Prens Adaları’nda kıyılar genellikle kayalıktır. Kınalı, Burgaz, Heybeli ve Büyükada’da kayalıklar kimi yerde taşlık plajlarla bölünmüş olsa da, adaların kayaç yapısı dalgaların altında da devam eder. Adaların genelinde sahil kayalarının ulaştığı ortalama derinlik 20 m civarında olmakla birlikte, Sivriada ve Balıkçı Adası’nın (Neandros) güney yamacında kayalık zemin yapısı yer yer 60 m derinde bile karşınıza çıkar. Derinliğin yanı sıra kayalıkların sualtındaki görünümü de adadan adaya değişir. Çöp İskelesi’nde (Kınalıada) zemin sıkıca kaynaşmış taşlardan oluşur. Sedefadası’nın güney kıyısındaki kaya duvarını takip ederek dibe indiğinizde, 36 m derinde düzgün kenarlı kaya blokları görürsünüz. Gorgonlarla kaplanmış olan blokların düzeni, oraya sanki bilerek yerleştirildikleri hissini uyandırır. Yassıada’nın doğu yamacında, hemen hemen 20 m derine kadar inen tek parça kaya levha, deniz tabanını kırışıksız bir örtü gibi kaplar. Bu örtü boyunca dibe doğru ilerlediğiniz zaman, kaya örtünün kenarının dipten kalkarak midyelerle kaplı taşların üzerine bir tente gibi yayıldığını görürsünüz. Çeşit çeşit süngerin yerleştiği bu tentenin altında kaya, yer yer sertliğini kaybetmiştir. Adalar denizinin üzerinde eğreti bir piramit gibi yükselen Sivriada’nın güney yamacında, Marmara’nın en güzel mercan bahçelerinden birini gezerken, fenerin ışığıyla aydınlanan kaya alev alev yanmaya başlar. Burası Sivriada’nın ünlü “67 taşı”nın başlangıcıdır. Eunicella ve Paramuricea türü gorgonların turuncu, mor ve sarı dalları, gri kayalığın soğukluğunu hayali bir ateşin alevleriyle ısıtır. Cansız duvarda Marmara’nın en sıcak, en canlı renkleri çıkar karşınıza.
Adalar denizindeki çıplak bir kayanın üzerinde yaşam, silis evcikli planktonik deniz algleri yani diyatomelerle başlar. Sadece mikroskop altında görülebilen bu canlılar, cansız yüzeyleri hayata hazırlayan ilk tabakayı oluştururlar. Bu ön hazırlığın ardından, tüy ayaklılar –sirripedler-, tüplü deniz kurtları –poliketler-, kara midyeler ve çeşitli alg türleri, diyatomelerin hazırladığı yüzeye tutunurlar. Bu yeni yerleşimciler büyürken, onların ardından gelen mercanlar, süngerler, deniz şakayıkları, deniz tulumları gibi, yine yerleşik yaşayan daha büyük omurgasızlar kayaların üzerindeki yerlerini alırlar. Kayalığa gelen her yeni yerleşimci uygun şartları bulduğunda hızla kendi kolonisini kurmaya girişir ve kendinden sonra gelecek olanların yerleşmelerine uygun zemini hazırlar. Yaşam kimi yerde midyelerin kabukları arasına saklanır, kimi yerde gorgonların dallarına takılır. Bir şişenin içi bile yaşamla dolar denizde. Yerleşim devam ederken tüplü deniz kurtları ve kalkerli algler gibi doğal çimento görevi yapan canlılar, midye kabuğundan küçük taşlara kadar hemen her şeyi sağlam bir yaşam harcıyla birbirine bağlar.
Deniz tabanında yerleşmeye uygun kaya yüzeyi kalmadığında, türler arasında kıyasıya bir rekabet başlar. Bu anda ölüm, bir denge unsuru olarak karşımıza çıkar. Ölüm, beraberinde yaşam getirir. Bir canlının ölümüyle açılan boşluk, bir başkası tarafından göz açıp kapayana kadar doldurulur. Ölen her canlının çürüyen bedeni, yeni bir yaşamın doğması için gereken organik maddeyi sağlar. Adalar denizi savurganlığa asla göz yummaz. Adım adım kolonileştirilen kayalık kıyılar, yengeçlerin, ahtapotların, balıkların ve diğer tüm hareketli canlıların gelmesiyle yaşayan bir görünüm kazanır. Barındırdığı her canlıyla kayalık, sanki onlarca, yüzlerce, hatta binlerce kolu olan dev bir canlıya dönüşür. Cansız kayalığın yaşayan bir bütünlüğe dönüşmesi, ölümleri doğumların izlediği sonsuz bir döngüdür. Adalar denizinin kayalık kıyıları, doğayı boyayan ressamın, yaşamın her bir parçasını nakışlarken gösterdiği özenin incelikli süsleriyle bezenmiştir. (Devamı var)
27 Şubat 2011 Pazar
24 Şubat 2011 Perşembe
MÜMKÜNLER ALEMİ
Düş görürken yaşamdaki tüm sınırlar ortadan kalkar. Gerçekliğin katı sınırlarına takılıp kalan tüm hayaller düşlerde gerçekleşme fırsatı bulur. Uçabilirsiniz, kuşlarla beraber gökte süzülebilirsiniz. Suyun üzerinde yürümek, bulutlarda uyumak... İsteriz ve olur. Katı sınırlarla kuşatılmış gerçeklikler dünyasına dönmek, tatlı bir düşten uyanmanın en sıkıcı yanıdır. Eğer bu dünyada, düşlerin gerçek olduğu bir mümkünler alemi varsa, orası sualtından başka bir yer olamaz. En sınır tanımaz hayallerimizin gerçekleştiği, düşlerimizle yüz yüze geldiğimiz, gerçek dünyanın katı sınırlarından muaf bir mümkünler alemidir derin karanlık. Suya girdiğiniz an yerçekimi kaybolur. Yüzerliğini iyi ayarlayabilen bir dalgıç, evrenin en temel kanunlarından birine denizde meydan okur. Dalgıç derinlere doğru süzülürken, aslında uçmaya başlamıştır. Dalgaların altında yaşam gerçek anlamda üç boyutlu bir yayılma alanı bulur kendisine. Gerçekler aleminde havada asılı kalamayan insanoğlunun boşluğu hissedebildiği, hatta boşluğa dokunabildiği tek yerdir sessiz dünya. Boşluk burada kıvamlıdır. Ayaklarınız yerden kesildiği an çevreniz yaşamla dolar, yaşam her yönden üzerinize gelir.
Zeminden birkaç metre yukarıda kalacak şekilde yüzerliğimi ayarladıktan sonra ağır ağır palet çırparak adeta uçar gibi ilerlemek en sevdiğim dalış şeklidir. Ancak, çıraklığımın geçtiği nargile yıllarında bu zevkten mahrum olduğumu itiraf etmeliyim. Suya atlar atlamaz sapsız balta gibi dibe inen, dibi bulur bulmaz salyangoz peşine düşen nargile dalgıçlarının çoğu bugün bile, yüzerliği ayarlamaya yarayan yeleklerden habersizdirler. Genellikle birkaç kilo fazla kurşun taktıklarından dibe taş gibi otururlar. Aradıkları kıymetli canlı da dipte yaşadığından orta suyla çok fazla işleri olmaz. Bu yüzden, hafif palet vuruşlarıyla dipte sürünürce ilerlemek nargilecinin raconudur. O ilerledikçe hava hortumu da onu takip eder. Arada sırada hortum şöyle bir yoklanır, dipteki ilişkenlere takılmaması için azami dikkat gösterilir. Alimallah bir koparsa ve bu olay meydana geldiğinde derin sudaysanız, ağırlık kemerini atmaktan başka çareniz kalmaz. Teknedeki hortumcunun işini iyi bilmesi, hortumu açarken ve toplarken titiz davranması, hortumu daima belirli bir gerginlikte ve gam aldırmadan idare edebilmesi, denizin bilmem kaç kulaç altında ekmek peşinde koşan adamın işini fazlasıyla kolaylaştırır, rahat çalışmasını sağlar. Dalgıcımız kendisinden emin, dipte rahat rahat dolanırken birden olduğu yerde zınk diye kalıverir. Niye mi? Yok yok hortum kopmadı, hemen telaşlanmayın. Adamımız gayet iyi. Sadece hortum bitti. Az ilerdeki salyangozlar da amma büyüktü be!
Zamanında böyle zınk diye kaldığım çok olmuştur. Uzanamadığım salyangozları alamamak bir yana, kendimi alabildiğine özgür hissettiğim mümkünler aleminde, aslında sandığım kadar özgür olmadığımı, beni hayata bağlayan hortumun hareket alanımı kısıtlayan tek engel olduğunu bilmek beni delirtiyordu. Lakin yapacak pek bir şey de yoktu, çünkü 80’lerin sonunda tüpler ateş pahasıydı, fiyatları feci el yakıyordu.
Karaköy eskiden beri dalış malzemesi tedarikçilerinin başlıca toplanma yeri olmuştur. Gerçi şimdilerde İstanbul’un hemen her yerinde, hiç ummadığınız bir ara sokak da bile, dalış malzemesi satan bir dükkânla burun buruna gelebilirsiniz. Fakat o yıllarda o kadar azdı ki böyle yerler... Az ama öz malzeme gelirdi. Daha Çin malları piyasaya girmemişti. Aldığınız malzemenin menşeinden yüzde yüz emin olabilirdiniz. Evladiyelik derler ya, işte o derece sağlam malzemeler vardı piyasada. Kaliteli malzeme az olunca fiyatı da ateş pahası olurdu. Ben de bakar bakar yutkunurdum Dacor’un cam göbeği mavisi, Technisub’ın krom sarı ya da Scubapro’nun köpük beyazı tüplerine. 18’lik Hakan’ın rüyasında bile göremeyeceği kadar pahalı bir naneydi dalgıç tüpü. Okul çıkışı bilerek yolu uzatır, Beykoz’dan Beşiktaş’a geçer, ilkin Salı Pazarı iskelesinin yakınındaki Demas’a (ki bugün Göztepe’de Hamle sokaktadır), oradan Karaköy’deki OganSub’a uğrar, eğer hava kararmamışsa Şişhane yokuşu Saka sokaktaki Sercan abinin, artık yerinde yeller esen mekânına da uğrayıp geç kalışımı iyice garantiledikten sonra, ağır ağır evin yolunu tutardım. Her girdiğim dükkânda, eski yeni farketmez, dalış tüplerine bakar, alıcıymış gibi özelliklerini sorar, varsa bilmem kaçıncı kez katalog alır, dükkândan çıkana kadar birkaç kez daha dönüp tüplere bakar ve süklüm püklüm diğer dükkâna giderdim. Dönüş yolunda aklımda sadece dalış malzemeleri ve ille de dalgıç tüpü olurdu. Bir keresinde para biriktirmeye bile başlamıştım. Hiç bitmeyen bir yolda yürümek gibiydi, en sonunda vazgeçtim.
Derken, 1990 senesinin Mayıs ayında tam anlamıyla bir mucize oldu. Anneannem, Allah gani gani rahmet etsin, evi boyatmaya karar vermişti. Gelen boyacılar, o zamanın parasıyla tarifeyi birbuçuk milyon liradan (yani 1500 TL’den) açıyorlardı. Herifçioğulları Nuh dediler ama ağızlarından peygamber lafı bir türlü çıkmadı, birbuçuk milyonun bir kuruş altına inmediler. Ninem eski kadın, bahar geldi ya evde dip bucak temizlik yapmazsa işi yolunda gitmez. Boya da yaptırmak istiyor ama evdeki hesap çarşıdakine bir türlü denk gelmiyor. “Duvarlar neyse de, bari tavanları boyatabilseydik” diye söylenmeye başladığı en zayıf anlarından birinde patlattım bombayı: “Nine tavanları ben boyarım, hem de 900 bin liraya!”
- Eşşek sıpası, insan kendi evinin işini parayla mı yapar?”
- Nine durum bildiğin gibi değil...
- Oğlum madem yapmaya niyetin var, yap işte!
- ...
Bana bir şey olacak diye ninemin ödü kopardı. Baştan beri karşıydı dalmama, ama babam ki mekanı cennet olsun, ses etmediği için sesini çıkaramıyordu. Havanın yukarıdan hortumla geldiğini duyunca aklı başından gitmişti. Ya hortum dolanırsa, ya koparsa, ya sana bir şey olursa... Bunun başka yolu yok muydu? Var nine, olmaz olur mu! Hediyesi 900 bin liracık... Evi boyamak için tarifem, o zamanlar Zincirlikuyu’da bulunan Tarhan Denizciliğin sattığı 15 litrelik Scubapro tüplerin KDV dahil fiyatıydı. Ninem tamam derse tüp benimdi ve en sonunda evet dedi.
120 metrekare tavanı iki günde boyadım, hem de çift kat. Aslında üç kat, ama ilk katın her fırça izi ayrı bir yere gittiğinden ninem bu katı saymadı ve fazladan bir kat daha attırdı. Kafamda gazete kâğıdından külah, elimde fırça, ayaklarımda tokyo terlik... Ha gayret Hakan, yılmak yok, her şey tüp için...
İş bitiminde ninem 900 bin lirayı kuruşu kuruşuna saydı avucuma. İlk defa bu kadar param olmuştu. Doğru düzgün temizlenmeden soluğu Zincirlikuyu’da aldım. Suratımdaki boya lekelerini görünce Tuğrul (Tarhan) abi,
- Oğlum bu ne hal, ne oldu sana?
diye şaşkın şakın bakarken, bir nefeste hikâyeyi anlattım. En az on dakika güldü. Vitrinin önüne dizdiği 15’likleri gösterip, sanki biri öbüründen farklıymış gibi,
- Delikanlı seç bakalım birini...
diyince bu sefer şaşkın şaşkın bakan bendim. Abi iyi de bunların hepsi aynı...
Tezgâhtan karpuz seçer gibi tüplerin sağını solunu yokladığımı görünce, bizimki yine çatlarcasına gülmeye başladı. Seriden bir tane tüpü çekip, bu iyidir dedi. Hâlâ merak ederim, bana verdiği 15’likle diğerleri arasında ne fark vardı diye? Parayı verdim, çingene bohçası gibi sarıp sarmaladığı tüpümü aldım. Kıyak olsun diye ilk havasını da beleşten bastı. Nihayet bir tüpüm vardı ve mümkünler aleminde özgür olmak artık gerçekten mümkündü.
Zeminden birkaç metre yukarıda kalacak şekilde yüzerliğimi ayarladıktan sonra ağır ağır palet çırparak adeta uçar gibi ilerlemek en sevdiğim dalış şeklidir. Ancak, çıraklığımın geçtiği nargile yıllarında bu zevkten mahrum olduğumu itiraf etmeliyim. Suya atlar atlamaz sapsız balta gibi dibe inen, dibi bulur bulmaz salyangoz peşine düşen nargile dalgıçlarının çoğu bugün bile, yüzerliği ayarlamaya yarayan yeleklerden habersizdirler. Genellikle birkaç kilo fazla kurşun taktıklarından dibe taş gibi otururlar. Aradıkları kıymetli canlı da dipte yaşadığından orta suyla çok fazla işleri olmaz. Bu yüzden, hafif palet vuruşlarıyla dipte sürünürce ilerlemek nargilecinin raconudur. O ilerledikçe hava hortumu da onu takip eder. Arada sırada hortum şöyle bir yoklanır, dipteki ilişkenlere takılmaması için azami dikkat gösterilir. Alimallah bir koparsa ve bu olay meydana geldiğinde derin sudaysanız, ağırlık kemerini atmaktan başka çareniz kalmaz. Teknedeki hortumcunun işini iyi bilmesi, hortumu açarken ve toplarken titiz davranması, hortumu daima belirli bir gerginlikte ve gam aldırmadan idare edebilmesi, denizin bilmem kaç kulaç altında ekmek peşinde koşan adamın işini fazlasıyla kolaylaştırır, rahat çalışmasını sağlar. Dalgıcımız kendisinden emin, dipte rahat rahat dolanırken birden olduğu yerde zınk diye kalıverir. Niye mi? Yok yok hortum kopmadı, hemen telaşlanmayın. Adamımız gayet iyi. Sadece hortum bitti. Az ilerdeki salyangozlar da amma büyüktü be!
Zamanında böyle zınk diye kaldığım çok olmuştur. Uzanamadığım salyangozları alamamak bir yana, kendimi alabildiğine özgür hissettiğim mümkünler aleminde, aslında sandığım kadar özgür olmadığımı, beni hayata bağlayan hortumun hareket alanımı kısıtlayan tek engel olduğunu bilmek beni delirtiyordu. Lakin yapacak pek bir şey de yoktu, çünkü 80’lerin sonunda tüpler ateş pahasıydı, fiyatları feci el yakıyordu.
Karaköy eskiden beri dalış malzemesi tedarikçilerinin başlıca toplanma yeri olmuştur. Gerçi şimdilerde İstanbul’un hemen her yerinde, hiç ummadığınız bir ara sokak da bile, dalış malzemesi satan bir dükkânla burun buruna gelebilirsiniz. Fakat o yıllarda o kadar azdı ki böyle yerler... Az ama öz malzeme gelirdi. Daha Çin malları piyasaya girmemişti. Aldığınız malzemenin menşeinden yüzde yüz emin olabilirdiniz. Evladiyelik derler ya, işte o derece sağlam malzemeler vardı piyasada. Kaliteli malzeme az olunca fiyatı da ateş pahası olurdu. Ben de bakar bakar yutkunurdum Dacor’un cam göbeği mavisi, Technisub’ın krom sarı ya da Scubapro’nun köpük beyazı tüplerine. 18’lik Hakan’ın rüyasında bile göremeyeceği kadar pahalı bir naneydi dalgıç tüpü. Okul çıkışı bilerek yolu uzatır, Beykoz’dan Beşiktaş’a geçer, ilkin Salı Pazarı iskelesinin yakınındaki Demas’a (ki bugün Göztepe’de Hamle sokaktadır), oradan Karaköy’deki OganSub’a uğrar, eğer hava kararmamışsa Şişhane yokuşu Saka sokaktaki Sercan abinin, artık yerinde yeller esen mekânına da uğrayıp geç kalışımı iyice garantiledikten sonra, ağır ağır evin yolunu tutardım. Her girdiğim dükkânda, eski yeni farketmez, dalış tüplerine bakar, alıcıymış gibi özelliklerini sorar, varsa bilmem kaçıncı kez katalog alır, dükkândan çıkana kadar birkaç kez daha dönüp tüplere bakar ve süklüm püklüm diğer dükkâna giderdim. Dönüş yolunda aklımda sadece dalış malzemeleri ve ille de dalgıç tüpü olurdu. Bir keresinde para biriktirmeye bile başlamıştım. Hiç bitmeyen bir yolda yürümek gibiydi, en sonunda vazgeçtim.
Derken, 1990 senesinin Mayıs ayında tam anlamıyla bir mucize oldu. Anneannem, Allah gani gani rahmet etsin, evi boyatmaya karar vermişti. Gelen boyacılar, o zamanın parasıyla tarifeyi birbuçuk milyon liradan (yani 1500 TL’den) açıyorlardı. Herifçioğulları Nuh dediler ama ağızlarından peygamber lafı bir türlü çıkmadı, birbuçuk milyonun bir kuruş altına inmediler. Ninem eski kadın, bahar geldi ya evde dip bucak temizlik yapmazsa işi yolunda gitmez. Boya da yaptırmak istiyor ama evdeki hesap çarşıdakine bir türlü denk gelmiyor. “Duvarlar neyse de, bari tavanları boyatabilseydik” diye söylenmeye başladığı en zayıf anlarından birinde patlattım bombayı: “Nine tavanları ben boyarım, hem de 900 bin liraya!”
- Eşşek sıpası, insan kendi evinin işini parayla mı yapar?”
- Nine durum bildiğin gibi değil...
- Oğlum madem yapmaya niyetin var, yap işte!
- ...
Bana bir şey olacak diye ninemin ödü kopardı. Baştan beri karşıydı dalmama, ama babam ki mekanı cennet olsun, ses etmediği için sesini çıkaramıyordu. Havanın yukarıdan hortumla geldiğini duyunca aklı başından gitmişti. Ya hortum dolanırsa, ya koparsa, ya sana bir şey olursa... Bunun başka yolu yok muydu? Var nine, olmaz olur mu! Hediyesi 900 bin liracık... Evi boyamak için tarifem, o zamanlar Zincirlikuyu’da bulunan Tarhan Denizciliğin sattığı 15 litrelik Scubapro tüplerin KDV dahil fiyatıydı. Ninem tamam derse tüp benimdi ve en sonunda evet dedi.
120 metrekare tavanı iki günde boyadım, hem de çift kat. Aslında üç kat, ama ilk katın her fırça izi ayrı bir yere gittiğinden ninem bu katı saymadı ve fazladan bir kat daha attırdı. Kafamda gazete kâğıdından külah, elimde fırça, ayaklarımda tokyo terlik... Ha gayret Hakan, yılmak yok, her şey tüp için...
İş bitiminde ninem 900 bin lirayı kuruşu kuruşuna saydı avucuma. İlk defa bu kadar param olmuştu. Doğru düzgün temizlenmeden soluğu Zincirlikuyu’da aldım. Suratımdaki boya lekelerini görünce Tuğrul (Tarhan) abi,
- Oğlum bu ne hal, ne oldu sana?
diye şaşkın şakın bakarken, bir nefeste hikâyeyi anlattım. En az on dakika güldü. Vitrinin önüne dizdiği 15’likleri gösterip, sanki biri öbüründen farklıymış gibi,
- Delikanlı seç bakalım birini...
diyince bu sefer şaşkın şaşkın bakan bendim. Abi iyi de bunların hepsi aynı...
Tezgâhtan karpuz seçer gibi tüplerin sağını solunu yokladığımı görünce, bizimki yine çatlarcasına gülmeye başladı. Seriden bir tane tüpü çekip, bu iyidir dedi. Hâlâ merak ederim, bana verdiği 15’likle diğerleri arasında ne fark vardı diye? Parayı verdim, çingene bohçası gibi sarıp sarmaladığı tüpümü aldım. Kıyak olsun diye ilk havasını da beleşten bastı. Nihayet bir tüpüm vardı ve mümkünler aleminde özgür olmak artık gerçekten mümkündü.
23 Şubat 2011 Çarşamba
ADALAR DENİZİ - FARKLI DÜNYALAR 2
Adalar denizinin güneyinde dipsiz bir karanlık gibi derinlerde kaybolan Çınarcık Çukuru, Prens Adaları ekosistemini canlı tutan önemli bir yaşam kaynağıdır. Eğer Çınarcık Çukuru’nun suları boşalsaydı, başınız dönmeden dibine bakamazdınız. 1300 m’yi aşan derinliğiyle bu karanlık kuyu, güneşe yabancı yaşamların yuvasıdır. Derin karanlıktaki güvenli yuvalarından ayrılarak, ara sıra adalar denizinin sığlıklarını ziyaret eden konuklar arasında, bozcamgöz (Hexanchus griseus) ve domuz köpekbalığı (Oxynotus centrina) da var.
İstanbul’un iki yakasını biraraya getirmek için inşa edilen tüpgeçidin molozu, inşaatın başından beri Çınarcık Çukuru’na boşaltıldı. Yıllarca kıyı dolgularıyla katlettiğimiz adalar denizinin en derin noktası da çöplerimize hedef olmaktan kurtulamadı. Kuzey Anadolu Fayı’nın (KAF) denizaltındaki devamı olan Çınarcık Çukuru, 17 Ağustos 1999 depremini izleyen yıllarda yürütülen bir dizi derin deniz araştırmasında tüm bilinmeyenleriyle masaya yatırıldı. KAF’ı incelemek için derin Marmara’ya dalan sualtı araçlarının çektiği görüntüler, adalar denizinde yaşamın 1000 metreden daha derin sulara kadar yayıldığını kanıtladığında bile, Çınarcık Çukuru’na moloz boşaltmaya devam ettik. Doğa insanoğlunun çıkarları karşısında bir kere daha yenik düşmüştü. Bozcamgöz ve domuz köpekbalığının çukurun çamurla kaplı diplerinden adaların kayalık kıyılarına yaptıkları yolculuk, derin Marmara ile adalar denizi arasında kurulmuş olan yaşam köprülerinden sadece biri. Çınarcık Çukuru’ndan ada sahillerine uzanan çamurlu yamacı yavaş yavaş tırmanan her canlı, derinden gelen yaşam akıntısının değerli bir parçası.
Adalar denizinin sınırları iki farklı dünyayı ayırmakla kalmaz, canlıların yerleşimlerine uygun olan alanların sınırlarını da belirler. Prens Adaları kıyılarına yerleşen canlılar kaya ve çamur arasında seçim yapmak zorundadırlar. Canlıların tercihlerine ve ortam koşullarına göre şekillenen bu seçim aşaması, bazen kolayca, bazen de zar zor ilerleyen bir uyum sürecidir. Prens Adaları’nın yerlisi türlerle adalar denizine yeni gelenler arasında yaşam alanları için verilen mücadele devam ederken, çıplak kayalar yaşamla renklenir, çölü andıran çamurda yaşamın kıpırtıları göze çarpar. Adalar denizine düşen irili ufaklı her kaya parçası, konserve kutusundan batık gemiye kadar denize yabancı her nesne, yerleşik yaşayan deniz omurgasızlarına tutunma zemini sağlar. Dalgaların altındaki dünya kendi doğallığına ait olmayan tüm görüntüleri zamanla gizler, yok eder. Yaşamın renkleri cansız yüzeyleri örterken, dipte ne zaman sona ereceği belli olmayan bir canlanma süreci yaşanır. İnsanın yıkıcı müdahaleleri olmadığı zaman bu canlanma sonsuza kadar devam edebilir. Cansız yüzeylerin üzerine yerleşen her yaşam parçası, bir sonraki canlının yerleşmesi için gereken zemini hazırlar. Bir zamanlar ölü olan taşlar, batıklar ve insanların savurup attığı, dibe oturmuş her nesne kat kat biriken yaşamlarla yavaş yavaş canlanır. (Devamı var)
İstanbul’un iki yakasını biraraya getirmek için inşa edilen tüpgeçidin molozu, inşaatın başından beri Çınarcık Çukuru’na boşaltıldı. Yıllarca kıyı dolgularıyla katlettiğimiz adalar denizinin en derin noktası da çöplerimize hedef olmaktan kurtulamadı. Kuzey Anadolu Fayı’nın (KAF) denizaltındaki devamı olan Çınarcık Çukuru, 17 Ağustos 1999 depremini izleyen yıllarda yürütülen bir dizi derin deniz araştırmasında tüm bilinmeyenleriyle masaya yatırıldı. KAF’ı incelemek için derin Marmara’ya dalan sualtı araçlarının çektiği görüntüler, adalar denizinde yaşamın 1000 metreden daha derin sulara kadar yayıldığını kanıtladığında bile, Çınarcık Çukuru’na moloz boşaltmaya devam ettik. Doğa insanoğlunun çıkarları karşısında bir kere daha yenik düşmüştü. Bozcamgöz ve domuz köpekbalığının çukurun çamurla kaplı diplerinden adaların kayalık kıyılarına yaptıkları yolculuk, derin Marmara ile adalar denizi arasında kurulmuş olan yaşam köprülerinden sadece biri. Çınarcık Çukuru’ndan ada sahillerine uzanan çamurlu yamacı yavaş yavaş tırmanan her canlı, derinden gelen yaşam akıntısının değerli bir parçası.
Adalar denizinin sınırları iki farklı dünyayı ayırmakla kalmaz, canlıların yerleşimlerine uygun olan alanların sınırlarını da belirler. Prens Adaları kıyılarına yerleşen canlılar kaya ve çamur arasında seçim yapmak zorundadırlar. Canlıların tercihlerine ve ortam koşullarına göre şekillenen bu seçim aşaması, bazen kolayca, bazen de zar zor ilerleyen bir uyum sürecidir. Prens Adaları’nın yerlisi türlerle adalar denizine yeni gelenler arasında yaşam alanları için verilen mücadele devam ederken, çıplak kayalar yaşamla renklenir, çölü andıran çamurda yaşamın kıpırtıları göze çarpar. Adalar denizine düşen irili ufaklı her kaya parçası, konserve kutusundan batık gemiye kadar denize yabancı her nesne, yerleşik yaşayan deniz omurgasızlarına tutunma zemini sağlar. Dalgaların altındaki dünya kendi doğallığına ait olmayan tüm görüntüleri zamanla gizler, yok eder. Yaşamın renkleri cansız yüzeyleri örterken, dipte ne zaman sona ereceği belli olmayan bir canlanma süreci yaşanır. İnsanın yıkıcı müdahaleleri olmadığı zaman bu canlanma sonsuza kadar devam edebilir. Cansız yüzeylerin üzerine yerleşen her yaşam parçası, bir sonraki canlının yerleşmesi için gereken zemini hazırlar. Bir zamanlar ölü olan taşlar, batıklar ve insanların savurup attığı, dibe oturmuş her nesne kat kat biriken yaşamlarla yavaş yavaş canlanır. (Devamı var)
22 Şubat 2011 Salı
ADALAR DENİZİ - FARKLI DÜNYALAR
Adalar denizinin iki yanında iki farklı dünya var. Biri güneşle aydınlanırken, diğeri ışığı tanımayan; biri dalgalarla savrulurken, diğeri Marmara’nın ağırlığı altında ezilen iki farklı dünya… Bir deniz biyoloğu için Prens Adaları, dar alanda zengin çalışma koşulları sunan, eksiksiz bir açıkhava laboratuvarı gibidir. Karadeniz’in acısulu koşullarına uyum sağlamış olan canlıları arıyorsanız, adalar denizinin sığlıklarında gezinmeniz yeterlidir. Yüzeyden 30 ya da 40 m derine yapılan kısa, ancak zorlu bir yolculukta, Akdeniz’in duru sularıyla ıslanırsınız. Derinlik değiştikçe sular da değişir adalar denizinde.
Prens Adaları iki farklı dünyanın sınırını çizer. Biri sığda, diğeri derinde devam eden iki farklı yaşam arasında bazen geçit vermeyen bir engel, bazen bir köprü, bazen de kısa süreli misafirliklerin yaşandığı geçici bir konaklama ortamıdır adalar denizi. Tıpkı insanların dünyasını bölen sınırlar gibi, adalar denizindeki sınırın kapıları da kimi sualtı yolcuları için ardına kadar açılır ve kimi yolcular bu kapıların ötesine asla geçemezler. Ancak, yolun ve yolcunun değişen isteklerine bağlı olarak, adalar denizi zaman zaman geçiş izni verebilir. Koşulları biyolojik ve ekolojik kurallara göre belirlenen bir yolculuktur bu.
Akdeniz’den hatta Atlas Okyanusu’ndan yola çıkan sualtı yolcularının Karadeniz’e doğru (ya da tam tersi yönde) sabırlı ilerleyişleri sırasında adalar denizi, daha ileriye gidip gitmemeye karar vermek için duraklayan türlerle dolup taşar. İçgüdüsel olarak verilen bu karar sonucu sualtı yolcuları, bazen yola devam ederler, bazen de yolculuktan vazgeçerler. Türlerin tercihleri ne olursa olsun, adalar denizi bitmek bilmeyen bu canlı akışından daima kazançlı çıkar.
Haritada Marmara Denizi, Akdeniz ve Karadeniz’in arasına sıkışıp kalmış önemsiz bir içdeniz gibi görünür. Ancak bu aldatıcı manzaranın aksine Marmara Denizi, biyolojik, jeolojik ve hidrolojik özelliklerinden dolayı benzersiz bir ekosistemdir. Kuzey Marmara’da Akdeniz ve Karadeniz kökenli türlerin yerleşimine uygun olan, nispeten en el değmemiş habitatlar, İstanbul Boğazı’nın ağzında nöbet tutan Prens Adaları’nın derinliklerindedir. İstanbul kıyılarıyla karşılaştırıldığında Prens Adaları’nın sahilleri hâlâ capcanlı; burada hemen her taşın altında farklı bir yaşamla karşılaşmak mümkün. (Devamı var)
Prens Adaları iki farklı dünyanın sınırını çizer. Biri sığda, diğeri derinde devam eden iki farklı yaşam arasında bazen geçit vermeyen bir engel, bazen bir köprü, bazen de kısa süreli misafirliklerin yaşandığı geçici bir konaklama ortamıdır adalar denizi. Tıpkı insanların dünyasını bölen sınırlar gibi, adalar denizindeki sınırın kapıları da kimi sualtı yolcuları için ardına kadar açılır ve kimi yolcular bu kapıların ötesine asla geçemezler. Ancak, yolun ve yolcunun değişen isteklerine bağlı olarak, adalar denizi zaman zaman geçiş izni verebilir. Koşulları biyolojik ve ekolojik kurallara göre belirlenen bir yolculuktur bu.
Akdeniz’den hatta Atlas Okyanusu’ndan yola çıkan sualtı yolcularının Karadeniz’e doğru (ya da tam tersi yönde) sabırlı ilerleyişleri sırasında adalar denizi, daha ileriye gidip gitmemeye karar vermek için duraklayan türlerle dolup taşar. İçgüdüsel olarak verilen bu karar sonucu sualtı yolcuları, bazen yola devam ederler, bazen de yolculuktan vazgeçerler. Türlerin tercihleri ne olursa olsun, adalar denizi bitmek bilmeyen bu canlı akışından daima kazançlı çıkar.
Haritada Marmara Denizi, Akdeniz ve Karadeniz’in arasına sıkışıp kalmış önemsiz bir içdeniz gibi görünür. Ancak bu aldatıcı manzaranın aksine Marmara Denizi, biyolojik, jeolojik ve hidrolojik özelliklerinden dolayı benzersiz bir ekosistemdir. Kuzey Marmara’da Akdeniz ve Karadeniz kökenli türlerin yerleşimine uygun olan, nispeten en el değmemiş habitatlar, İstanbul Boğazı’nın ağzında nöbet tutan Prens Adaları’nın derinliklerindedir. İstanbul kıyılarıyla karşılaştırıldığında Prens Adaları’nın sahilleri hâlâ capcanlı; burada hemen her taşın altında farklı bir yaşamla karşılaşmak mümkün. (Devamı var)
7 Şubat 2011 Pazartesi
PATLAYANA KADAR...
İnsanın dalış serüveni ilginç icatlarla dolu. Hele ki insan ekmeğini derinlerden çıkarmak zorundaysa, bu icatların sınırı yok. Geçenlerde İzmir’de İnciraltı balıkçı barınağında gördüğüm icatsa, insana hem pes dedirtiyor hem de tebessüm ettiriyordu.
İzmir'in meşhur piyadelerinden birinde, ya Lombardini ya da Pancar motordan tahrikli, çift kafa bir nargile kompresörü. Buraya kadar her şey normal. Ancak kıç üstündeki "şıtandıra" yani basınçlı hava tankı, insana dudak ısırtan ince bir zekânın ürünü. Belli ki dalgıcımız ya yokluktan ya da eli sıkılıktan paraya kıyamamış ve çelikten imal bira fıçısına fazladan iki delik daha açıp ihtiyacını bir güzel karşılamış.
Uzaktan bakınca şıtandıranın üzerinde manometre falan göremedim. Fazla basıncı tahliye eden imdat valfi de mutlaka yine gözümden kaçan bir yere iliştirilmiştir! Kompresörden şıtandıraya giden nakil borusu da alelade bir hidrolik hortumuydu. Herhangi bir hidrolikçide, hatta hurdacıda kolayca bulabileceğiniz iptidai malzemelerle imal edilmiş bir nargile takımı. Alın, tepe tepe kullanın.
Nargilede çalıştığım yıllardan aklımda kaldığı kadarıyla, şıtandıranın çalışma basıncı ortalama 11 atmosferdir. 9'a inince, kompresör tanka hava basmaya başlardı, 15'e çıkınca havayı keserdi. Muhtemelen bira fıçısı da emniyetli basınç aralıklarında çalışabiliyor olmalı!
Alaylı abilerimizin dediği gibi, iş görüyorsa mesele yok. Patlayana kadar çalışır, sonrası Allah kerim.
4 Şubat 2011 Cuma
ADALAR DENİZİ - MARMARA’NIN HAFIZASI
Tanrı buraları boş bir vaktinde yaratmış olmalı. Taşların üzerine özenle sürdüğü her renkten belli ki çok keyif almış. Cansız kayaların katılığını yaşamla yumuşatırken harcadığı çabada aceleden eser yok. Yıllarca öldü gözüyle bakılan Marmara’nın derinlerinde, insanı hayrete düşüren bir renk cümbüşü var.
Marmara Denizi gözden uzak derinliklerinde, eşine az rastlanır canlılara ev sahipliği yapıyor. Akdeniz’in ve Karadeniz’in burada karşılaşan suları, kendi ekosistemlerinde var olan canlıları da beraberlerinde getirerek, Marmara’nın flora ve faunasını arkası kesilmeyen bir yaşam akışıyla sürekli besliyor. Bu küçük içdeniz, türlerin Akdeniz’e ya da Karadeniz’e geçişlerine izin veren veya engelleyen ekolojik koşullarıyla, boyutlarından beklenmeyen bir güce sahip.
Asırlardır dünyanın en işlek su yollarından birinin kıyısına kurulmuş olması nedeniyle, İstanbul daima yolcuların akınına uğramış, uğramaya da devam ediyor. Gemilerle gelenler bizim görebildiklerimiz; fakat, kente yolu düşen yolcuların çoğu, seyahatlerini tüm gözlerden uzakta, denizin derin karanlığında yaparlar. Onlar, İstanbul’un sualtı yolcularıdır. Tıpkı Ahırkapı açıklarında demir atmış bekleyen gemiler gibi, Akdeniz’e ya da Karadeniz’e geçmek isteyen sualtı yolcuları da, Marmara’dan ve İstanbul Boğazı’ndan vize almaya mecburdurlar. İzin koparabilenler yollarına devam ederler. Fakat, Marmara her yolcuya geçiş izni vermez, alıkoyar, sahiplenir. Burada alıkonanlar, İstanbul’un sualtı doğasını daha da zenginleştirirler. Kenti kuşatan denizleri yaşamla buluşturan, buraları sulak bir çöl olmaktan kurtarıp, derin bir cennete çeviren sualtı yolcuları, Prens Adaları’nın derinlerinde rengârenk bir yaşam karnavalı yaratırlar.
İstanbul denizle kuşatılmış olmasına rağmen, denizine sırt çevirmiş bir kent. Sahil dolgularıyla dip yaşamının çoğunu molozlara kurban veren, yanıbaşındaki milyonluk kentbozuğunun çöpleriyle kıyasıya kirletilmiş kıyılarda zengin bir deniz yaşamı aramak, çölde su aramaktan daha zormuş gibi görünebilir. Marmara’yı gözden çıkarmamızı kolaylaştıran bu önyargı zihinlerimize kök salmış olsa da, adalar denizinde karşımıza çıkan yaşamlar, Marmara öldü diyenlere karşı sessizce meydan okurlar. Prens Adaları’nın derinliklerinde yaşam, daha önce belki hiç görmediğimiz şekillere bürünmüş olarak tüm hızıyla devam eder.
Marmara Denizi gözden uzak derinliklerinde, eşine az rastlanır canlılara ev sahipliği yapıyor. Akdeniz’in ve Karadeniz’in burada karşılaşan suları, kendi ekosistemlerinde var olan canlıları da beraberlerinde getirerek, Marmara’nın flora ve faunasını arkası kesilmeyen bir yaşam akışıyla sürekli besliyor. Bu küçük içdeniz, türlerin Akdeniz’e ya da Karadeniz’e geçişlerine izin veren veya engelleyen ekolojik koşullarıyla, boyutlarından beklenmeyen bir güce sahip.
Asırlardır dünyanın en işlek su yollarından birinin kıyısına kurulmuş olması nedeniyle, İstanbul daima yolcuların akınına uğramış, uğramaya da devam ediyor. Gemilerle gelenler bizim görebildiklerimiz; fakat, kente yolu düşen yolcuların çoğu, seyahatlerini tüm gözlerden uzakta, denizin derin karanlığında yaparlar. Onlar, İstanbul’un sualtı yolcularıdır. Tıpkı Ahırkapı açıklarında demir atmış bekleyen gemiler gibi, Akdeniz’e ya da Karadeniz’e geçmek isteyen sualtı yolcuları da, Marmara’dan ve İstanbul Boğazı’ndan vize almaya mecburdurlar. İzin koparabilenler yollarına devam ederler. Fakat, Marmara her yolcuya geçiş izni vermez, alıkoyar, sahiplenir. Burada alıkonanlar, İstanbul’un sualtı doğasını daha da zenginleştirirler. Kenti kuşatan denizleri yaşamla buluşturan, buraları sulak bir çöl olmaktan kurtarıp, derin bir cennete çeviren sualtı yolcuları, Prens Adaları’nın derinlerinde rengârenk bir yaşam karnavalı yaratırlar.
İstanbul denizle kuşatılmış olmasına rağmen, denizine sırt çevirmiş bir kent. Sahil dolgularıyla dip yaşamının çoğunu molozlara kurban veren, yanıbaşındaki milyonluk kentbozuğunun çöpleriyle kıyasıya kirletilmiş kıyılarda zengin bir deniz yaşamı aramak, çölde su aramaktan daha zormuş gibi görünebilir. Marmara’yı gözden çıkarmamızı kolaylaştıran bu önyargı zihinlerimize kök salmış olsa da, adalar denizinde karşımıza çıkan yaşamlar, Marmara öldü diyenlere karşı sessizce meydan okurlar. Prens Adaları’nın derinliklerinde yaşam, daha önce belki hiç görmediğimiz şekillere bürünmüş olarak tüm hızıyla devam eder.
Gece yüzen bir kent gibi ışıldayan Kınalı, Burgaz, Heybeli ve Büyükada’nın aksine, adalar denizinin güney sınırını çizen Sivriada, Yassıada ve Balıkçı Adası’nı karanlıkta kolayca seçemezsiniz. Güneş batınca üçü de sanki Marmara’nın sularında gözden kaybolurlar. Anakaranın yakınındaki dört büyük ada asırlardır insan sesiyle yankılandığı halde, açık denizdeki üç küçük ada, dalış yapmak ya da kafa dinlemek için gelen günübirlik Robensonların dışında, bugün de geçmişte olduğu kadar yalnız ve ıssızdır. Fakat insansız kalmış olmanın iyi yanları da var. Yanıbaşlarındaki kentin kıyıları, özellikle 20. yüzyılın son çeyreğinde etkisi hızla artan bir tahribata ve kirliliğe maruz kalmış olsa da, Prens Adaları’nın dipleri hâlâ zengin bir deniz yaşamına ev sahipliği yapıyor. Burası kelimenin tam anlamıyla bir “biyolojik çeşitlilik kaynağı”dır. Bir hazine avcısı için Babil’in Asma Bahçeleri’ni keşfetmek neyse, Prens Adaları’nın saklı bahçelerine dalmak bugüne kadar bende hep benzer duygular uyandırdı. Adalar denizini gökkuşağının renkleriyle buluşturan bu bahçe, Marmara Denizi’nde yaşayan bitki ve hayvan türlerinin hafızasıdır. İstanbul kıyılarında artık yaşamayan birçok canlıyı hatırlamamızı sağlayan bu hafızanın silinmemesi için acaba özen gösteriyor muyuz?
1 Şubat 2011 Salı
YÜZGEÇ DEDEKTİFLERİ
Tüm dünyada köpekbalığı yüzgeci ticaretini önlemek için çalışan OCEANA’nın 2010 yılı Mart raporuna göre, Hong Konglu firmalar 2008 yılında 10.000 ton köpekbalığı yüzgeci ithal ettiler. Bu rakam 200.000 ila 500.000 ton köpekbalığına eşdeğer. Sadece yüzgeç toplamak için ziyan edilen yaşamın miktarını düşünebiliyor musunuz? Tüketimin başlıca adresi olan uzakdoğu ülkelerine dünyanın her yerinden yüzgeç akıyor. Yüzgeç hasadı dünyanın birçok ülkesinde “yasadışı” ilan edilmiş olsa da, raporda bu ticarete az ya da çok karışan 87 ülkenin adı geçiyor.
Yasadışı ticaretin başlıca rotalarını belirlemek için kollarını sıvayan yüzgeç dedektifleri, ipucu ararken en gelişmiş genetik yöntemleri kullanıyorlar. Stony Brook Üniversitesi’nden Demian Chapman, türlerin genetik stok kimliklerinin tespitinde sıkça kullanılan mitokondrial DNA’yı, pazardaki yüzgeçlerin kaynağını ele veren bir parmak izi olarak tanımlıyor (Kaynak: Endang. Species Res. 2009.doi:10.3354/esr00241).
Hong Kong’da pazarlanan yüzgeçlerin peşine düşen Chapman ve ekibi, çeşitli tedarikçilerden topladıkları yüzgeçleri mitokondrial DNA taramasından geçirdiler. Uluslararası Vahşi Yaşamı Koruma Birliği (IUCN) tarafından “nesli tehlike altında” olan bir köpekbalığı türü olarak değerlendirilen Sphyrna lewini türü çekiçkafalı köpekbalığının, Hong Kong piyasasında yüzgeçleri en fazla alınıp satılan türlerden biri olduğunun ortaya çıkması, araştırmanın tüyler ürperten sonuçlarından sadece biriydi. Her yıl 1 ila 3 milyon arasında değişen sayıda Sphyrna lewini’nin sırf yüzgeçleri için katledildiğini belirten Chapman’a göre, köpekbalıklarının sayısı kadar avlandıkları yerler de endişe verici. Mitokondrial DNA analizi, Hong Kong’da satılan Sphyrna lewini yüzgeçlerinin %21’inin, türün güya koruma altında olduğu batı Atlantik sularında avlanan köpekbalıklarından koparıldığını gösterdi. Ne yazık ki yasalar bile bu yasadışı kanlı ticareti önlemede güçsüz kalıyor.
Kurutulmuş yüzgeçlerin peşine düşen Chapman ve ekibinin aksine, bir başka yüzgeç dedektifi olan İngiliz araştırmacı Hoelzel, çorbadaki ipuçlarını takip ediyor. Pişme ya da diğer malzemelerle karışma sonucu bozulan DNA’yı incelemek için, fosil örneklerinden DNA çıkarmada kullanılan yöntemleri deneyen Hoelzel’in çabası olumlu sonuç verdi. Analiz sonuçlarını 2001 yılında Conservation Genetics dergisinde (cilt 2, sf: 69-72) yayımlayan İngiliz yüzgeç dedektifi uyguladığı yöntemi çorbadaki köpekbalığını yakalamak olarak tanımlıyor. Beslenme takviyesi ve vitamin ürünleriyle ülkemizde tanınan bir markanın da aralarında bulunduğu çeşitli firmaların ürünlerine DNA analizi yapan Hoelzel, çorba ve köpekbalığı kıkırdağı haplarında çoğunlukla Sphyrna lewini ve Cetorhinus maximus DNA’sına rastladığını belirtiyor. Çorbadan çıkan sonuçlar hiç içaçıcı değil. Keyif için, daha sağlıklı bir yaşam için ya da sırf meraktan tüketilen ürünler, var olmakla yok olmak arasında bocalayan kırılgan yaşamların DNA’larıyla dolu. Çorbayı iştahla kaşıklayan kaç kişi, acaba köpekbalıklarının neslini yudum yudum tükettiğinin farkındadır?
Yasadışı ticaretin başlıca rotalarını belirlemek için kollarını sıvayan yüzgeç dedektifleri, ipucu ararken en gelişmiş genetik yöntemleri kullanıyorlar. Stony Brook Üniversitesi’nden Demian Chapman, türlerin genetik stok kimliklerinin tespitinde sıkça kullanılan mitokondrial DNA’yı, pazardaki yüzgeçlerin kaynağını ele veren bir parmak izi olarak tanımlıyor (Kaynak: Endang. Species Res. 2009.doi:10.3354/esr00241).
Hong Kong’da pazarlanan yüzgeçlerin peşine düşen Chapman ve ekibi, çeşitli tedarikçilerden topladıkları yüzgeçleri mitokondrial DNA taramasından geçirdiler. Uluslararası Vahşi Yaşamı Koruma Birliği (IUCN) tarafından “nesli tehlike altında” olan bir köpekbalığı türü olarak değerlendirilen Sphyrna lewini türü çekiçkafalı köpekbalığının, Hong Kong piyasasında yüzgeçleri en fazla alınıp satılan türlerden biri olduğunun ortaya çıkması, araştırmanın tüyler ürperten sonuçlarından sadece biriydi. Her yıl 1 ila 3 milyon arasında değişen sayıda Sphyrna lewini’nin sırf yüzgeçleri için katledildiğini belirten Chapman’a göre, köpekbalıklarının sayısı kadar avlandıkları yerler de endişe verici. Mitokondrial DNA analizi, Hong Kong’da satılan Sphyrna lewini yüzgeçlerinin %21’inin, türün güya koruma altında olduğu batı Atlantik sularında avlanan köpekbalıklarından koparıldığını gösterdi. Ne yazık ki yasalar bile bu yasadışı kanlı ticareti önlemede güçsüz kalıyor.
Kurutulmuş yüzgeçlerin peşine düşen Chapman ve ekibinin aksine, bir başka yüzgeç dedektifi olan İngiliz araştırmacı Hoelzel, çorbadaki ipuçlarını takip ediyor. Pişme ya da diğer malzemelerle karışma sonucu bozulan DNA’yı incelemek için, fosil örneklerinden DNA çıkarmada kullanılan yöntemleri deneyen Hoelzel’in çabası olumlu sonuç verdi. Analiz sonuçlarını 2001 yılında Conservation Genetics dergisinde (cilt 2, sf: 69-72) yayımlayan İngiliz yüzgeç dedektifi uyguladığı yöntemi çorbadaki köpekbalığını yakalamak olarak tanımlıyor. Beslenme takviyesi ve vitamin ürünleriyle ülkemizde tanınan bir markanın da aralarında bulunduğu çeşitli firmaların ürünlerine DNA analizi yapan Hoelzel, çorba ve köpekbalığı kıkırdağı haplarında çoğunlukla Sphyrna lewini ve Cetorhinus maximus DNA’sına rastladığını belirtiyor. Çorbadan çıkan sonuçlar hiç içaçıcı değil. Keyif için, daha sağlıklı bir yaşam için ya da sırf meraktan tüketilen ürünler, var olmakla yok olmak arasında bocalayan kırılgan yaşamların DNA’larıyla dolu. Çorbayı iştahla kaşıklayan kaç kişi, acaba köpekbalıklarının neslini yudum yudum tükettiğinin farkındadır?