Hemen her boğaz dalışında dalgaların altında kaybolmadan önce söylenen son sözler üç aşağı beş yukarı aynıdır: "Suya atlar atlamaz hemen yolun kazıklarına tutun! Yoksa ya Bebek'ten çıkarsın ya da Sarayburnu'ndan..." İyi de madem akıntı bu kadar kuvvetli, o zaman boğazda dalış yapmak niye? Şöyle dalgaların şıpır şıpır kıyıyı ıslattığı, çok fazla kıpırdanmayan, akıllı uslu derinleşen, yüzeyden bakınca dibi görünen bir yerde, mesela güneyde dalmak varken, alacakaranlık suların deli gibi aktığı gem vurulmaz boğazda dalmak düpedüz delilik değil mi?
Ben ilk dalışımı 1988 senesinde Rumeli Feneri'nde 'Roket Taşı'nda yapmıştım. Uçsuz bucaksız Karadeniz'in tüm suyunun, önce Marmara'ya sonra Ege üzerinden Akdeniz'e ulaşmak için olanca hışmıyla omuzladığı boğaz önü denizi, boğazın derinliklerinde sizi nasıl bir cadı kazanının beklediğini daha ilk metreden itibaren hissettirir. O kadar güçlü sıkıştırır, o kadar inatla sürüklemeye çalışır ki doğanın bütün hırsını sizden çıkarmaya çalıştığını düşünebilirsiniz. Akıntı, suyu bir pençeye dönüştürür. Denizin güçlü pençesi en ufak boşluğunuzu yakaladığında üzerinizden bir parçayı, maskenizi, fenerinizi ya da adamakıllı sabitlemediğiniz her neyse onu alıp götürmek için her an tetikte bekler. Bazen maskenizi alıp götürmez ama akıntıyı yandan aldığınızda kenarını öyle bir kaldırırki, daha siz ne olduğunu anlamadan maske suyla dolar, dünyanız bulanır. Bacaklarınız istediğiniz kadar güçlü, paletleriniz jet motoru gibi olsun, nafile... Ne yaparsanız yapın akıntıya karşı palet çırpmayı denemek, boşa küre çekmekten de beterdir. Bi'kulaç ilerleyemediniz gibi beş dakika geçmeden kesilir kalırsınız.
"Ee, bak kendi ağzınla da söylüyorsun işte... Madem bu kadar zor, boğaz yerine başka yerde dalsana..."
İstanbul Boğazı kimine göre dünyanın en işlek su yolu, kimine göre en ideal rakı-balık mekanı; aşıklar için dört dörtlük yürüyüş rotası; çinekopun, istavritin, izmaritin oltaya en güzel atladığı yer... Örnekleri çoğaltmak mümkün. Bana sorarsanız Boğaziçi, iki denizin, Akdeniz'le Karadeniz'in burun buruna geldikleri, karışmadan karşılaştıkları, 30 küsür kilometre boyunca birbirlerine teğet geçtikleri, hakimiyet alanlarının lodosla poyraza göre değiştiği, deniz canlılarının farklı dünyalar arasında gidip gelmelerini sağlayan, hem ekolojik hem de biyolojik önemi hakkında sayfalar dolusu yazılıp çizilmiş bir yaşam koridoru. Hal böyle olunca, iki denizin birçok canlısını Boğaziçi'nde görmek mümkün. Karadeniz canlılarını mı görmek istiyorsunuz; o zaman kristalin altına inmeden yüzey sularında gezinin... Akdeniz canlıları ile mi karşılaşmayı istersiniz? Derinlere inmeye hazır olun. İstanbul Boğazı'nda hangi denize dalarsanız dalın, akıntıyı sakın aklınızdan çıkarmayın ve dibe sıkı sıkı tutunun.
Boğaz dalışları yüzmekten çok sürünmeyi, hatta tırmanmayı gerektirir. Suya girdiğinizde kıyıda sağlamca bir yere tutunur ve son kontrolleri öyle yaparsınız. Her şey yolundaysa can yeleğindeki havayı hemen boşaltır ve suya girdiğiniz yerden çok fazla uzaklaşmadan dibe çökmeye çalışırsınız. Tüm ekip dipte buluşunca herkes yüzünü akıntıya döner. Yönü şaşırmanızsa mümkün değil; denizin yumruğuyla maske yüzünüze iyice yapışır.
Ağırlık kemerine fazladan en az 2 kilo kurşun koymak da akıntı dalışının olmazsa olmazı. Boğazda negatif sephiye şart. Aksi halde uçan balon gibi süzüle süzüle akarsınız Şirket-i Hayriye vapurunun dümen suyunda...
Hani eskilerin, yan yan yürüyen zil zurna sarhoşlar için kullandığı bir deyim vardır... Neydi? Tamam hatırladım "akıntı çağanozu..." Boğazın yamacını takip ederek derine inen bir dalgıç da aynen akıntı çağanozu gibi ilerler. Gerçi havanın lodos estiği, akıntının çooook yavaşladığı zamanlarda insan gibi palet çırpıldığı da olur, ama boğazda ekseri akıntı çağanozu gibi yan yan ve biraz da hoplaya zıplaya gidersiniz derinlere doğru.
Eski abilerimizin akıntı dalışlarının meşakkatini anlatmak için sıkça kullandıkları bir değim de "bıçak bıçak ilerlemek"tir. Gerçi ben bugüne kadar hiç denemedim ama, eski tüfek dalgıçlar kasaturayı andıran dalgıç bıçaklarını dibe saplaya saplaya akıntıya karşı ilerlemeyi denerlermiş. Bir seferinde ben de denk gelmiştim onlardan birine; iki elinde iki dalgıç bıçağı, Rumeli Hisarı'na tırmanan Kara Murat misali dipte ilerlemeye çalışıyordu abimiz. Garip bir manzaraydı.
***
Yeniköy ve Aşiyan boğazdaki favori dalış mekanlarım. Bir de kuzeyde Çakal Limanı, Büyük Liman, Poyraz Limanı ve Karantina Koyu (artık dalışa kapalı); ortalara doğru Fil Burnu, Keçilik Koyu ve Beykoz Koyu var. Aşiyan'ı ve Çakal Limanı'nı Taner'den (Aksoy) öğrenmiştim. Yeniköy ve Beykoz Koyu'nun güneyinde Burunbahçe kendi keşiflerim. Büyük Liman, Poyraz Limanı; Karantina, Keçilik ve Beykoz koylarıysa, Su Ürünleri Fakültesi'ndeki öğrencilik günlerinde uğrak yerlerimdi. Hey gidi hey, 10 yıldan fazla oldu oralara gitmeyeli...
Herbirinin kendine göre bir dalış raconu vardır. Heryerde aynı taktikle dalmanız imkânsız değil ama zordur. Aşiyan, Burunbahçe ve Yeniköy denizin hızla derinleştiği, akıntının cadı kazanı gibi aktığı birer sualtı uçurumudur. Geri kalan yerlerde dip yavaş yavaş derinleşir ama yine de tedbiri elden bırakmamak gerekir. Sığlığa kanıp da açılırsanız kanala girmeniz işten bile değil; kanaldaysa akıntı olanca gücüyle sizi bekler.
Akıntı, boğaza yaşam getirir, boğazdan yaşam götürür. Aslında boğazda akan, sular değil yaşamın ta kendisidir. Yaşam hızla akar Boğaziçi'nde. İki denizin suları ve yaşamları kuşatır derinlere giden yolcuyu.
***
Boğazda akıntı dalışıyla ilgili kısa bir film http://derintakip.blogspot.com/2009/07/istanbulda-dalmak.html adresinde...
Guzel anlatmışsın vesselam, yani okudukça hem tırsıyor hem cesaretleniyorum, hadi hayırlısı. İSTANBUL İNTERNET HİZMETLERİ
YanıtlaSil