hafif dalgalanan beyaz çelengi gördüğümde 30 m’yi biraz geçmiştik. Bembeyaz bir Cereus pedunculatus... Güneş çiçeği de denen bu deniz şakayığının albinosunu hiç görmemiştim daha önce.

Zeytin yeşiline, kahverengine, eflatuna çalanlarını daha önce birçok kez görmüştüm Marmara’nın sığlıklarında. Ama bembeyazına ilk kez Ortaköy’ün biraz açığında, boğazın biraz Marmara biraz Akdeniz olduğu derin kanalda denk gelmek ibret alınması gereken bir rastlantı.

Boğazın dibindeki yaşam sadece buraya özgü.

Biz, onun rengini bulandırdık, suyunu kirlettik! Oysa o, bütün bunlara rağmen, derin karanlığında açan bembeyaz çiçekleri bize sunacak kadar hoşgörülü...

3 Ekim 2012 Çarşamba

TEPETAKLAK İSTANBUL...

Derinlerdeki dünyayı İstanbul’un iki yakası arasında dala çıka tanıdım. Zaman zaman başka yerlerde daldığım da oldu. Fakat uzak denizlerdeyken bile aklım hep buradadır. Yanlış anlamayın, gittiğim yerleri sevmediğimden, başka denizlerde mutsuz olduğumdan değil; sebebini kestiremediğim, adını koyamadığım bir duygu bu...

Doğruyu söylemek gerekirse başta çok özel bir sebebi yoktu İstanbul’da dalmamın. Herşey size daha önce anlattığım bir rastlantı sonucu başlamıştı. Damdan düşer gibi dalmıştım derinlere. Dalış o dalış, hâlâ dibini bulamadım.

Delikanlılık çağına has bir oyun gibiydi dalmak önceleri. Haftaiçi okulla haftasonu nargile teknesi arasında geçen hayatı sevmiştim. Çocukken kıyısında oynadığım denizlerin içinde kaybolup gitmek İstanbul’un hep merak ettiğim bir yüzünü görmemi sağlamıştı.

Sadece deniz yaşamı yoktu dipte. Karadaki hayatımıza ait izler derinlerde de devam ediyordu. Bu izlerin peşinde derinlere giderken bambaşka bir İstanbul’da gezindiğimi düşünmüştüm; hâlâ da öyle düşünürüm ya...

İstanbul’da dalmak, yıllardır yaşadığım kente tepetaklak bakmak gibiydi. Sanki aynanın sırrı kalkmıştı ve ben onun arkasındaki dünya ile yüzyüze gelmiştim. Fokurtular saçarak yüzeyin altında kaybolmak aynanın arkasına geçmek gibi gelir bana. Gözümdeki perde kalkar ve şehir sayılı insana gösterdiği sırlarını paylaşmaya başlar derinlere indikçe.

Kendimi alamadığım bir masalı dinlemek gibidir İstanbul’da dalmak. İnsanın daima çocuk kalan yanını doyurmanın bildiğim en iyi yoludur.

***

İki denizin buluştuğu İstanbul’a farklı denizlerden başka başka canlılar gelir. Kimileri burada biraz duraklar ve sonra yoluna devam eder, kimileriyse kalır ve buraya yerleşir. Gelip geçenler de kalıp yerleşenler de İstanbul’un derinlerinde gizlenen dünyayı zenginleştirirler.

Mercan bahçelerindeki deniz ağaçları, deniz kalemleri ve anemonlar, derinlerde hiç solmayan çiçek bahçeleri yaratırlar. Marmara ile Karadeniz arasında gidip gelen balık sürülerinin yoğun trafiği boğazın derinlerinde adım adım ilerler. Dipteki bir taşa yaslanıp balıkların geçit törenini seyretmek çok keyiflidir.

Her taşın altı pavurya, çağanoz kaynar; arasıra kallavi bir istakoz da onların arasına karışır.

Kuyruk sallamak yerine kanat çırpan vatoz balıkları da yaşar İstanbul’un yanıbaşında. Öyle çok derinlere de inmezler, gece sular kararınca iyice kıyılara sokulurlar Fenerbahçe’den Caddebostan’a, Suadiye’den Tuzla’ya uzanan sahil boyunca.

Denizatı, deniziğnesi, trakonya, kırlangıç, üzgün, tiryaki, horozbina, lapin, kikla, gümüş, mezgit, gelincik balıkları ve daha neler neler...

İstanbul’un derinlerindeki masal balık kaynar. Eğer eşref saatlerine denk gelirseniz diplerine kadar sokulmanıza bile ses çıkarmazlar.

***

Pazar kahvaltısından önce ağız tadıyla batık dalışı yapabildiğim nadir yerlerdendir Boğaziçi. Sabah erken saatte Ortaköy’den, Rumelihisarı’ndan ya da Paşabahçe’den suya girip boğazın seslerini dinleyerek batıklarda dolaşmak... Denizin uyanışıyla gözgöze gelmek... Sabahın ilk ışıklarıyla aydınlanan boğaz kıyılarını seyretmek... Bu manzaraya karşı bir bardak demli çayı yudumlamak ve ardından eve dönmek, nihayet denizin tuzu daha üzerimdeyken ailemle kahvaltı sofrasına oturmak...

Böyle sabahlarda boğaz yatağından taşar da evimin kıyısına gelir sanki...

***

İstanbul’un gece hayatı da güzeldir. Denize karanlık çökünce derinlerdeki gece tayfası da ortaya çıkar. Gece deniz sakindir, yaşayanları da...

Aslında deniz yaşamını olabildiğince yakından tanımanın en doğru zamanı gecedir. Hem masallar da gece anlatılmaz mı? Gece dalışı yapmak büyüklere yazılmış masalları dinlemek gibidir; uyanmak istemediğim bir düştür.

***

Yazı ayrı kışı ayrı güzeldir İstanbul denizlerinin. Kıyısı da derinleri de sürprizlere gebedir. Gündüzü ayrı gecesi ayrıdır. Yaşam da buradadır tarih de... Ürkek çağanoz asırlık şarap şişesinin içinden size göz kırpar. Bize ait olanlar deniz yaşamı ile kaynaşır, renk değiştirir, farklı bir görüntüye bürünür ve en sonunda denizin malı olur.

İnsan yaşamı ile kaynaşmış deniz yaşamına tanık olmaktır İstanbul’da dalmanın özeti. Aynı şehirde başka bir şehrin, hatta başka bir dünyanın insanı olmaktır. İstanbul’u tepetaklak yaşamaktır.

1 Ekim 2012 Pazartesi

SICAK KARŞILAMA, HOROZBİNA...

İşte ele avuca sığmayan yaramaz bir çocuk. Oyuncu mu oyuncu, ürkek olduğu kadar meraklı. Her taşın altını sahiplenen, boş şişelerin içine yuvalanmakta gecikmeyen...

Dipten çok uzaklaşmayan, hatta hemen hemen hiç uzaklaşmayan; alışana kadar araya mesafe koyan, ancak tedirginliği geçtikten sonra canciğer kuzu sarması olan...

***

Sahil çocuklarının ilk tanıdıkları balıklardandır horozbina. Turuncu deniz gözlüğünün oval penceresinden dalgaların altını ilk kez seyreden afacanları karşılayanlar arasında daima o da vardır. Biraz ürkek biraz da merakla hoşgeldin der, buyur eder derinlere giden yolun başında.

Küçük afacanların ikram ettikleri ekmek parçalarına hayır demez, ikramı kesinlikle geri çevirmez. Fakat ekmeğe olan ilgisi sizi sakın yanıltmasın, miniminnacık horozbina küçük karidesleri, kabukluları, deniz salyangozu gibi yumuşakçaları, solucanı andıran deniz kurtlarını da yemekten geri kalmaz.

***

Yuvasına çok bağlıdır ve sonuna kadar korur. Denize atılan hemen her şişenin, meşrubat kutusunun içinde muhakkak bir tanesi yuvalanmıştır. Hele o yuvanın içine yumurtalarını döktüyse, horozbinayı deliğinden çıkarmak için ne yapsanız nafile, canı pahasına savunur yuvasını ve yumurtalarını...

Çöplerimizi sahiplenmeye ne kadar hevesli olursa olsun, o yine de denizin sunduğu doğal sığınakları tercih eder. Kimi midyelere yaslar sırtını, kimi süngerin kadife gibi dokusunda şekerleme yaparak atar günün yorgunluğunu.

***

Horozbina süsüne de düşkündür. Ensesinden kuyruğuna kadar uzanan sırt yüzgecini açtığında çok heybetli görünür. Yeleyi andıran bu yüzgecin başın üzerine denk gelen kısmı tıpkı bir horozun ibiği gibi yükselir. Horozbina isminin alametidir yüzgecin bu kısmı.

Çoğunlukla rengârenk olurlar. Allı, morlu, sarılı, kızıllı beneklerle, kalın çizgilerle bezenmiştir derileri. Bedenlerini kaplayan renk cümbüşü gözlerine de yansır.

Bazı türleriyse sade bir makyajla yetinmeyi tercih ederler. Mesela Parablennius rouxi türü horozbinanın sedef rengi bedeninde, alından başlayan ve kuyruğa kadar kesintisiz devam eden siyah bir şerit vardır. Bu haliyle horozbinaların paşasıdır kendileri...

***

Horozbinanın İstanbul’a bağlılığı takdire değer. Bu kıyıların başına gelen her felakete en ön sıradan tanık oldu, ama yine de terkedip gitmedi buralardan. Neden mi? Çünkü, o yuvasını sahiplenirken sadece bir kovuğu, bir süngeri, bir yosun öbeğini sahiplenmiyor. Yaşadığı yere ait olmayan şişeyi, kutuyu bile sahipleniyor; denizin çöplerimizi örtbas etmek için gösterdiği çabaya varlığıyla destek oluyor. Deniz şişenin dışını kaplarken o içine yerleşiyor.

Turuncu deniz gözlükleriyle denizin içine bakan afacanlar hayal kırıklığına uğramasınlar, bomboş ölü bir dünya ile karşılaşmasınlar diye inatla, sabırla bekliyor yerleştiği şişede.