Düş görürken yaşamdaki tüm sınırlar ortadan kalkar. Gerçekliğin katı sınırlarına takılıp kalan tüm hayaller düşlerde gerçekleşme fırsatı bulur. Uçabilirsiniz, kuşlarla beraber gökte süzülebilirsiniz. Suyun üzerinde yürümek, bulutlarda uyumak... İsteriz ve olur. Katı sınırlarla kuşatılmış gerçeklikler dünyasına dönmek, tatlı bir düşten uyanmanın en sıkıcı yanıdır. Eğer bu dünyada, düşlerin gerçek olduğu bir mümkünler alemi varsa, orası sualtından başka bir yer olamaz. En sınır tanımaz hayallerimizin gerçekleştiği, düşlerimizle yüz yüze geldiğimiz, gerçek dünyanın katı sınırlarından muaf bir mümkünler alemidir derin karanlık. Suya girdiğiniz an yerçekimi kaybolur. Yüzerliğini iyi ayarlayabilen bir dalgıç, evrenin en temel kanunlarından birine denizde meydan okur. Dalgıç derinlere doğru süzülürken, aslında uçmaya başlamıştır. Dalgaların altında yaşam gerçek anlamda üç boyutlu bir yayılma alanı bulur kendisine. Gerçekler aleminde havada asılı kalamayan insanoğlunun boşluğu hissedebildiği, hatta boşluğa dokunabildiği tek yerdir sessiz dünya. Boşluk burada kıvamlıdır. Ayaklarınız yerden kesildiği an çevreniz yaşamla dolar, yaşam her yönden üzerinize gelir.
Zeminden birkaç metre yukarıda kalacak şekilde yüzerliğimi ayarladıktan sonra ağır ağır palet çırparak adeta uçar gibi ilerlemek en sevdiğim dalış şeklidir. Ancak, çıraklığımın geçtiği nargile yıllarında bu zevkten mahrum olduğumu itiraf etmeliyim. Suya atlar atlamaz sapsız balta gibi dibe inen, dibi bulur bulmaz salyangoz peşine düşen nargile dalgıçlarının çoğu bugün bile, yüzerliği ayarlamaya yarayan yeleklerden habersizdirler. Genellikle birkaç kilo fazla kurşun taktıklarından dibe taş gibi otururlar. Aradıkları kıymetli canlı da dipte yaşadığından orta suyla çok fazla işleri olmaz. Bu yüzden, hafif palet vuruşlarıyla dipte sürünürce ilerlemek nargilecinin raconudur. O ilerledikçe hava hortumu da onu takip eder. Arada sırada hortum şöyle bir yoklanır, dipteki ilişkenlere takılmaması için azami dikkat gösterilir. Alimallah bir koparsa ve bu olay meydana geldiğinde derin sudaysanız, ağırlık kemerini atmaktan başka çareniz kalmaz. Teknedeki hortumcunun işini iyi bilmesi, hortumu açarken ve toplarken titiz davranması, hortumu daima belirli bir gerginlikte ve gam aldırmadan idare edebilmesi, denizin bilmem kaç kulaç altında ekmek peşinde koşan adamın işini fazlasıyla kolaylaştırır, rahat çalışmasını sağlar. Dalgıcımız kendisinden emin, dipte rahat rahat dolanırken birden olduğu yerde zınk diye kalıverir. Niye mi? Yok yok hortum kopmadı, hemen telaşlanmayın. Adamımız gayet iyi. Sadece hortum bitti. Az ilerdeki salyangozlar da amma büyüktü be!
Zamanında böyle zınk diye kaldığım çok olmuştur. Uzanamadığım salyangozları alamamak bir yana, kendimi alabildiğine özgür hissettiğim mümkünler aleminde, aslında sandığım kadar özgür olmadığımı, beni hayata bağlayan hortumun hareket alanımı kısıtlayan tek engel olduğunu bilmek beni delirtiyordu. Lakin yapacak pek bir şey de yoktu, çünkü 80’lerin sonunda tüpler ateş pahasıydı, fiyatları feci el yakıyordu.
Karaköy eskiden beri dalış malzemesi tedarikçilerinin başlıca toplanma yeri olmuştur. Gerçi şimdilerde İstanbul’un hemen her yerinde, hiç ummadığınız bir ara sokak da bile, dalış malzemesi satan bir dükkânla burun buruna gelebilirsiniz. Fakat o yıllarda o kadar azdı ki böyle yerler... Az ama öz malzeme gelirdi. Daha Çin malları piyasaya girmemişti. Aldığınız malzemenin menşeinden yüzde yüz emin olabilirdiniz. Evladiyelik derler ya, işte o derece sağlam malzemeler vardı piyasada. Kaliteli malzeme az olunca fiyatı da ateş pahası olurdu. Ben de bakar bakar yutkunurdum Dacor’un cam göbeği mavisi, Technisub’ın krom sarı ya da Scubapro’nun köpük beyazı tüplerine. 18’lik Hakan’ın rüyasında bile göremeyeceği kadar pahalı bir naneydi dalgıç tüpü. Okul çıkışı bilerek yolu uzatır, Beykoz’dan Beşiktaş’a geçer, ilkin Salı Pazarı iskelesinin yakınındaki Demas’a (ki bugün Göztepe’de Hamle sokaktadır), oradan Karaköy’deki OganSub’a uğrar, eğer hava kararmamışsa Şişhane yokuşu Saka sokaktaki Sercan abinin, artık yerinde yeller esen mekânına da uğrayıp geç kalışımı iyice garantiledikten sonra, ağır ağır evin yolunu tutardım. Her girdiğim dükkânda, eski yeni farketmez, dalış tüplerine bakar, alıcıymış gibi özelliklerini sorar, varsa bilmem kaçıncı kez katalog alır, dükkândan çıkana kadar birkaç kez daha dönüp tüplere bakar ve süklüm püklüm diğer dükkâna giderdim. Dönüş yolunda aklımda sadece dalış malzemeleri ve ille de dalgıç tüpü olurdu. Bir keresinde para biriktirmeye bile başlamıştım. Hiç bitmeyen bir yolda yürümek gibiydi, en sonunda vazgeçtim.
Derken, 1990 senesinin Mayıs ayında tam anlamıyla bir mucize oldu. Anneannem, Allah gani gani rahmet etsin, evi boyatmaya karar vermişti. Gelen boyacılar, o zamanın parasıyla tarifeyi birbuçuk milyon liradan (yani 1500 TL’den) açıyorlardı. Herifçioğulları Nuh dediler ama ağızlarından peygamber lafı bir türlü çıkmadı, birbuçuk milyonun bir kuruş altına inmediler. Ninem eski kadın, bahar geldi ya evde dip bucak temizlik yapmazsa işi yolunda gitmez. Boya da yaptırmak istiyor ama evdeki hesap çarşıdakine bir türlü denk gelmiyor. “Duvarlar neyse de, bari tavanları boyatabilseydik” diye söylenmeye başladığı en zayıf anlarından birinde patlattım bombayı: “Nine tavanları ben boyarım, hem de 900 bin liraya!”
- Eşşek sıpası, insan kendi evinin işini parayla mı yapar?”
- Nine durum bildiğin gibi değil...
- Oğlum madem yapmaya niyetin var, yap işte!
- ...
Bana bir şey olacak diye ninemin ödü kopardı. Baştan beri karşıydı dalmama, ama babam ki mekanı cennet olsun, ses etmediği için sesini çıkaramıyordu. Havanın yukarıdan hortumla geldiğini duyunca aklı başından gitmişti. Ya hortum dolanırsa, ya koparsa, ya sana bir şey olursa... Bunun başka yolu yok muydu? Var nine, olmaz olur mu! Hediyesi 900 bin liracık... Evi boyamak için tarifem, o zamanlar Zincirlikuyu’da bulunan Tarhan Denizciliğin sattığı 15 litrelik Scubapro tüplerin KDV dahil fiyatıydı. Ninem tamam derse tüp benimdi ve en sonunda evet dedi.
120 metrekare tavanı iki günde boyadım, hem de çift kat. Aslında üç kat, ama ilk katın her fırça izi ayrı bir yere gittiğinden ninem bu katı saymadı ve fazladan bir kat daha attırdı. Kafamda gazete kâğıdından külah, elimde fırça, ayaklarımda tokyo terlik... Ha gayret Hakan, yılmak yok, her şey tüp için...
İş bitiminde ninem 900 bin lirayı kuruşu kuruşuna saydı avucuma. İlk defa bu kadar param olmuştu. Doğru düzgün temizlenmeden soluğu Zincirlikuyu’da aldım. Suratımdaki boya lekelerini görünce Tuğrul (Tarhan) abi,
- Oğlum bu ne hal, ne oldu sana?
diye şaşkın şakın bakarken, bir nefeste hikâyeyi anlattım. En az on dakika güldü. Vitrinin önüne dizdiği 15’likleri gösterip, sanki biri öbüründen farklıymış gibi,
- Delikanlı seç bakalım birini...
diyince bu sefer şaşkın şaşkın bakan bendim. Abi iyi de bunların hepsi aynı...
Tezgâhtan karpuz seçer gibi tüplerin sağını solunu yokladığımı görünce, bizimki yine çatlarcasına gülmeye başladı. Seriden bir tane tüpü çekip, bu iyidir dedi. Hâlâ merak ederim, bana verdiği 15’likle diğerleri arasında ne fark vardı diye? Parayı verdim, çingene bohçası gibi sarıp sarmaladığı tüpümü aldım. Kıyak olsun diye ilk havasını da beleşten bastı. Nihayet bir tüpüm vardı ve mümkünler aleminde özgür olmak artık gerçekten mümkündü.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder