Her deniz canlısı sessiz dünyadaki yaşamına başlamadan önce, dış dünyadaki hayatın en az kendisi kadar göz kamaştırıcı bir serüveni yumurtanın içinde yaşar. Şekli, rengi, büyüklüğü, bırakıldığı yerin özellikleri türden türe değişen yumurta, yeni bir neslin hayatın zorluklarına göğüs germeden önce son hazırlıklarını yaptığı güvenli bir evciktir.
Ait oldukları türlerin erişkinlikte kazandıkları desen ve biçim zenginliğiyle boy ölçüşebilen çeşitlilikteki deniz yumurtalarının kendilerine has bir dünyaları var. Kupkuru, destekten yoksun bir dünyaya doğan kara yumurtalarının aksine deniz yumurtaları, su dünyasının yumuşak karnına doğmak gibi bir şansa sahipler. Kalsiyum karbonattan oluşan dayanıklı kabuk, kara yumurtalarını dış dünyadan ayıran sert bir sınır çizdiği halde deniz yumurtaları, sabırla çatlamayı bekledikleri su dünyasının yumuşaklığını yansıtan bir esnekliğe sahipler. Martıların ve deniz kaplumbağalarının sert kabuklu yumurtaları, bu genellemenin dışında kalan, karayla bağlantısı kopmamış ender deniz yaşamı örneklerinden...
***
Köşeleri boynuz şeklinde uzamış dikdörtgenlere benzeyen vatoz yumurtaları, dokunduğunuzda deri bir keseyi elliyormuş hissi verirler. Bu yumurtalara “deniz kızının kesesi - Mermaids purse” denmesininin nedeni, eskilerin altın keselerine bir gönderme yapma isteği olabilir mi? İçinde kocaman bir yumurta sarısı bulunan deniz kızının kesesi, dipte yaşayan etobur balıkların özellikle peşine düştükleri besleyici bir gıda. Neyse ki yumurtaların maruz kaldığı yırtıcı baskısı makul bir düzeyde. Yoksa vatozların nesli hızla tehlikeye girerdi.
***
Deniz yosunlarının üzerinde zarif danteller gibi duran yığınlar dikkatinizi çekti mi hiç? Yosun tabakalarının arasında ilkbahar ortalarında görülmeye başlayan bu narin danteller deniz tavşanı yumurtalarından başka bir şey değil. Toz zerresi gibi yüzlerce yumurtanın tutunduğu jelatin şeritler, derinlerde kutlanan yaşam baharının mevsimlik süsleridir; tıpkı vatozların, kalamarların ve diğer yüzlercesinin bıraktığı yumurtalar gibi...
19 Temmuz 2011 Salı
16 Temmuz 2011 Cumartesi
BOĞAZ'IN KALLAVİ ISTAKOZU...
Bir zamanlar balık sofralarının vazgeçilmez mezesiydi ıstakoz. Boğaz’da, Marmara’da bol bol avlardı balıkçılar. Kanlıca’nın, Aşiyan’ın, Yeniköy’ün, Beykoz’un, Adalar’ın derin taşları, irili ufaklı batıklar ıstakoz yuvalarıyla doluydu eskiden. Kalınca bir halata sırayla bağlanan hamal küfelerinin içi balık artıklarıyla, işkembeyle yemlenir, sonra yuvaların bulunduğu kayalıkların yakınına bırakılırdı. Leşlerin kokusunu alan ıstakozlar küfelere girerdi. Sonrasında balıkçıya halatı çekmek ve küfenin içindeki kolay ziyafetin kurbanı olan ıstakozu öldürmeden tezgâha yatırmak kalırdı.
Çavaleyi dolduran beş kiloluk kuzu gibi ıstakozlar şimdi hayal gibi geliyor. Hele de İstanbul’un kıyılarında...
***
Geçenlerde Darıca’da dalarken 7 m derindeki bir kovukta, aşağı yukarı 2 kiloluk bir ıstakoza denk gelince, keyiften ağzım kulaklarıma varmıştı. Yıllar önce Yassıada’da “27 taşı”nın dibindeki bir kovuktan da bir çift anten çıkardı. Yassının gediklisi dalgıçların başlıca keyiflerindendi kovuğun sadık bekçisini izlemek. Ara sıra beslediğimiz de olurdu kendisini. Elbirliği ile korurduk “27 taşı”nın ıstakozunu. Bir gün yine halini hatırını sormak için kovuğuna gittik ama o yerinde yoktu. Önce kötüye yormadık yokluğunu. Istakozlar ara sıra kovuk değiştirirler ya da beslenmek için yuvalarını kısa süreliğine terk ederler. Bizimki de ya yerini değiştirdi ya da lokma peşine düştü diye düşündük. Bir gün bir hafta oldu, bir hafta bir ay, ama “27 taşı”nın ıstakozu bir daha kovuğuna geri dönmedi. Civarda yerleşebileceği tüm kovukları araştırdık, ama bizim kabuklu kuzudan eser yoktu. İnsanlara alışmanın bedelini galiba canıyla ödemişti. Kim bilir kimin sofrasını süsledi?
Darıca’nın ıstakozu içime biraz olsun su serpti serpmesine ya “27 taşı”nın bekçisi bambaşkaydı. Yaşını tahmin edemem, ama kabuğu yosun tutmuş, midye bağlamıştı. Marmara’nın eski kallavi ıstakozlarından mirastı. Epey tuttum yasını...
Birkaç hafta önce Boğaz’ın girişine yakın bir mevkiide bir başka iri kıyım ıstakoza rastladım. Her pazar sabahı yaptığım kıyı dalışlarından birinde dipte gezinirken, daha önce belki de defalarca üstünden geçtiğim bir batığın kalıntıları çıktı yoluma. Batığın üst yapısı yıllar önce kesilip alınmıştı ve geride omurgası kalmıştı. Sağa sola bakınıp birkaç fotoğraf çektikten sonra tam oradan ayrılacaktım ki omurganın altına doğru uzanan bir kum oyuğundan çıkan bir çift antenle burun buruna geldim. “27 taşı”nın yerinde yeller esen ıstakozuna denk bir başka ıstakoz, omurganın altındaki yuvada yaşıyordu. Fenerimin güçlü ışığına ürkek tepkiler verdi, kaçmadı ama yine de beni uzaktan izlemekle yetindi. Yerini benden başkasının bildiğini sanmıyorum yoksa çoktan o da bir sofraya meze olurdu.
Ara sıra onu görmeye gidiyorum. Haftalardır süren flörtümüze rağmen bana karşı hâlâ çok tedbirli davranıyor. Kaçmadan ama çok da yaklaşmadan birbirimizi izlemekle yetiniyoruz. O beni inceliyor ben de onu. Anlayacağınız düzeyli bir ilişkimiz var. Onu ziyaret etmek ve her seferinde onu canlı görmek beni rahatlatıyor. Marmara’nın giderek daha fazla canlandığının kanlı canlı kanıtı o!
Çavaleyi dolduran beş kiloluk kuzu gibi ıstakozlar şimdi hayal gibi geliyor. Hele de İstanbul’un kıyılarında...
***
Geçenlerde Darıca’da dalarken 7 m derindeki bir kovukta, aşağı yukarı 2 kiloluk bir ıstakoza denk gelince, keyiften ağzım kulaklarıma varmıştı. Yıllar önce Yassıada’da “27 taşı”nın dibindeki bir kovuktan da bir çift anten çıkardı. Yassının gediklisi dalgıçların başlıca keyiflerindendi kovuğun sadık bekçisini izlemek. Ara sıra beslediğimiz de olurdu kendisini. Elbirliği ile korurduk “27 taşı”nın ıstakozunu. Bir gün yine halini hatırını sormak için kovuğuna gittik ama o yerinde yoktu. Önce kötüye yormadık yokluğunu. Istakozlar ara sıra kovuk değiştirirler ya da beslenmek için yuvalarını kısa süreliğine terk ederler. Bizimki de ya yerini değiştirdi ya da lokma peşine düştü diye düşündük. Bir gün bir hafta oldu, bir hafta bir ay, ama “27 taşı”nın ıstakozu bir daha kovuğuna geri dönmedi. Civarda yerleşebileceği tüm kovukları araştırdık, ama bizim kabuklu kuzudan eser yoktu. İnsanlara alışmanın bedelini galiba canıyla ödemişti. Kim bilir kimin sofrasını süsledi?
Darıca’nın ıstakozu içime biraz olsun su serpti serpmesine ya “27 taşı”nın bekçisi bambaşkaydı. Yaşını tahmin edemem, ama kabuğu yosun tutmuş, midye bağlamıştı. Marmara’nın eski kallavi ıstakozlarından mirastı. Epey tuttum yasını...
Birkaç hafta önce Boğaz’ın girişine yakın bir mevkiide bir başka iri kıyım ıstakoza rastladım. Her pazar sabahı yaptığım kıyı dalışlarından birinde dipte gezinirken, daha önce belki de defalarca üstünden geçtiğim bir batığın kalıntıları çıktı yoluma. Batığın üst yapısı yıllar önce kesilip alınmıştı ve geride omurgası kalmıştı. Sağa sola bakınıp birkaç fotoğraf çektikten sonra tam oradan ayrılacaktım ki omurganın altına doğru uzanan bir kum oyuğundan çıkan bir çift antenle burun buruna geldim. “27 taşı”nın yerinde yeller esen ıstakozuna denk bir başka ıstakoz, omurganın altındaki yuvada yaşıyordu. Fenerimin güçlü ışığına ürkek tepkiler verdi, kaçmadı ama yine de beni uzaktan izlemekle yetindi. Yerini benden başkasının bildiğini sanmıyorum yoksa çoktan o da bir sofraya meze olurdu.
Ara sıra onu görmeye gidiyorum. Haftalardır süren flörtümüze rağmen bana karşı hâlâ çok tedbirli davranıyor. Kaçmadan ama çok da yaklaşmadan birbirimizi izlemekle yetiniyoruz. O beni inceliyor ben de onu. Anlayacağınız düzeyli bir ilişkimiz var. Onu ziyaret etmek ve her seferinde onu canlı görmek beni rahatlatıyor. Marmara’nın giderek daha fazla canlandığının kanlı canlı kanıtı o!
14 Temmuz 2011 Perşembe
DERİN DENİZLE TANIŞTI!
Oğlum Derin tam bir su kuşu çıktı! “Acaba denizi sevecek mi?” diye annesiyle meraktan bütün kış boşuna kıvranmışız. Geçen cuma Alaçatı’da denizle tanışan Derin, bütün endişelerimizin yersiz olduğunu daha ilk su yutuşunda ispatladı. Burnuna kaçan su genzini biraz yaktı yakmasına ama yumurcak suyu öğle usturuplu çıkardı ki zannedersiniz kırk yıllık dalgıç. Öyle yaygarayı falan da koparmadı. Zeytin gözlerini kocaman açıp bize bir bakışı vardı ki sormayın gitsin. Olacak o kadar artık, ne de olsa tenine terkostan başka su değmemişti daha bir hafta öncesine kadar. İlk şaşkınlığı geçince bacaklarını çırpmaya, suyu şakır şukur tokatlamaya başladı. Çocukluğum geldi gözümün önüne, rahmetli babamla sudaki boğuşmalarımız, şnorkelle dalmayı öğretişi ve daha birçok anı... Şimdi sıra bende, öğreten tarafta olmak, baba olmak... Denizi sevdirebilecek miyim diye düşünceden içim içimi yerken, canım oğlum yüreğime Ege’nin serin sularını serpti. Eee, armut dibine düşermiş...
***
Aslında Derin’in denizle tanışıklığı Alaçatı macerasından aylar önce Ahırkapı’da başladı. Aralık ayıydı, oğlum doğalı daha 15 gün olmamıştı. Burak (Demircan) amcasıyla ufaklığın göbek bağını 11 m derinde açtığımız küçük bir çukura gömmüştük. Derin'in küçük bir parçası daima balıklarla ve denizkızlarıyla... Bu ne zaman aklıma gelse çok hoşuma gidiyor, biraz da kıskanıyorum. Benim göbek bağım kim bilir nerede? Denizle yoldaşlığın sen daha onun koynunda ıslanmadan başladı oğlum.
***
Derin, Ege’nin mavisindeki ilk kulaçlarını atmaya çalışırken, Mothercare’dan aldığımız biraz alangirli bir deniz simidiyle sarmalanmıştı. Yumurcak çok sevdi simidini, üstelik tanıyor da, hem renginden hem de şeklinden. Birkaç kez tecrübe ettik, naylon oyuncağını görünce ağzı kulaklarına varıyor keratanın. Ancak yeni aksesuarı daha afili. Ne mi? Shorty dalış elbisesi. Onu da dün aldık Decathlon’dan. Eve gelir gelmez denedik, cuk oturdu üzerine. Gerçi omuzlarda biraz boşluk kaldı kalmasına ama sorun değil seneye tam olur.
***
Sabahı zor ettim. Uyanır uyanmaz yarım yamalak bir kahvaltı yaptık ve soluğu Caddebostan’da aldık. Günlerdir esen poyraz ortalığı iyice temizlemişti ve su pırıl pırıldı. Hızla giydirdik taze dalgıcı ve cup suya. Anasının kucağında sudan çıkmak bilmedi kerata. Dedim ya armut dibine düşermiş diye, Derin de tam ayaklarımın dibinde. Dilerim denize karşı sevgisi artarak devam eder. Dilerim denizle tanışmasını hep keyifle hatırlar.
***
Aslında Derin’in denizle tanışıklığı Alaçatı macerasından aylar önce Ahırkapı’da başladı. Aralık ayıydı, oğlum doğalı daha 15 gün olmamıştı. Burak (Demircan) amcasıyla ufaklığın göbek bağını 11 m derinde açtığımız küçük bir çukura gömmüştük. Derin'in küçük bir parçası daima balıklarla ve denizkızlarıyla... Bu ne zaman aklıma gelse çok hoşuma gidiyor, biraz da kıskanıyorum. Benim göbek bağım kim bilir nerede? Denizle yoldaşlığın sen daha onun koynunda ıslanmadan başladı oğlum.
***
Derin, Ege’nin mavisindeki ilk kulaçlarını atmaya çalışırken, Mothercare’dan aldığımız biraz alangirli bir deniz simidiyle sarmalanmıştı. Yumurcak çok sevdi simidini, üstelik tanıyor da, hem renginden hem de şeklinden. Birkaç kez tecrübe ettik, naylon oyuncağını görünce ağzı kulaklarına varıyor keratanın. Ancak yeni aksesuarı daha afili. Ne mi? Shorty dalış elbisesi. Onu da dün aldık Decathlon’dan. Eve gelir gelmez denedik, cuk oturdu üzerine. Gerçi omuzlarda biraz boşluk kaldı kalmasına ama sorun değil seneye tam olur.
***
Sabahı zor ettim. Uyanır uyanmaz yarım yamalak bir kahvaltı yaptık ve soluğu Caddebostan’da aldık. Günlerdir esen poyraz ortalığı iyice temizlemişti ve su pırıl pırıldı. Hızla giydirdik taze dalgıcı ve cup suya. Anasının kucağında sudan çıkmak bilmedi kerata. Dedim ya armut dibine düşermiş diye, Derin de tam ayaklarımın dibinde. Dilerim denize karşı sevgisi artarak devam eder. Dilerim denizle tanışmasını hep keyifle hatırlar.