Dipte kalan her ağ deniz yaşamının kefeni oluyor eninde sonunda. Çürüyene, paramparça olana kadar öldürmeye devam ediyor. İçi boşalmış yengeç kabukları, çürümeye yüztutmuş balıklar, etleri eriyip gitmiş kılçıklar... Heba olan yaşamların kimi cansız, kimi can çekişen kanıtları sarkıyor dipteki kefenlerin üzerinden.
Deniz yaşamının üzerine çöken ve yavaşça boğan acımasız bir örtüye dönüşüyor dipte kalan ağlar. Balıkları yuvalarına hapseden, büyümeleri yıllar alan deniz ağaçlarını -gorgonları ve mercanları- kıran, denizdeki yaşam akışını sekteye uğratan serseri ağlar, endüstrinin yarattığı modern malzemeler sayesinde artık yok olmak bilmiyorlar.
Her serseri ağ, öldürme isteğini dizginleyemeyen bir seri katil gibi durdurak bilmeden can alıyor gözden uzak derinliklerde...
Doymak bilmeyen öldürme açlıklarını, çoğunluğun varlığından bile haberdar olmadıkları yerlerde giderdiklerinden, aynı çoğunluk katliamın ulaştığı boyutlardan ve yarattığı etkilerden de habersiz.
Uzaktan izleyenlere göre denize bırakılan her ağ geri toplanıyor ve denizden alması gerekeni alıyor.
Keşke öyle olsaydı...
***
Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO), dünya genelinde deniz yaşamını tehdit eden serseri ağlar sorununu, “terkedilmiş, kaybedilmiş ya da başka bir nedenden dolayı denize atılmış av araçları” sorunu olarak tanımlıyor.
İyi de bir balıkçı dünya kadar masraf yapıp sahip olduğu kıymetli ağları neden terketsin? Borç harç sahip olunan ekmek kapısından vazgeçmek bu kadar kolay mı?
***
FAO’nun 2009’da yayımladığı kapsamlı bir raporda, serseri ağlar sorununa yol açan nedenler birer birer sıralanmış. Rapora göre balık ağlarının kasıtlı olarak terkedilmesinin başlıca nedenleri, yasadışı/kayıtdışı balık avlama teşebbüsünün yanı sıra, kurallara uymayan av araçlarının kullanımında ısrar edilmesi...
Bu gibi eylemlerde bulunan balıkçılar ceza almamak için hiç tereddüt etmeden ağlarını arkalarında bırakabiliyorlar.
Kötü hava/deniz koşulları, dip yapısının iyi tanınmaması, yanlış kerteriz ise, ağların kaybedilmesinin başlıca nedenleri olarak öne sürülüyor.
Tekneye çekilen ağın onarılamaz derecede yıpranmış olması durumunda balıkçı, alacağını aldıktan sonra ağların geri kalanını olduğu gibi denize atabiliyor.
***
Aynı raporda serseri ağların deniz yaşamı üzerindeki olumsuz etkilerine de vurgu yapılıyor. Ticari türleri avlamaya devam eden serseri ağlar, soyu tehlike altında olan deniz canlıları üzerinde öngörülemeyen bir av baskısı yaratarak tükenme sürecini hızlandırıyor. Av yasağının başlamasıyla birlikte limanlara çekilen balıkçı filolarının aksine denizin kural tanımayan serserileri, balıkçılık ekonomisini canlı tutan değerli doğal kaynakları yok ederken yasak dinlemiyor.
Deniz emekçilerinin kısmetine göz diken, yarınlarını belirsizliğe mahkûm eden birer tuzak serseri ağlar...
Balıkların yanı sıra yengeçten istakoza, ahtapottan süngere, deniz şakayığına kadar çeşitlenen yüzlerce, binlerce, hatta onbinlerce farklı dip canlısına da göz açtırmıyor bu tuzaklar. Bir kere düşmeye görsünler, birileri gelip onları tuzaktan kurtarmadıkça çaresizce ölümü beklemekten başka seçenekleri yok!
***
Gittikçe büyüyen serseri ağlar sorununa kalıcı bir çözüm bulmak için kolları sıvayanların sayısı giderek artıyor. Büyük tonajlı tarama gemilerinin yedeğinde çekilen dev tırmıklar, dipte kalan ağları yüzeye çıkarmak için derinlere dalan pençeleri andırıyor. Yerel gönüllülerin çabalarıyla hayata geçen küçük ölçekli temizleme çalışmaları da övgüye değer. Bu gayretlerin tümü az ya da çok bir bedele mal oluyor. Asıl bedeli ödeyense, kefeni yırtamayan deniz yaşamının ta kendisi...
Denize bu bedeli daha fazla ödetmemek için serseriliği bırakmanın zamanı geldi de geçiyor.
***
Gelincik kurtarılmadan önce işte böyle çırpınıyordu...
***
FAO raporunun tam künyesi:
Macfadyen, G.; Huntington, T.; Cappell, R. Abandoned, lost or otherwise discarded fishing gear. UNEP Regional Seas Reports and Studies, No. 185; FAO Fisheries and Aquaculture Technical Paper, No. 523. Rome, UNEP/FAO. 2009. 115p.
26 Nisan 2012 Perşembe
23 Nisan 2012 Pazartesi
DERİNLERDE UYUYOR LOK PHARBA...
Derin karanlıkta sessiz sedasız yatan bir batık, ait olduğu zamanla ilgili çok şey anlatabilir. Varış limanına doğru rotasında ilerlerken, acımasız bir fırtınanın ya da keskin bir buzdağının tuzağına düşen, kargosu yanlış yüklendiği için sütliman denizde dengesi bozulan, torpillenen ya da denizin dibinde yaşama yataklık edecek bir vaha yaratmak için bilerek batırılan gemiler, karanlık mezarlarında bitiremedikleri son yolculuğun hüznüyle beklemek zorundalar.
Her gemi, yüküyle yolcularıyla birlikte kendi öyküsünü de taşır. Ufkun ötesine geçmek için dalgalarla yarışan gemiler, battıkları zaman bile hatırlanacak öyküler bırakırlar arkalarında. Denize ve zamana karşı direnişleri, son yolculuklarını bitirmek için birgün yüzeye çıkmayı beklediklerini düşündürür. Geminin içinde kalan herşey –yükler ve cansız bedenler- son durumlarını aldıklarında, batıkta zaman durur.
Rumelihisarı’nın gölgesinde son uykusuna dalan Lok Pharba’nın yolculuğu 27 Aralık 1976’da noktalanmıştı. Osaka’da Sanoyasu tersanesinde 1966’da denize indirilen 9.317 tonluk gemi, 1974’de Bombaylı Mogul Line Ltd. şirketine satılır. Geminin Eastern Glory olan adı Lok Pharba olarak değiştirilir. İnşa edildikten on yıl sonra Rumelihisarı’nın hemen önünde bir başka gemi tarafından ikiye biçilir. Denize atlayan mürettebat hisar halkı tarafından kurtarılır.
***
Lok Pharba’ya dalmayı belki bir yıldır planlıyordum. Rumelihisarı’nın yakınındaki kafelere her gidişimizde, siparişler gelene kadar bir koşu kıyıya gider ve suya göz atardım. Boğaz haritasına göre batık, hisarın büyük burcunun tam önünde, kıyıdan yaklaşık 100 m açıktaydı.
Kağıt üzerinde o kadar kolay görünüyorduki ona ulaşmak... Suya gir, yamacı takip ederek açıl, akıntıya aldırma ama tedbiri de elden bırakma; taş çatlasın 5 dakika sonra batığın yanındasın...
Boğazda o kadar dalıştan sonra, İstanbul’u ikiye bölen deniz yolu arka bahçem gibi geliyor artık...
***
Pazar sabahı (22 Nisan 2012) erkenden düştük yola Ulaş’la (Oyal). Hisarın önündeki otoparka girdiğimizde saat 7 olmamıştı. Hızlı bir kahvaltının ardından vakit geçirmeden hazırlandık. Bu bir keşif dalışı olacağı için şartları zorlamak niyetinde değildim. Batığın ilk parçasına ulaştıktan sonra, sağa sola bakınıp geri dönecektik.
Ağır yükümüzle kıyıdaki çekeğin kaygan tahtalarından inmek kolay olmadı. Ulaş’la işaretleştik ve yeşil yosunların kadife bir örtü gibi kapladığı dik yamacı izleyerek inmeye başladık. 30 m’yi bulmamız bir dakika bile sürmedi. Güneydoğu yönünde ilerlemeye başladık..
***
Devrilmiş ulu bir ağacı andıran vinç kulesini bulduğumuzda derinlik saatim 47 m’yi gösteriyordu. Aradığımızı bulmuştuk. Beyaz kumlarla lekelenen gri deniz tabanı üzerinde son uykusundaydı.
Dipte hafif bir akıntı vardı. Görüş netti. Yukarısı Karadeniz, aşağısı Akdeniz ve tamamı boğaz. Asırlardır gelip geçen ve burada noktalanan bir sürü hikâye. Gelde dalma İstanbul’da...
Belgeleme amacıyla kısa bir görüntülemenin ardından dönmeye başladık. Akıntının gücüne bakılırsa Aşiyan burnuna yaklaşmış olmalıyız. Yamaca ulaştıktan sonra deko duraklarına kadar uzun ve eğimli bir profil izlemeye başladık. İyiki de izlemişiz...
Kayalara dolanmış hayalet ağlarda can çekişen bir gelincikle iskorpiti kurtarmak için bol bol vaktimiz vardı. Bunlar görebildiklerimizdi. Ya göremediklerimiz. Dipte unutulan her ağ deniz yaşamının kefeni oluyor eninde sonunda...
***
Lok Pharba’yı daha çok ziyaret edeceğiz. Uzaklarda başlayan ve boğazda noktalanan son yolculuğun hikayesine şahit olmak için tek dalış yetmez. Eve dönüş yolunda köprüden geçerken kaleye takılıyor gözüm. Daha demin oradaydık. Onun gölgesinde dinleyicilerini bekleyen bir hikayenin sayfalarını aralıyorduk.
İstanbul’da dalmak, hele boğazın batıklarına dalmak uyanıkken düş görmek gibi. İnsanı günlük yaşamın dertlerinden daha iyi ne arındırabilir ki?
***
Lok Pharba keşif dalışının kısa filmi...
Her gemi, yüküyle yolcularıyla birlikte kendi öyküsünü de taşır. Ufkun ötesine geçmek için dalgalarla yarışan gemiler, battıkları zaman bile hatırlanacak öyküler bırakırlar arkalarında. Denize ve zamana karşı direnişleri, son yolculuklarını bitirmek için birgün yüzeye çıkmayı beklediklerini düşündürür. Geminin içinde kalan herşey –yükler ve cansız bedenler- son durumlarını aldıklarında, batıkta zaman durur.
Rumelihisarı’nın gölgesinde son uykusuna dalan Lok Pharba’nın yolculuğu 27 Aralık 1976’da noktalanmıştı. Osaka’da Sanoyasu tersanesinde 1966’da denize indirilen 9.317 tonluk gemi, 1974’de Bombaylı Mogul Line Ltd. şirketine satılır. Geminin Eastern Glory olan adı Lok Pharba olarak değiştirilir. İnşa edildikten on yıl sonra Rumelihisarı’nın hemen önünde bir başka gemi tarafından ikiye biçilir. Denize atlayan mürettebat hisar halkı tarafından kurtarılır.
***
Lok Pharba’ya dalmayı belki bir yıldır planlıyordum. Rumelihisarı’nın yakınındaki kafelere her gidişimizde, siparişler gelene kadar bir koşu kıyıya gider ve suya göz atardım. Boğaz haritasına göre batık, hisarın büyük burcunun tam önünde, kıyıdan yaklaşık 100 m açıktaydı.
Kağıt üzerinde o kadar kolay görünüyorduki ona ulaşmak... Suya gir, yamacı takip ederek açıl, akıntıya aldırma ama tedbiri de elden bırakma; taş çatlasın 5 dakika sonra batığın yanındasın...
Boğazda o kadar dalıştan sonra, İstanbul’u ikiye bölen deniz yolu arka bahçem gibi geliyor artık...
***
Pazar sabahı (22 Nisan 2012) erkenden düştük yola Ulaş’la (Oyal). Hisarın önündeki otoparka girdiğimizde saat 7 olmamıştı. Hızlı bir kahvaltının ardından vakit geçirmeden hazırlandık. Bu bir keşif dalışı olacağı için şartları zorlamak niyetinde değildim. Batığın ilk parçasına ulaştıktan sonra, sağa sola bakınıp geri dönecektik.
Ağır yükümüzle kıyıdaki çekeğin kaygan tahtalarından inmek kolay olmadı. Ulaş’la işaretleştik ve yeşil yosunların kadife bir örtü gibi kapladığı dik yamacı izleyerek inmeye başladık. 30 m’yi bulmamız bir dakika bile sürmedi. Güneydoğu yönünde ilerlemeye başladık..
***
Devrilmiş ulu bir ağacı andıran vinç kulesini bulduğumuzda derinlik saatim 47 m’yi gösteriyordu. Aradığımızı bulmuştuk. Beyaz kumlarla lekelenen gri deniz tabanı üzerinde son uykusundaydı.
Dipte hafif bir akıntı vardı. Görüş netti. Yukarısı Karadeniz, aşağısı Akdeniz ve tamamı boğaz. Asırlardır gelip geçen ve burada noktalanan bir sürü hikâye. Gelde dalma İstanbul’da...
Belgeleme amacıyla kısa bir görüntülemenin ardından dönmeye başladık. Akıntının gücüne bakılırsa Aşiyan burnuna yaklaşmış olmalıyız. Yamaca ulaştıktan sonra deko duraklarına kadar uzun ve eğimli bir profil izlemeye başladık. İyiki de izlemişiz...
Kayalara dolanmış hayalet ağlarda can çekişen bir gelincikle iskorpiti kurtarmak için bol bol vaktimiz vardı. Bunlar görebildiklerimizdi. Ya göremediklerimiz. Dipte unutulan her ağ deniz yaşamının kefeni oluyor eninde sonunda...
***
Lok Pharba’yı daha çok ziyaret edeceğiz. Uzaklarda başlayan ve boğazda noktalanan son yolculuğun hikayesine şahit olmak için tek dalış yetmez. Eve dönüş yolunda köprüden geçerken kaleye takılıyor gözüm. Daha demin oradaydık. Onun gölgesinde dinleyicilerini bekleyen bir hikayenin sayfalarını aralıyorduk.
İstanbul’da dalmak, hele boğazın batıklarına dalmak uyanıkken düş görmek gibi. İnsanı günlük yaşamın dertlerinden daha iyi ne arındırabilir ki?
***
Lok Pharba keşif dalışının kısa filmi...
16 Nisan 2012 Pazartesi
DERİNLİĞE BAĞLANMAK...
İnsanı kışkırtan, kanını kaynatan bir duygudur derinliğe bağlanmak.
Dalmaya ilk başladığım günden beri esiriyim onun. Aşk, sevgi, nefret gibi, sıradan insana has duygularla tanımlamayı ne kadar denesem de bir türlü beceremediğim, hiç bir duygusal kalıba uymayan, içimde en derinlere kök salmış bir duygu...
Ne zaman derin karanlığı düşlesem karıncalandığımı hissederim. Derin sulardan uzak kalmanın yarattığı yoksunluk hissi, derinlik bağımlılığını besleyen, onu her an canlı tutan en güçlü his.
Zamanında birçok kez içimden söküp atmak istedim bu duyguyu ama başaramadım. Beni ben yapan, içimde iyi olan ne varsa bu duygunun enerjisiyle yaşıyor gibi.
Dalmaya ara veren, karanlığın çağrısına kulak tıkayan, derin sulardan uzaklaşan ben, sanki ben değilim.
Kendim olmak, kendimi bulmak için derin karanlığa karışıyorum. Ruhumu geri kazanıyorum derin karanlığın yüreğinde.
Burada olabildiğince uzun zaman geçirebilmek için, derindeki sığınağımın zorlu koşullarına keyifle katlanıyorum her seferinde. Derindeki mutluluğu hak etmenin bir bedeli var.
Ruhumu kazanmak, kendim olmak, derindeki mutluluktan ve hikâyelerden payıma düşeni alarak geri dönmek için keyifle ödediğim bir bedel.
İnkâr etmiyorum, ben bir derinlik sarhoşuyum...
Dalmaya ilk başladığım günden beri esiriyim onun. Aşk, sevgi, nefret gibi, sıradan insana has duygularla tanımlamayı ne kadar denesem de bir türlü beceremediğim, hiç bir duygusal kalıba uymayan, içimde en derinlere kök salmış bir duygu...
Ne zaman derin karanlığı düşlesem karıncalandığımı hissederim. Derin sulardan uzak kalmanın yarattığı yoksunluk hissi, derinlik bağımlılığını besleyen, onu her an canlı tutan en güçlü his.
Zamanında birçok kez içimden söküp atmak istedim bu duyguyu ama başaramadım. Beni ben yapan, içimde iyi olan ne varsa bu duygunun enerjisiyle yaşıyor gibi.
Dalmaya ara veren, karanlığın çağrısına kulak tıkayan, derin sulardan uzaklaşan ben, sanki ben değilim.
Kendim olmak, kendimi bulmak için derin karanlığa karışıyorum. Ruhumu geri kazanıyorum derin karanlığın yüreğinde.
Burada olabildiğince uzun zaman geçirebilmek için, derindeki sığınağımın zorlu koşullarına keyifle katlanıyorum her seferinde. Derindeki mutluluğu hak etmenin bir bedeli var.
Ruhumu kazanmak, kendim olmak, derindeki mutluluktan ve hikâyelerden payıma düşeni alarak geri dönmek için keyifle ödediğim bir bedel.
İnkâr etmiyorum, ben bir derinlik sarhoşuyum...
11 Nisan 2012 Çarşamba
TAZELENEN HAYATIN İZLERİ...
Karanlığın içinde kolayca göze çarpan bir leke gibiydi. Görünürde dipteki diğer kayalardan farkı yoktu. Pörsümüş marulları andıran yosunların yer yer kapladığı, yamalı bir örtü gibi görünen düzlükte gezinirken görmüştüm onu. 50 m derinde bir yalnızlık anıtı gibi bekliyordu. Yemyeşil sudan süzülerek gelen cılız aydınlıkta, dibin monotonluğuna karışıp gitmişti.
Gorgonya çalıları tutunabilecekleri sağlam bir temel bulmuş olmanın telaşıyla sarmışlardı onu. İnce, narin kamçıları andıran beyaz gorgonyalar, nedense kayanın sadece üst tarafına yerleşmişlerdi. Bu haliyle, tepesinde bir tutam saçı kalmış olan, kelleşmeye yüz tutmuş bir kafayı andırıyordu.
İrili ufaklı kayaların üzerinde incelikle işlenmiş dantel örtüler gibi salınan süt beyaz gorgonyalar... Darıca’da derin karanlığın alışkın olduğum manzarasında göze çarpan aşina lekeler; ıssızlığın sade süsleri...
Bazen farkına bile varmaz, üzerlerinden geçip gidersiniz dipte gelişigüzel yayılan yalnızlık anıtlarının. Gorgonyalardan sarkan beyaz parmakları farketmeseydim, ona da göz ucuyla bakıp geçip giderdim belki.
Derindeki her taşın altına bakmaya kalkarsam, yüzeye dönmem saatler alabilir...
***
Kalamar yumurtalarını galiba ilk kez Yassıada’da, Sadi (Tanman) abiyle dalarken görmüştüm. Allı, morlu, yeşilli lapinlerle tıka basa dolu bir kovuğun tavanından sarkıyorlardı. Büyük bir keyifle izlediğim renkli bir sürprizdi o kovuk ve içindekiler.
Tavanı kaplayan lezzetli lokmalara aldırdıkları yoktu lapinlerin. İlginçtir, bugüne kadar birinin midesinde bile, doğanın bu lezzetli ikramlarının artıklarına rastlamadım.
***
Dişisi ve erkeği ayrı canlılar olan kalamarlar, yılın belirli dönemlerinde çiftleşmek için biraraya gelirler. Birleşmenin ardından dişi kalamar döllenmiş yumurta paketlerini dibe bırakırken, erkeğin dişiyi kolladığı ve çiftleşmenin tekrarından kaçındığı birçok kez gözlenmiş.
Hayvanlar aleminin en hırçın birleşmelerinden sayılan kalamarların çiftleşmesinde bile içgüdüsel bir nezaket var.
***
Beyaz parmaklara Yassıada’dan sonra farklı yerlerde defalarca rastladım. Dibe takılmış bir ağ ya da halat gibi insan elinden çıkma nesnelerin üzerinde de gördüm onları. Yumurtalar kendi kaderlerine terk edilmiş olsalar da yerde sürünmelerine göz yumulmuyordu. Çamura bulanmış parmaklara hiç rastlamadım.
Onlar denizin güzelliğine güzellik katan en nadide süslerdendir. Kalamar yumurtaları, Marmara’nın dibinde her yıl sabırla yinelenen bir yaşam gösterisinin, doğuma yaklaşan yeni hayatların ilk işaretleridir.
“Benden umudunuzu kesmeyin... Bakın, ben yine yaşamla doluyorum... Derin karanlığımda taze yaşamlar kıpırdanmaya başladılar bile...” diye fısıldayan Marmara’nın sağa sola, derinlere ve kıyılara cömertçe serpiştirdiği, tazelenmekte olan hayatın bembeyaz izleridir...
***
Beyaz parmaklar yakında çatlayacak. Herbirinin içinden bereketli bir yaşam sağnağı boşalacak Marmara’nın öldü sanılan ıssız diplerine...
Yaşam izlerini bıkmadan takip edin!
Çünkü o izlerin sonunda, her yıl olanca sabrıyla, cömertliğiyle, coşkusuyla canlanan, yorgun ama umutlu bir Marmara sizi bekliyor.
Gorgonya çalıları tutunabilecekleri sağlam bir temel bulmuş olmanın telaşıyla sarmışlardı onu. İnce, narin kamçıları andıran beyaz gorgonyalar, nedense kayanın sadece üst tarafına yerleşmişlerdi. Bu haliyle, tepesinde bir tutam saçı kalmış olan, kelleşmeye yüz tutmuş bir kafayı andırıyordu.
İrili ufaklı kayaların üzerinde incelikle işlenmiş dantel örtüler gibi salınan süt beyaz gorgonyalar... Darıca’da derin karanlığın alışkın olduğum manzarasında göze çarpan aşina lekeler; ıssızlığın sade süsleri...
Bazen farkına bile varmaz, üzerlerinden geçip gidersiniz dipte gelişigüzel yayılan yalnızlık anıtlarının. Gorgonyalardan sarkan beyaz parmakları farketmeseydim, ona da göz ucuyla bakıp geçip giderdim belki.
Derindeki her taşın altına bakmaya kalkarsam, yüzeye dönmem saatler alabilir...
***
Kalamar yumurtalarını galiba ilk kez Yassıada’da, Sadi (Tanman) abiyle dalarken görmüştüm. Allı, morlu, yeşilli lapinlerle tıka basa dolu bir kovuğun tavanından sarkıyorlardı. Büyük bir keyifle izlediğim renkli bir sürprizdi o kovuk ve içindekiler.
Tavanı kaplayan lezzetli lokmalara aldırdıkları yoktu lapinlerin. İlginçtir, bugüne kadar birinin midesinde bile, doğanın bu lezzetli ikramlarının artıklarına rastlamadım.
***
Dişisi ve erkeği ayrı canlılar olan kalamarlar, yılın belirli dönemlerinde çiftleşmek için biraraya gelirler. Birleşmenin ardından dişi kalamar döllenmiş yumurta paketlerini dibe bırakırken, erkeğin dişiyi kolladığı ve çiftleşmenin tekrarından kaçındığı birçok kez gözlenmiş.
Hayvanlar aleminin en hırçın birleşmelerinden sayılan kalamarların çiftleşmesinde bile içgüdüsel bir nezaket var.
***
Beyaz parmaklara Yassıada’dan sonra farklı yerlerde defalarca rastladım. Dibe takılmış bir ağ ya da halat gibi insan elinden çıkma nesnelerin üzerinde de gördüm onları. Yumurtalar kendi kaderlerine terk edilmiş olsalar da yerde sürünmelerine göz yumulmuyordu. Çamura bulanmış parmaklara hiç rastlamadım.
Onlar denizin güzelliğine güzellik katan en nadide süslerdendir. Kalamar yumurtaları, Marmara’nın dibinde her yıl sabırla yinelenen bir yaşam gösterisinin, doğuma yaklaşan yeni hayatların ilk işaretleridir.
“Benden umudunuzu kesmeyin... Bakın, ben yine yaşamla doluyorum... Derin karanlığımda taze yaşamlar kıpırdanmaya başladılar bile...” diye fısıldayan Marmara’nın sağa sola, derinlere ve kıyılara cömertçe serpiştirdiği, tazelenmekte olan hayatın bembeyaz izleridir...
***
Beyaz parmaklar yakında çatlayacak. Herbirinin içinden bereketli bir yaşam sağnağı boşalacak Marmara’nın öldü sanılan ıssız diplerine...
Yaşam izlerini bıkmadan takip edin!
Çünkü o izlerin sonunda, her yıl olanca sabrıyla, cömertliğiyle, coşkusuyla canlanan, yorgun ama umutlu bir Marmara sizi bekliyor.
6 Nisan 2012 Cuma
BİRBİRİNİ BESLEYEN HALKALAR...
Dar alanlarda yaşamayı seçen farklı türler arasında, yaşamı katı kurallarla yöneten, yazıya dökülmemiş bir sözleşme var. Her türün yaşam alanını görünmeyen sınırlarla bölen, kuralları içgüdülerle belirlenmiş olan bu sözleşme “bölgeci” yaşam şeklinin ya da bölgesel egemenliğin de temelini oluşturur.
Komşu canlıların birbirlerine gözdağı vermeden “Burası benim! Buradan ileriye sakın geçme!..” demelerini mümkün kılan sınırları çizerken doğa asla gelişigüze davranmıyor. Etnik farklılıkların gözardı edilerek, sınırların cetvelle dümdüz çizilebildiği insanların dünyasının aksine, denizdeki sınırlar çizilirken her türün ihtiyaçlarına saygı duyulmuş.
Görünmeyen sınırların amacı savaş çıkarmak değil...
***
Yaşam alanı daraldıkça kaynakların da azalması gerektiğini düşünebilirsiniz. Oysa doğa, dar alanlarda bile yaşamı beslemeye yetecek zenginlikte kaynaklar sunabilir.
Daracık yuvalarından ok gibi fırlayarak, taşların yüzeyini tırtıklayan horozbinalar; yosunların arasındaki minik kabukluları cımbızla çeker gibi toplayan lapinler; sivri dikenlerine aldırmadıkları deniz kestanelerini ustalıkla kıran ve sapsarı yumurtaları afiyetle yiyen karagözler, hanozlar...
Dipteki açık büfede her balığın dişine, beğenisine uygun bir şeyler var. Kaynakları paylaşan, üstüste yaşamanın gerektirdiği ekolojik düzene uyan her balık ve diğer her deniz canlısı karnını doyurabiliyor; en kısıtlı koşullarda bile...
Dipten yüzeye deniz, muazzam bir yaşam bütünlüğü. İçinde barınan herbir canlıyla şekillenmiş tek bir yaşayan organizma gibi görmek yanlış olmaz denizi. Burada her canlı, uzun bir yaşam zincirinin vazgeçilmez bir halkasını oluşturuyor. Besin zinciri, birbirini besleyen milyonlarca halkadan oluşan hassas bir yapı.
Uzun zamandan beri zinciri cahil cesareti ile zorluyoruz. Bu hassas bütünlük üzerindeki insan yükü giderek ağırlaşıyor. Halkalar koptuğunda kaybımız bir tabak balıktan çok fazla olacak...
Komşu canlıların birbirlerine gözdağı vermeden “Burası benim! Buradan ileriye sakın geçme!..” demelerini mümkün kılan sınırları çizerken doğa asla gelişigüze davranmıyor. Etnik farklılıkların gözardı edilerek, sınırların cetvelle dümdüz çizilebildiği insanların dünyasının aksine, denizdeki sınırlar çizilirken her türün ihtiyaçlarına saygı duyulmuş.
Görünmeyen sınırların amacı savaş çıkarmak değil...
***
Yaşam alanı daraldıkça kaynakların da azalması gerektiğini düşünebilirsiniz. Oysa doğa, dar alanlarda bile yaşamı beslemeye yetecek zenginlikte kaynaklar sunabilir.
Daracık yuvalarından ok gibi fırlayarak, taşların yüzeyini tırtıklayan horozbinalar; yosunların arasındaki minik kabukluları cımbızla çeker gibi toplayan lapinler; sivri dikenlerine aldırmadıkları deniz kestanelerini ustalıkla kıran ve sapsarı yumurtaları afiyetle yiyen karagözler, hanozlar...
Dipteki açık büfede her balığın dişine, beğenisine uygun bir şeyler var. Kaynakları paylaşan, üstüste yaşamanın gerektirdiği ekolojik düzene uyan her balık ve diğer her deniz canlısı karnını doyurabiliyor; en kısıtlı koşullarda bile...
Dipten yüzeye deniz, muazzam bir yaşam bütünlüğü. İçinde barınan herbir canlıyla şekillenmiş tek bir yaşayan organizma gibi görmek yanlış olmaz denizi. Burada her canlı, uzun bir yaşam zincirinin vazgeçilmez bir halkasını oluşturuyor. Besin zinciri, birbirini besleyen milyonlarca halkadan oluşan hassas bir yapı.
Uzun zamandan beri zinciri cahil cesareti ile zorluyoruz. Bu hassas bütünlük üzerindeki insan yükü giderek ağırlaşıyor. Halkalar koptuğunda kaybımız bir tabak balıktan çok fazla olacak...