Titriyorum...
Üzerimdeki kuru dalış elbisesine rağmen denizin soğuğu
banamısın demiyor. Hazırlanırken biraz ağırdan mı
aldım nedir? Galiba yine
hafifçe terledim suya girmeden önce. Oysa malzemeyle çok fazla yürümemek için
arabayı yakına parketmiştim. Çekek yeriyle otopark arasında 20 metre mesafe ya
var ya yok. Fakat onca ağırlıkla yürüyünce insanın gözenekleri coşuyor.
Aslında çok kafaya takmamak gerek. Azıcık üşümek kış
dalışının zekâtı sayılır. Kuru soğuk olarak kaldığı sürece mesele yok...
***
Boğazın dibinde yine şişe peşindeyim. Sahil yolunun
kenarında hazırlanırken Beykozluların çoğu daha
uyuyorlardı.
Sabah yürüyüşüne çıkmış olan emekliler çekingenlikle karışık
bir merakla bakıyorlardı malzememe. Sordukları soru hep aynı: kaç saat yeter o
oksijen tüpü?
“Derinde saf oksijen solumak insanı öldürür!” dediğimde
şaşırıyorlar. Oksijenin derinlerde zehire dönüştüğünü akılları almıyor. Ne
söylesem boş, sırtımdaki tüp onlar için yine de oksijen tüpü...
***
Planım aynı: 30-35 metreye kadar amaçsızca gezinip haftalık
arınma turunu tamamla, zehrini at, rahatla, bu
arada ilginç bir şeyler görürsen
durup bakarsın.
Dalışın ilk çeyreği hafifleme, sıkıntıları denize atma
turu...
Sonra uzun bir yay çiz. Geriye dön ama kaçar gibi tam
tornistan bir geri dönüş değil. Menzile erişirken dönüş yolundan da keyif
almayı unutma ve gözünü dört aç yol üzerindeki fırsatlara!
Cam döküntüleri 20’li metrelerde birer ikişer belirmeye
başlayınca işe koyulma vakti geldi demektir.
Bir elimde fener diğerinde tırmık...
Kuru elbisenin
boşaltma valfini sonuna kadar aç. Havanın fazlası kendiliğinden çıkıp
gitsin. Şişe ararken,
daha doğrusu amaç ne olursa olsun dibi eşelerken yüzerlik
ayarıyla uğraşmayı hiç sevmem.
Bu arada motorlar da gidip gelmeye başladılar. Ben denizle
boğuşurken Beykoz yavaş yavaş uyanıyor...
***
Koyu yeşil bir deniz Beykoz’un denizi. Arkasındakini hayal
meyal gösteren yarı saydam bir tül gibi. Görmekle görmemek arasında gidip gelen
şeffaf gölgeler gibi dibe saçılmış nesneler.
Beykoz’un denizi sonsuz bir boşluk gibi değil, görünmeyen
sınırları var.
Geçmişin camları saklı bu boşluğun derinliklerinde ve kumların
altında.
Onları bulmak için sabırla aramak gerek.
Deniz bazen cömert davranır, özenle sakladıklarının üzerini
açar, ortaya çıkarır onları. Çok fazla uğraştırmaz, zahmete sokmaz arayanı.
Akıntının güçlü eliyle kumları süpürür atar, hazinesini paylaşır.
Bazen de tersliği tutar, alabildiğine cimrileşir. Geçmişin
izlerini öyle ustalıkla örter ki eskiden eser kalmaz geride.
Neyse ki Paşabahçe Koyu’nun kuzey yönündeki hafif akıntısı
ve iskeleye gelen giden vapurların yarattığı
anafor yüzünden Beykoz’un
denizinin cimrilik etmeye pek fırsatı olmaz. Burada dip aynı gün içinde bir
kapanır bir açılır. Aynı yerden ikinci, üçüncü geçişinizde bunu
farkedebilirsiniz. Yeterince sabırlı ve dikkatli davranırsanız eliniz boş
dönmenize müsade etmez. Daha demin kumla kaplı olan düzlük şehir hatları
vapurunun anlık gayretiyle tertemiz olmuştur. Artık tek yapmanız gereken
eskileri yenilerden dikkatlice ayırmaktır.
***
İnsanın rızkı sabah dağıtılırmış. Erken uyanan sabahın
bereketini toplar, kimi karada kimi denizin dibinde...
Tırmığıma ilk şişe takıldığında deniz aydınlanmaya
başlamıştı çoktan. Sabahın ilk hediyesi koyu yeşil camdan
kırıksız bir Benedikt
likörü şişesiydi.
Aşağı yukarı bir ay önce Hünkâr Köşkü’nün açığında
gezinirken bir tane daha bulmuştum. Fakat ağzı kırık diye almamıştım. Sağlamını
bulmak bu sabaha kısmetmiş.
Günümüzde hâlâ üretilen bu likör Benedikt rahipleri
tarafından ilk kez 18.
yüzyılda şişelenmiş. Bulduğum el yapımı şişe muhtemelen
ilk üretimlerden biri. Daha çok ilaç niyetine tüketilen bitki kokteylinin
boşunu acaba kim atmıştı denize?
Zaman geçtikçe filem dolmaya başladı. Cidarlarında kalıp izi
bulunmayan, ağızları sonradan eklenmiş iki şişe
de eski cam ustalarının
emeğinin eseri.
Dibinde derin girintisi olan yeşil şarap şişesinin boynu ve
ağzı, asırlar önce harcanmış çabanın, damla damla alın terinin belirgin izlerini taşıyor. Önce üflenmiş, şekil verilmiş, sonra ağzı eklenmiş. Belli ki üfleme çubuğundan ayırırken biraz kırmak gerekmiş. Soğuyan camda dünün ustalığından izler kalmış...
Bizden önceki zamanlarda sarfedilmiş çabanın camlaşmış delillerini ararken hissettiğim rahatlama duygusunu keşke karada da hissedebilsem. (Ailemin yanında bulduğum mutluluğu ayrı tuttuğumu belirtmeliyim.)
Deniz bugün daha bir eli açık mı ne? Dipten şişe fışkırıyor!
Gerçi çoğu 30-40 yıllık rakı ya da ispirto şişeleri.
Kumun içine saklanmış olan şişeler bizden önceki
İstanbulluların tüketim alışkanlıklarını ele veren birer ipucu
aslında.
Çoktan unutulup gitmiş bir müsekkin olan Neurinase’nin
kabartma yazılı kahverengi şişesi... 1950’lerden kalma Vel-Çit marka Alman tipi
yağlı saç boyasının kadın beli gibi kıvrımlı şişesi... Yeni Laboratuvar’ın kabartma yazılı el işi kavanozu...
Filem bu sabah geçmişin camlaşmış izleriyle doldu taştı.
Sabahın bereketi işte...
***
Titreme biraz geçti sanki. Sudayken mesele yok ama rıhtıma
çıkarken insanı zorlayan bir denge mücadelesini tetikliyor bu durum. Titrerken
dengeyi korumak zor. Ne bir yerimi ne de şişelerimi kırmak isterim. Onları
toplamak için akla karayı seçtim uyku sersemi kentin kıyısında.
Ne zaman tam iyileşmeden dalsam hep böyle olur. Yine hafif
nezleyim, yoksa bu serinlik vız gelirdi bana. Böyle günlerimde uzun
dekompresyon gerektirecek dalış yapmamaya çok dikkat ederim. Bugün derinde çok
oyalanmayınca dalış bilgisayarı da insaflı davrandı, 6 metrede 3 dakika beklemede
tokalaştık. Onun da yarısı çıkış yolunda geçti gitti zaten.
Beykoz’daki çekeğin tek eksiği doğru düzgün bir merdiveni
olmaması. Dipteki irili ufaklı gevşek taşlar da cabası!
Ayaklarım dibe değer değmez tesisatın ağırlığından düşecek
gibi olsam da sağlı sollu bekleyen kayıkların
desteğiyle vaziyeti kurtardım.
İyi ki sıkıca bağlamışım şişeleri. Bu kadar yorgunluğun
üzerine kırılmalarını istemem doğrusu. Denizin dibinde yıllar önce daldıkları
uykudan bu sabah bambaşka bir İstanbul’da uyandılar. Sabahın bereketiyle iyice
keyiflenen bu dalgıca her birinin anlatacak ayrı bir hikâyesi var...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder