Başladığım yere döndüm yıllar sonra. Neredeyse 25 yıl önce, hayatımda ikinci kez nargileyle dalarken, derinlerdeki yazgıma biraz ürkek, ama fazlasıyla keyifli bir hevesle yol almıştım. Beykoz Koyu, gençlik denizlerim, derinlerdeki dünyayı tanımaya başladığım, tuz kokan, yosun kokan okulum... Buranın her kulacında anılarım var.
Boğazda nargileyle daldığım, salyangoz topladığım günleri, size uzun zaman önce anlatmıştım. Bulanık, soğuk ve akıntılı sularda geçmişti çıraklığım. Gençlik denizlerim belki hırçındı, ama bana çok şey kattı. Denize saygı duymayı öğretti bana. Korkumu kontrol etmeyi, korkmanın ayıp olmadığını öğretti. Ama en önemlisi, her dalıştan keyif almayı, hayal kırıklığına uğramamayı, en olanaksız görünen koşullarda bile yaşam izleri aramayı öğretmişti bana gençlik denizlerim.
***
Hava o kadar soğuktu ki, arabamın tavanı ince bir buz tabakasıyla kaplanmaya başlamıştı. Her soluk verişimizde istim salıyorduk sanki. Boğazın eski buharlı gemileri gibiydik, bir düdük çalmadığımız eksik. Beykoz Balıkçı Barınağı’nın karşısındaki otoparkta hazırlanıyorduk Teoman’la (Naskali). Birkaç metre ötemizdeki otobüs durağında titreşen kızlı erkekli bir grup, ifadesiz gözlerle bizi seyrediyordu. Kurşulanlarla iyice ağırlaşan tüpümü rahat kuşanmak için duraktaki bankın üzerine yerleştirirken bir otobüsün kapısı açıldı. Şöförün yüzündeki ifade şaşkınlıkta yıldızlı pekiyi alırdı. Gece vakti nereden çıktı bu deliler der gibiydi.
10’a çeyrek kala suya girdik. Sıcaklık 8 derece. Nihayet biraz ısındım. 18 yaşındayken aynı mevsimde aynı suya ıslak elbiseyle girerdim! Gençlik ateşiyle soğuk işlemezdi derime. Şimdi kuru elbise giymiş olmama rağmen yine de hafif bir serinlik hissediyorum. Yaşlanıyor muyum ne?
Bu gece suya girmek için seçtiğim yer, nargile teknemiz Kenan Şeker’i yıllar önce bağladığımız iskelenin yakınında. Bir anlığına emektarın güvertesindeymişim gibi hayal ettim kendimi. Arkadaşlarım geldi aklıma. Bir avuç gözü kara deniz aşığı... Başımızda ustam Adnan abi. Elimi uzatsam Kenan Şeker’e dokunacak gibiyim. Aynı mekanda iki farklı zamanı yaşıyorum. “Korkma...” diye sesleniyorum gençliğime, “Korkma, gir suya! Yaşamındaki en güzel anlar başlamak üzere... Beni bunlardan mahrum etme...”
***
Yüzüme çarpan soğuk suyla daldığım hayallerden sıyrılıyorum. Teoman’la işaretleşiyoruz. Kendi yaptığı kapalı devreyle dalıyor bu gece. Benden yayılan fokurtuların aksine onda çıt yok. Arasıra oksijen ölçerden gelen sinyaller de sesten sayılmaz.
Koyun kıyılarını yalayarak kuzeye yönelen hafif akıntı derinlerde güçleniyor. Yine de çok şiddetli değil, palet çırparken fazla zorlanmıyoruz. Kamyon lastikleri, teneke kutular, bira şişeleri, binbir çeşit çöp... Çamurun üstü yıllar önce bıraktığım gibi. Koyun sakinleri birer ikişer görünmeye başladılar. Kömürcü kayabalıklarının bazıları neredeyse bir palamut kadar iri. Suyu yakamozlandıran istavrit ve gümüş sürüleri dönüşümü kutluyor gibiler. Derken dipte yılan gibi kıvrılan pembemsi kahverengi bir gölge beliriyor. Dibine kadar sokuluyorum, kaçmıyor benden. Birbirimizin sakinliğinden cesaret alıyoruz sanki. Sırtında başın arkasından başlayan ve anüse kadar kesintisiz devam eden yüzgecinin kenarları siyah bir şeritle çevrelenmiş. Çenesinin altındaki bir çift sakalla çamuru karıştırıyor. Ophidion türü kayış balığı bu gecenin sürprizi oldu. Adım başı onlardan var dipte. İrili ufaklı kayış balıkları çamuru eşeleyip yem araken akıntıyla adeta dans ediyorlar.
Lüfer gibi, palamut gibi tezgâha düşmediğinden olsa gerek, İstanbul halkı pek tanımaz kayış balığını. Balıktan sayılmayan, çerçöp muamelesi yapılan balıklardandır o da. Sofraları süslemediği, para etmediği için değer verilmez. Oysa o da özbeöz boğaz çocuğudur, İstanbulludur, Marmaralıdır.
***
30 m derinde dibin eğimi de akıntının şiddeti de artıyor. Gemilerin pervaneleri denizi bronzdan yumruklarla dövüyor. Kanala yaklaşmış olmalıyız. Gece kanala girmek planımızda yoktu. Geri dönme zamanı geldi artık.
Akıntıya karşı yüzerken balıklar eşlik ediyor gece ziyaretçilerine. Gençlik denizlerini unutma, arayı çok açma, özletme kendini diye fısıldıyorlar sanki. Ne de olsa dünyamıza burada adım attın, aramıza burada karıştın der gibiler, karanlık dip arkamızda kalırken.
30 Aralık 2011 Cuma
27 Aralık 2011 Salı
DERİNLİK... ÖZGÜRLÜK... MUTLULUK...
Bu dünyada kendimi en mutlu ve en özgür hissettiğim yerin adını verdim oğluma. Derin, sonsuz mutluluk kaynağım, derinlikler de öyle... Dipsiz bir huzur kuyusu, içine düşmekten hiç korkmadığım.
İşte yine boşlukta düşüyorum. Loş bir aydınlık sarıyordu çevremi başta, o da hızla kayboldu, söndü gitti. Boz, bulanık dip hayal meyal akıp gidiyor altımda. Bir ara omzumun üzerinden, bembeyaz bir ışık çizgisi karanlığı delip geçiyor. Bir başkası onu izlemekte gecikmiyor. Her ışık çizgisinin gerisinde, derin karanlıkta süzülen bir gölge var.
Güneş yabancısı bu dünyanın, sanki hiç doğmamış gibi buralarda. Önümüzde ucu bucağı belli olmayan bulanık bir karanlık var. Derinlik arttıkça, giderek koyulaşıyor. Aydınlığa o kadar aç ki, fenerlerimizin güçlü ışığını bir çırpıda yutup yok ediyor. Işığı emen bir karanlık var derinlerde.
***
Omuz askılarıma taktığım dekompresyon tüplerimi kontrol ediyorum. İkisi de yerli yerinde. Karadayken eklemlerimi sızım sızım sızlatan ağırlıktan eser kalmadı. Suyun kaldırma gücü denge yeleğindeki havayla birleşince, yerçekimi hükmünü yitirdi yüzeyin 50 m altında.
Ait olduğum dünyadayım artık. Derin’likte, Özgür’lüğü ve mutluluğu buluyorum. Derin ve Özgür... Oğlumun ve karımın isimleri... Birini ben seçtim, diğeri derin karanlıkla paylaşacağını bile bile beni seçti!
Oğlumun göbek bağını denize gömmek istediğimde, Özgür hiç itiraz etmemişti. Derin, adını aldığı derinliklere göbeğinden bağlı. Aslında aynı şey tüm kara insanları için geçerli! Yaşam suda başlamadı mı? Hepimiz az çok göbekten bağlı değil miyiz derinlerdeki yaşama? Köklerimiz derinlere uzanıyor. Aldığım her nefesin değeri var burada. Yavaşça, sakince nefes alıp vermek, yaşamak demek. Derin’lerde Özgür’ce yaşadığımı hissediyorum ve böyle yaşamak beni mutlu ediyor.
İşte yine boşlukta düşüyorum. Loş bir aydınlık sarıyordu çevremi başta, o da hızla kayboldu, söndü gitti. Boz, bulanık dip hayal meyal akıp gidiyor altımda. Bir ara omzumun üzerinden, bembeyaz bir ışık çizgisi karanlığı delip geçiyor. Bir başkası onu izlemekte gecikmiyor. Her ışık çizgisinin gerisinde, derin karanlıkta süzülen bir gölge var.
Güneş yabancısı bu dünyanın, sanki hiç doğmamış gibi buralarda. Önümüzde ucu bucağı belli olmayan bulanık bir karanlık var. Derinlik arttıkça, giderek koyulaşıyor. Aydınlığa o kadar aç ki, fenerlerimizin güçlü ışığını bir çırpıda yutup yok ediyor. Işığı emen bir karanlık var derinlerde.
***
Omuz askılarıma taktığım dekompresyon tüplerimi kontrol ediyorum. İkisi de yerli yerinde. Karadayken eklemlerimi sızım sızım sızlatan ağırlıktan eser kalmadı. Suyun kaldırma gücü denge yeleğindeki havayla birleşince, yerçekimi hükmünü yitirdi yüzeyin 50 m altında.
Ait olduğum dünyadayım artık. Derin’likte, Özgür’lüğü ve mutluluğu buluyorum. Derin ve Özgür... Oğlumun ve karımın isimleri... Birini ben seçtim, diğeri derin karanlıkla paylaşacağını bile bile beni seçti!
Oğlumun göbek bağını denize gömmek istediğimde, Özgür hiç itiraz etmemişti. Derin, adını aldığı derinliklere göbeğinden bağlı. Aslında aynı şey tüm kara insanları için geçerli! Yaşam suda başlamadı mı? Hepimiz az çok göbekten bağlı değil miyiz derinlerdeki yaşama? Köklerimiz derinlere uzanıyor. Aldığım her nefesin değeri var burada. Yavaşça, sakince nefes alıp vermek, yaşamak demek. Derin’lerde Özgür’ce yaşadığımı hissediyorum ve böyle yaşamak beni mutlu ediyor.
21 Aralık 2011 Çarşamba
YAŞAMIN GÖLGELERİ
Deniz, gece olunca daha sakin, daha konuksever olur. Sular karardıkça denizin çekingenliği de kaybolur. Gündüz sakladığı tüm sırları birer ikişer açığa çıkar. Sabahki ürkekliğinden eser kalmaz. Yaşamla aranızdaki mesafe alabildiğine azalır. Kulağa ne kadar ürtkütücü gelirse gelsin, gece dalmak bambaşka bir deneyimdir. Karanlığın kalın örtüsü aralandıkça, sıradışı bir gece hayatına tanık olursunuz derinlerde.
***
Karanlığın kıyısındaydık yine. Sıradışı bir gece yaşamamıza az kalmıştı. Hazırlanırken gevezelik ediyorduk bir yandan. Mavramız boldur, havadan sudan konuşur dururuz. Günün tüm yorgunluğu, sıkıntısı, sözlere karışıp gider. Bir nevi terapidir kıyıdaki muhabbetler. Üstelik beleştir. Bir servet ödemezsiniz birileri derdinize kulak versin diye. Fakat asıl rahatlama denizin ıslak kucağında yaşanır. Dostların kaldığı yerden deniz devralır vazifeyi. Suya girer girmez kalan sıkıntılarımız akar gider.
***
Teoman (Naskali), Ulaş (Oyal) ve bendeniz, lodos yüzünden kıyının harman yerine döndüğünü bile bile gelmiştik bu gece Kartal’a. Allah’tan dalgalar beklediğimiz kadar sert değildi. Aksi halde rahatlayalım derken, sahildeki kayaların üzerine afiş olmak da vardı. Lodos şakaya gelmez! Alimallah önüne kattığı gibi savurur atar adamı.
Gece denizi ne renktir, hiç düşündünüz mü? Siyah mı, katran karası mı? Bence ikisi de değil. Tonları sürekli değişen bir karanlığı andırır gece denizi bana. Yaşayan, yaşama kucak açan bir karanlık hakimdir gece derinlere. Siyah deyip geçmek, küçümsemek, haksızlık etmek olur.
***
Ortalığı gündüze çeviren geniş açılı aydınlatmayı sevmem gece dalışında. Bu kuralı sadece fotoğraf ya da film çekerken bozarım. Karanlığı bıçak gibi yaran, parlak, güçlü, dar bir ışık hüzmesi... Gece denizinde yol gösteren ışıktan bir çizgi... Karanlığın büyüsünü bozmayan, ancak çevreyi izlememi de sağlayan dost bir aydınlık... Daracık ışıklı yolun karanlık sınırlarında gece denizinin sürprizleri dolanır. Karanlık örtüsünün katları aralandıkça, sıradışı gece hayatının müdavimleri utana sıkıla kendilerini gösterirler. Uyanıkken düş görmektir gecenin karanlığına dalmak. Gölgeler gelir geçer çevrenizden. O gölge, ya gümüş ya da gelincik balığıdır. Bazen zırh kuşanır, ıstakoz ya da pavurya oluverir. Gece derinlerde, yaşamın gölgeleriyle kuşatılırsınız. Gölgelerin rengine bürünür gece denizi. Uyanmak istemediğim bir düştür. Bu yaşam dolu düşü İstanbul’un yanıbaşında, Marmara’nın derin karanlığında görmek, onu daha da güzelleştirir.
14 Kasım 2011 Pazartesi
DERİN MARMARA YAŞIYOR
Dışarıdan bakınca bazı deniz hayvanlarını kolayca bitkiye benzetebilirsiniz. Eğer karada yetişselerdi hiç tereddüt etmeden evinizin başköşesine yerleştirirdiniz onları. Darıca’da 55 m derinde küçük bir taş parçasına tutunarak yaşamını sürdüren sepet yıldızı da (Antedon mediterranea), ilk bakışta insanı kolayca kandırabilen bir yaşam biçimi. Ortak bir gövdeden çıkan ince kolları, simetrik olarak dizilmiş narin tüycüklerle süslenmiş. Dipteki zayıf akıntının etkisiyle tüycükler belli belirsiz hareket etseler de, kollarda kıpırtıdan eser yok. Fakat bu aldatıcı bir durgunluk. Akıntıyla gelen bir nesnenin sepet yıldızına dokunması, kollarını içeriye doğru kapatarak sıkı bir yumruk oluşturması için yeterli bir uyarı. Korunma içgüdüsüyle kapanan kollar kısa bir süre sonra yeniden açılıyor ve sepet yıldızı arkasında şu soruyu bırakarak eski halini alıyor: Bu nasıl bir canlı, bitki mi, yoksa hayvan mı?
Şekliyle narin bir çiçekten farkı olmayan sepet yıldızı, aslında omurgasız bir deniz canlısıdır. Hayvanlar aleminin derisidikenliler (echinodermata) şubesinde sınıflandırılan sepet yıldızı, Marmara’nın derin karanlığında gezintiye çıkan bir dalgıcın rastlayabileceği sıradışı yaşam biçimlerinden sadece biri. Bu küçük içdenizin derinlerinde var olmaya çabalayan yaşam, renk, şekil ve çeşitlilik açısından bakıldığında kara insanlarının hayal gücüne sığmayacak zenginlikte...
Dalış kariyerimin başladığı Marmara Denizi, dünyanın en özel sucul ekosistemlerinden birine ev sahipliği yapıyor. Artık binlerle ifade ettiğim dalışlarımın çoğunu Marmara’da yapmış olmamdan dolayı, ona karşı derin bir sevgi beslediğimi inkâr edemem. Ancak, içdenizi dünyanın sayılı sucul ekosistemlerinden biri olarak değerlendirmemin temelinde şahsi duygulardan fazlası var.
Akdeniz’in ve Karadeniz’in Marmara’da karşılaşan suları, kendi ekosistemlerinde var olan canlıları da beraberlerinde getirir. Aslında Marmara’ya akan iki denizin sularından fazlasıdır. Arkası kesilmeyen iki taraflı bir yaşam akışıdır içdenizi besleyen. Türlerin Akdeniz’e ya da Karadeniz’e geçişlerine izin veren ya da engelleyen ekolojik koşullarıyla, boyutlarından beklenmeyen bir güce sahiptir. Suyla gelen her canlıyla Marmara’nın dip yaşamı daha da zenginleşir, renklenir.
17 Ağustos 1999’da Marmara’yı sarsan ve arkasında korkunç bir yıkım bırakan deprem, gözümüzü içdenizin en derin noktalarına çevirmemize neden oldu. Kuzey Anadolu Fay Hattı’nın deniz altında ilerleyen bölümlerini incelemek amacıyla derin karanlığa gönderilen sualtı araçlarının kameraları, içdenizin dibinde faydan daha fazlası olduğunu ortaya çıkardığında, Marmara’daki dip yaşamının derin deniz çukurlarına kadar yayıldığı görüldü. Tekirdağ çukurunun 1000 m’yi aşan derinliğinde görüntülenen çivili köpekbalığı (Echinorhinus brucus) ve makrurid balıklar (Macruridae sp.), derin Marmara’da objektiflere takılan yaşamlardan sadece birkaç örnekti. Her fırsatta öldüğünden söz edilen içdeniz, yüzeyinden en dibine kadar yaşamla doluydu. Bu zenginliğin çoğunu görmek için öyle çok derinlere inmeye de gerek yok; bir maske bir de şnorkel yeterli bu dünyaya ilk adımı atmak için.
En güzel dalışlarımın çoğunu Marmara’da yaptığımı söylediğimde, dinleyenlerin yüzünde genellikle şaşkınlık ve inanmazlık arasında gidip gelen bir ifade belirir. Marmara’nın ölü bir deniz olduğu, derinlerinde zengin bir canlı yaşamı bulmanın mümkün olmadığı düşüncesi günümüzde çok kabul gören bir ezber. İç denizin capcanlı, cıvıl cıvıl geçmişini hatırlayanlar birer ikişer hayata veda ettikçe, Marmara’nın derinlerinde yaşam barınmadığı ezberi de toplumda giderek yaygınlaşıyor. Beni dinleyenlerin yüzlerindeki inanmaz ifadenin altında çoğunlukla bu yanlış algı yatıyor.
Marmara, tümüyle bize ait olan bir içdeniz. Onu korumak için, kurukuruya sahiplenmekten daha fazlasını yapmamız gerektiği açıkça görülüyor. Marmara’nın dibindeki yaşam ilgiyi fazlasıyla hakediyor. Çöple, kanalizasyonla, molozla kirlettiğimiz, plansız kentleşmenin yol açtığı arazi gereksinimini karşılamak için düşünmeden doldurduğumuz Marmara’nın binlerce yılda dokunmuş bir yaşam örgüsü olduğu, insani çıkarlar söz konusu olduğunda nedense hiç aklımıza gelmiyor.
Doğal yaşamı önemsemeden attığımız kentsel ve endüstriyel adımlarla Marmara’yı defalarca ölümün eşiğine getirdiğimizi kabul ediyorum. Ancak o bulduğu her fırsatta yeniden dirilmeyi başardı. Ona yapılanları hafızasından silerek derinlerde yeni bir yaşamı ateşleyecek gücü buldu kendisinde. Olanca ilgisizliğimize, ona karşı meraksızlığımıza ve merhametsizliğimize rağmen hem de. Derinlerde gizlenen yaşamları tanımak için, artık Marmara’nın dibine daha çok bakmalıyız. Çünkü onu koruma hevesimizi artıracak tek motivasyon, derinlerde gizlenen yaşamın zenginliği.
Şekliyle narin bir çiçekten farkı olmayan sepet yıldızı, aslında omurgasız bir deniz canlısıdır. Hayvanlar aleminin derisidikenliler (echinodermata) şubesinde sınıflandırılan sepet yıldızı, Marmara’nın derin karanlığında gezintiye çıkan bir dalgıcın rastlayabileceği sıradışı yaşam biçimlerinden sadece biri. Bu küçük içdenizin derinlerinde var olmaya çabalayan yaşam, renk, şekil ve çeşitlilik açısından bakıldığında kara insanlarının hayal gücüne sığmayacak zenginlikte...
Dalış kariyerimin başladığı Marmara Denizi, dünyanın en özel sucul ekosistemlerinden birine ev sahipliği yapıyor. Artık binlerle ifade ettiğim dalışlarımın çoğunu Marmara’da yapmış olmamdan dolayı, ona karşı derin bir sevgi beslediğimi inkâr edemem. Ancak, içdenizi dünyanın sayılı sucul ekosistemlerinden biri olarak değerlendirmemin temelinde şahsi duygulardan fazlası var.
Akdeniz’in ve Karadeniz’in Marmara’da karşılaşan suları, kendi ekosistemlerinde var olan canlıları da beraberlerinde getirir. Aslında Marmara’ya akan iki denizin sularından fazlasıdır. Arkası kesilmeyen iki taraflı bir yaşam akışıdır içdenizi besleyen. Türlerin Akdeniz’e ya da Karadeniz’e geçişlerine izin veren ya da engelleyen ekolojik koşullarıyla, boyutlarından beklenmeyen bir güce sahiptir. Suyla gelen her canlıyla Marmara’nın dip yaşamı daha da zenginleşir, renklenir.
17 Ağustos 1999’da Marmara’yı sarsan ve arkasında korkunç bir yıkım bırakan deprem, gözümüzü içdenizin en derin noktalarına çevirmemize neden oldu. Kuzey Anadolu Fay Hattı’nın deniz altında ilerleyen bölümlerini incelemek amacıyla derin karanlığa gönderilen sualtı araçlarının kameraları, içdenizin dibinde faydan daha fazlası olduğunu ortaya çıkardığında, Marmara’daki dip yaşamının derin deniz çukurlarına kadar yayıldığı görüldü. Tekirdağ çukurunun 1000 m’yi aşan derinliğinde görüntülenen çivili köpekbalığı (Echinorhinus brucus) ve makrurid balıklar (Macruridae sp.), derin Marmara’da objektiflere takılan yaşamlardan sadece birkaç örnekti. Her fırsatta öldüğünden söz edilen içdeniz, yüzeyinden en dibine kadar yaşamla doluydu. Bu zenginliğin çoğunu görmek için öyle çok derinlere inmeye de gerek yok; bir maske bir de şnorkel yeterli bu dünyaya ilk adımı atmak için.
En güzel dalışlarımın çoğunu Marmara’da yaptığımı söylediğimde, dinleyenlerin yüzünde genellikle şaşkınlık ve inanmazlık arasında gidip gelen bir ifade belirir. Marmara’nın ölü bir deniz olduğu, derinlerinde zengin bir canlı yaşamı bulmanın mümkün olmadığı düşüncesi günümüzde çok kabul gören bir ezber. İç denizin capcanlı, cıvıl cıvıl geçmişini hatırlayanlar birer ikişer hayata veda ettikçe, Marmara’nın derinlerinde yaşam barınmadığı ezberi de toplumda giderek yaygınlaşıyor. Beni dinleyenlerin yüzlerindeki inanmaz ifadenin altında çoğunlukla bu yanlış algı yatıyor.
Marmara, tümüyle bize ait olan bir içdeniz. Onu korumak için, kurukuruya sahiplenmekten daha fazlasını yapmamız gerektiği açıkça görülüyor. Marmara’nın dibindeki yaşam ilgiyi fazlasıyla hakediyor. Çöple, kanalizasyonla, molozla kirlettiğimiz, plansız kentleşmenin yol açtığı arazi gereksinimini karşılamak için düşünmeden doldurduğumuz Marmara’nın binlerce yılda dokunmuş bir yaşam örgüsü olduğu, insani çıkarlar söz konusu olduğunda nedense hiç aklımıza gelmiyor.
Doğal yaşamı önemsemeden attığımız kentsel ve endüstriyel adımlarla Marmara’yı defalarca ölümün eşiğine getirdiğimizi kabul ediyorum. Ancak o bulduğu her fırsatta yeniden dirilmeyi başardı. Ona yapılanları hafızasından silerek derinlerde yeni bir yaşamı ateşleyecek gücü buldu kendisinde. Olanca ilgisizliğimize, ona karşı meraksızlığımıza ve merhametsizliğimize rağmen hem de. Derinlerde gizlenen yaşamları tanımak için, artık Marmara’nın dibine daha çok bakmalıyız. Çünkü onu koruma hevesimizi artıracak tek motivasyon, derinlerde gizlenen yaşamın zenginliği.
17 Eylül 2011 Cumartesi
SABAH SABAH BOZCAMGÖZ...
Onunla böyle karşılaşmayı hayal etmemiştim. Issız, karanlık ve derin bir yamacın sonunda çıkmalıydı karşıma. Gidişin hızlı, dönüşün alabildiğine yavaş olduğu, insanın yüreğini ağzına getiren, derin karanlığın yüreğinde gizlenen bir çukurun dibinde görmeliydim onu. Önce bir gölge gibi belirmeliydi. Güneşin gücünü yitirdiği, ışığın hükmedemediği bir evrende, düşle gerçek arası bir yaratık gibi gezinmeliydi. Yanına yaklaştıkça yavaşça gerçeğe dönüşmeli, varlığıyla beni hem ürkütmeli hem de meraklandırmalıydı.
Bozcamgözle ilk karşılaşmamız hiç de beklediğim gibi olmadı...
Karanlığın içinde bozcamgözle karşılaşma ihtimali, yıllardır derinlerde korkuyu hiçe sayarak gezinmemin başlıca sebeplerinden biri oldu. Uzun zamandır peşinde koştuğum bozcamgöz, kırk yıl düşünsem aklıma gelmeyecek bir yerde, boğazda kıyının birkaç kulaç açığında çıktı karşıma. Hani yerde ararken gökte rastlamak diye bir değim vardır ya, işte tam onun gibi bir karşılaşma oldu bizimkisi sabah sabah...
Ne tehditkar bakışlar atarak üzerime geldi, ne de dişlerini göstererek çevremde daireler çizdi. Saldırmak şöyle dursun, kıpırdayacak hali bile kalmamıştı zavallının. Dipte ters dönmüş yatarken, başı neredeyse kuyruğuna değecek kadar kıvrılmıştı. Gelip geçen teknelerin yarattığı anaforlarla yavaşça dalgalanıyordu bedeni.
İlk anlardaki şaşkınlığım geçer geçmez kamerama gitti elim. Keşke geçen gece üşenmeyip pili şarj etseydim. Allah’tan pilin dibinde kalan enerji kırıntıları birkaç kare fotoğrafla, iki dakika video çekimine yetti de, bu seneki katliam mevsiminin ilk kurbanını kendi evinde görüntüleyebildim.
Karın yüzgeçlerinin gerisindeki bir çift uzantı, uzunluğu 3 m’den fazla olan bozcamgözün, olgunlaşmış bir erkek olduğunun işaretiydi. Biraz aralanmış ağzında görülen tarak şeklindeki dişleri de, türünü yanılma payı bırakmadan ele veren bir başka ipucuydu.
Bozcamgözler derin su canlılarıdır ve gündüzü genelde 1000 m’yi aşan derinliklerde geçirir ve günbatımıyla birlikte sığlıklara yaklaşırlar. Bu şanssız bozcamgöz muhtemelen derin suya ağ bırakan balıkçılar tarafından yakalandı ve daha sonra işe yaramaz diye denize geri atıldı. Boğazının etrafına düğümlenmiş kalın ip ise, son saatlerinde çektiğini düşündüğüm işkenceden arta kalan tek kanıt.
Marmara’da bir katliam mevsimi daha başladı. Soyları hızla tükenmenin eşiğine gelen bozcamgözlerden bakalım bu sene kaçı bu katliamın kurbanı olacak?
4 Eylül 2011 Pazar
SIRADIŞI BİR BALIK: DENİZATI
Nicedir denizatı görmemiştim İstanbul kıyılarında. Bu sabah Ahırkapı'da onu da görmek varmış kısmetimizde. Dibi marul tarlası gibi örten Ulva yosunlarının arasında gizlenirken karşılaştık limon sarısı sevimli yaratıkla. Alabildiğine dost canlısıydı, ama yine de tedirginliği elden bırakmıyordu binbir nazla poz verirken. Etrafındaki zerzevatı temizlerken pek ses etmedi fakat tedbiri de elden bırakmadı devamlı fokurdayıp duran, siyahlar giymiş yabancının karşısında.
***
Denizatı, sessiz dünyada karşılaşabileceğiniz en garip balıklardan biridir. Bilimsel adı çok afilidir: Hipocampus hipocampus... Genellikle zeytin yeşili, hatta siyah renkli olurlar; sarı olanlarına daha seyrek rastlanır. Yeşil yosunların üzerine denk geldiği zaman fazlasıyla yakışıklı görünür sapsarı kostümüyle. Tek tuhaflığı şekli değildir denizatının. Doğada erkeği doğuran belki de tek balık türüdür! Dişinin döllenmiş yumurtaları erkeğin karnında gelişir. Gebeliğin bütün sıkıntısını erkek denizatı çeker.
***
Uluslararası Türleri Koruma Birliği (IUCN) tarafından hazırlanan Kırmızı Liste'de adı geçen denizatları, Akdeniz'de koruma altındalar. Nesli tehlike altında olan bu sıradışı balıklara boğazda, Marmara'da eskiden çok rastlanırdı. En son 10 yıl önce Riva'da denk gelmiştim kalabalık bir gruba. Kalabalık dediysem öyle binlerce falan değil; bir yosun öbeğinin üzerine tünemiş halde onbeş yirmi taneydiler. Kıyasıya topladılar, kuruttular onları takı, aksesuar, vb. yapmak için. Şimdi yosunların arasında birine rastlayınca bayram ediyoruz.
***
Denizatı, sessiz dünyada karşılaşabileceğiniz en garip balıklardan biridir. Bilimsel adı çok afilidir: Hipocampus hipocampus... Genellikle zeytin yeşili, hatta siyah renkli olurlar; sarı olanlarına daha seyrek rastlanır. Yeşil yosunların üzerine denk geldiği zaman fazlasıyla yakışıklı görünür sapsarı kostümüyle. Tek tuhaflığı şekli değildir denizatının. Doğada erkeği doğuran belki de tek balık türüdür! Dişinin döllenmiş yumurtaları erkeğin karnında gelişir. Gebeliğin bütün sıkıntısını erkek denizatı çeker.
***
Uluslararası Türleri Koruma Birliği (IUCN) tarafından hazırlanan Kırmızı Liste'de adı geçen denizatları, Akdeniz'de koruma altındalar. Nesli tehlike altında olan bu sıradışı balıklara boğazda, Marmara'da eskiden çok rastlanırdı. En son 10 yıl önce Riva'da denk gelmiştim kalabalık bir gruba. Kalabalık dediysem öyle binlerce falan değil; bir yosun öbeğinin üzerine tünemiş halde onbeş yirmi taneydiler. Kıyasıya topladılar, kuruttular onları takı, aksesuar, vb. yapmak için. Şimdi yosunların arasında birine rastlayınca bayram ediyoruz.
23 Ağustos 2011 Salı
MAVİ DÜNYANIN GÖÇEBELERİ
Çatlamış kabuğu, zedelenmiş yüzgeçleri ve kızarmış gözleriyle çok acıklı bir görüntüsü vardı. Açıkta ölmüş, dalgalarla kıyıya sürüklenmişti. Balık ağına mı takılmıştı, yoksa bir teknenin pervanesi mi biçmişti, orası belli değil. Kabuğundaki çatlağın dışında belirgin bir yara izi de yoktu bedeninde. Cansızken bile sevimliydi, yaşamı İzmit Körfezi’nde sonlanan deniz kaplumbağası.
Geçenlerde sualtı dergisi grubundan gelen bir e-posta, hem sevindirdi hem de üzdü beni. Marmara’nın en fazla kirletilmiş bölgelerinden biri olan İzmit Körfezi’nde deniz kaplumbağası görüldüğünden bahsediliyordu. Güney Marmara Takımadaları’nın çevresinde zaman zaman rastlanan deniz kaplumbağalarının kuzeyde de ortaya çıkmaları, içdenizdeki iyileşmeye vurgu yapan umut verici bir işaretti benim için. Ancak, haberin gerisini okuyunca sevinmekte aceleci davrandığımı anladım. Deniz kaplumbağası ölmüştü ve cansız bedeni kıyıya vurmuştu.
Ölüsü varsa canlısı da vardır; yarım yamalak da olsa umut umuttur!
***
Akdeniz’in fauna ve florası üzerine en ayrıntılı kitaplardan biri olan Fauna und Flora des Mittelmeeres’de, Akdeniz’de 4 tür deniz kaplumbağası yaşadığından söz edilir. Bunlar Caretta caretta, Chelonia mydas, Dermochelys coriacea ve Eretmochelys imbricata türleri. İzmit Körfezi’nde karaya vuran deniz kaplumbağasının türünün C. caretta olduğunu düşünüyorum. FAO tarafından 1990 yılında yayımlanan Sea Turtles of the World (Dünyanın Deniz Kaplumbağaları) kitabına göre, C. caretta’nın gözlerinin arasında, alın üzerinde ikişer tane ince kabuk bulunuyor. C. mydasta ise bu kabuklardan birer tane var. Ayrıca C. mydas’ın kafası üstten bakınca daha sivri hatlara sahip. Körfezde kıyıya vuran tür ise C. caretta’nın tanımına daha çok uyuyor.
***
Türü her ne olursa olsun, Marmara’da hâlâ deniz kaplumbağası yaşadığı ortada. Gerçi bu canlılar Marmara’nın yerlisi mi, yoksa gelip geçiciler mi, şu an için kesin bir şey söylemek zor. Bu soruyu cevaplamak için modern izleme teknolojilerini kullanarak peşlerine düşmek gerek. Deniz kaplumbağaları mavi dünyanın göçebeleri olarak tanınırlar. Yumurtadan çıktıkları kumsala kendi yumurtalarını bırakmak için geri döndükleri ve bunu yaparken binlerce kilometreyi sabırla aştıkları biliniyor. Talihsiz dostumuz, geçerken Marmara’ya da uğramak istemiş bir yolcuydu belki.
Kıyıda yatan cansız beden körfezde ne arıyordu? Kim bilir; ancak, şunu çok iyi anlamalıyız ki Marmara’daki yaşamı korumak için artık bir nedenimiz daha var! Üstelik bunu yaşamı pahasına hatırlattı bize.
Geçenlerde sualtı dergisi grubundan gelen bir e-posta, hem sevindirdi hem de üzdü beni. Marmara’nın en fazla kirletilmiş bölgelerinden biri olan İzmit Körfezi’nde deniz kaplumbağası görüldüğünden bahsediliyordu. Güney Marmara Takımadaları’nın çevresinde zaman zaman rastlanan deniz kaplumbağalarının kuzeyde de ortaya çıkmaları, içdenizdeki iyileşmeye vurgu yapan umut verici bir işaretti benim için. Ancak, haberin gerisini okuyunca sevinmekte aceleci davrandığımı anladım. Deniz kaplumbağası ölmüştü ve cansız bedeni kıyıya vurmuştu.
Ölüsü varsa canlısı da vardır; yarım yamalak da olsa umut umuttur!
***
Akdeniz’in fauna ve florası üzerine en ayrıntılı kitaplardan biri olan Fauna und Flora des Mittelmeeres’de, Akdeniz’de 4 tür deniz kaplumbağası yaşadığından söz edilir. Bunlar Caretta caretta, Chelonia mydas, Dermochelys coriacea ve Eretmochelys imbricata türleri. İzmit Körfezi’nde karaya vuran deniz kaplumbağasının türünün C. caretta olduğunu düşünüyorum. FAO tarafından 1990 yılında yayımlanan Sea Turtles of the World (Dünyanın Deniz Kaplumbağaları) kitabına göre, C. caretta’nın gözlerinin arasında, alın üzerinde ikişer tane ince kabuk bulunuyor. C. mydasta ise bu kabuklardan birer tane var. Ayrıca C. mydas’ın kafası üstten bakınca daha sivri hatlara sahip. Körfezde kıyıya vuran tür ise C. caretta’nın tanımına daha çok uyuyor.
***
Türü her ne olursa olsun, Marmara’da hâlâ deniz kaplumbağası yaşadığı ortada. Gerçi bu canlılar Marmara’nın yerlisi mi, yoksa gelip geçiciler mi, şu an için kesin bir şey söylemek zor. Bu soruyu cevaplamak için modern izleme teknolojilerini kullanarak peşlerine düşmek gerek. Deniz kaplumbağaları mavi dünyanın göçebeleri olarak tanınırlar. Yumurtadan çıktıkları kumsala kendi yumurtalarını bırakmak için geri döndükleri ve bunu yaparken binlerce kilometreyi sabırla aştıkları biliniyor. Talihsiz dostumuz, geçerken Marmara’ya da uğramak istemiş bir yolcuydu belki.
Kıyıda yatan cansız beden körfezde ne arıyordu? Kim bilir; ancak, şunu çok iyi anlamalıyız ki Marmara’daki yaşamı korumak için artık bir nedenimiz daha var! Üstelik bunu yaşamı pahasına hatırlattı bize.
7 Ağustos 2011 Pazar
OHA BE! SADECE OHA...
Milyonluk bir kent bozuğunun kıyısında olmanın bir deniz için bedeli çok ağır olabiliyor. Bu kentin yaşayanları çoğunlukla denizle fazla içli dışlı olmayan, denizi temiz tutmak gibi kaygıları bulumayan insanlarsa, bu bedelin ağırlığı tarifsiz boyutlara varıyor. Denize kıyısı olan, ama deniz kenti olamamış yerleşimlerin talihsizliğidir zamanla bir çöplüğe, lağım çukuruna dönüşmek. Mahallenin çöpleri dipsiz gibi görünen denize dökülür. Kanalizasyonların son durağı yine denizdir. Karada bir yer kazılır, çıkan moloz denizi bulandırır. Denize attıklarımız her gün gözümüzün önünden akar gider. Falanca kıyıdan dökülenler filanca kıyıda karaya vurur.
Hem suçlu hem de güçlü davranırız; kirleten biz olduğumuz halde suçu yine ona atarız. Dibi yosun bağladı diye suçlarız onu, mide bulandıran kokunun suçunu ona atarken de düşünmeyiz duru maviliği bok çukuruna çevirenin kendimiz olduğunu.
***
Bu sabah Ahırkapı’da dalarken yine A’dan Z’ye çöplerimizle doluydu her yer. Şişeden kamyon lastiğine varana kadar her cins pislik vardı dipte. Sualtı Temizlik Hareketi’nin (STH) yaratıcısı değerli dostum Hakan Tiryaki, her yıl belirli zamanlarda bir avuç gönüllü ile bu pisliğin birazını da olsa dipten toplayıp karaya çıkartıyor. Çöplüğün envanterinde neler var neler. Elimize geçen her şeyi Marmara’ya sokmuşuz umursamadan! Neyse...
Saat 9’a geliyordu daldığımızda. Cenk (Özen) ve Serdar’la (Özaltın) 50 küsür dakika dipte dolandık. Her bira şişesinin içinden bir tane kafa çıkıyordu. Horozbinalar buldukları beleş yuvalardan memnun olsalar da, çöplerin dipteki varlığını haklı göstermeye yetmiyor. Dalışın sonuna doğru bizim kafadarları, kıyı duvarının yakınında parlak bir zımbırtıyı incelerken buldum. Başta dikkat etmemiştim ama telaşla gelmemi işaret ettiklerinde fark ettim dipte yatanın yepyeni bir çöp konteyneri olduğunu.
Üzeri yosun bağlamış eğik bir rampanın bitiminden en az 3 m uzakta ve yaklaşık 5 m derindeydi. Balıkçı teknelerinin çekek yeri olan rampa, normalde konteyner konulan bir yer değildir. Belli ki birileri tekerlekli metal kutuyu bilerek kıyıya getirmiş ve denize atmıştı. Çöp konteynerini kim ne diye denize atar? Oha be! Sadece, oha...
Bu arada, girizgâhtaki kentin neresi olduğunu çaktınız mı?
Hem suçlu hem de güçlü davranırız; kirleten biz olduğumuz halde suçu yine ona atarız. Dibi yosun bağladı diye suçlarız onu, mide bulandıran kokunun suçunu ona atarken de düşünmeyiz duru maviliği bok çukuruna çevirenin kendimiz olduğunu.
***
Bu sabah Ahırkapı’da dalarken yine A’dan Z’ye çöplerimizle doluydu her yer. Şişeden kamyon lastiğine varana kadar her cins pislik vardı dipte. Sualtı Temizlik Hareketi’nin (STH) yaratıcısı değerli dostum Hakan Tiryaki, her yıl belirli zamanlarda bir avuç gönüllü ile bu pisliğin birazını da olsa dipten toplayıp karaya çıkartıyor. Çöplüğün envanterinde neler var neler. Elimize geçen her şeyi Marmara’ya sokmuşuz umursamadan! Neyse...
Saat 9’a geliyordu daldığımızda. Cenk (Özen) ve Serdar’la (Özaltın) 50 küsür dakika dipte dolandık. Her bira şişesinin içinden bir tane kafa çıkıyordu. Horozbinalar buldukları beleş yuvalardan memnun olsalar da, çöplerin dipteki varlığını haklı göstermeye yetmiyor. Dalışın sonuna doğru bizim kafadarları, kıyı duvarının yakınında parlak bir zımbırtıyı incelerken buldum. Başta dikkat etmemiştim ama telaşla gelmemi işaret ettiklerinde fark ettim dipte yatanın yepyeni bir çöp konteyneri olduğunu.
Üzeri yosun bağlamış eğik bir rampanın bitiminden en az 3 m uzakta ve yaklaşık 5 m derindeydi. Balıkçı teknelerinin çekek yeri olan rampa, normalde konteyner konulan bir yer değildir. Belli ki birileri tekerlekli metal kutuyu bilerek kıyıya getirmiş ve denize atmıştı. Çöp konteynerini kim ne diye denize atar? Oha be! Sadece, oha...
Bu arada, girizgâhtaki kentin neresi olduğunu çaktınız mı?
19 Temmuz 2011 Salı
YENİ BİR YAŞAM BAŞLIYOR...
Her deniz canlısı sessiz dünyadaki yaşamına başlamadan önce, dış dünyadaki hayatın en az kendisi kadar göz kamaştırıcı bir serüveni yumurtanın içinde yaşar. Şekli, rengi, büyüklüğü, bırakıldığı yerin özellikleri türden türe değişen yumurta, yeni bir neslin hayatın zorluklarına göğüs germeden önce son hazırlıklarını yaptığı güvenli bir evciktir.
Ait oldukları türlerin erişkinlikte kazandıkları desen ve biçim zenginliğiyle boy ölçüşebilen çeşitlilikteki deniz yumurtalarının kendilerine has bir dünyaları var. Kupkuru, destekten yoksun bir dünyaya doğan kara yumurtalarının aksine deniz yumurtaları, su dünyasının yumuşak karnına doğmak gibi bir şansa sahipler. Kalsiyum karbonattan oluşan dayanıklı kabuk, kara yumurtalarını dış dünyadan ayıran sert bir sınır çizdiği halde deniz yumurtaları, sabırla çatlamayı bekledikleri su dünyasının yumuşaklığını yansıtan bir esnekliğe sahipler. Martıların ve deniz kaplumbağalarının sert kabuklu yumurtaları, bu genellemenin dışında kalan, karayla bağlantısı kopmamış ender deniz yaşamı örneklerinden...
***
Köşeleri boynuz şeklinde uzamış dikdörtgenlere benzeyen vatoz yumurtaları, dokunduğunuzda deri bir keseyi elliyormuş hissi verirler. Bu yumurtalara “deniz kızının kesesi - Mermaids purse” denmesininin nedeni, eskilerin altın keselerine bir gönderme yapma isteği olabilir mi? İçinde kocaman bir yumurta sarısı bulunan deniz kızının kesesi, dipte yaşayan etobur balıkların özellikle peşine düştükleri besleyici bir gıda. Neyse ki yumurtaların maruz kaldığı yırtıcı baskısı makul bir düzeyde. Yoksa vatozların nesli hızla tehlikeye girerdi.
***
Deniz yosunlarının üzerinde zarif danteller gibi duran yığınlar dikkatinizi çekti mi hiç? Yosun tabakalarının arasında ilkbahar ortalarında görülmeye başlayan bu narin danteller deniz tavşanı yumurtalarından başka bir şey değil. Toz zerresi gibi yüzlerce yumurtanın tutunduğu jelatin şeritler, derinlerde kutlanan yaşam baharının mevsimlik süsleridir; tıpkı vatozların, kalamarların ve diğer yüzlercesinin bıraktığı yumurtalar gibi...
Ait oldukları türlerin erişkinlikte kazandıkları desen ve biçim zenginliğiyle boy ölçüşebilen çeşitlilikteki deniz yumurtalarının kendilerine has bir dünyaları var. Kupkuru, destekten yoksun bir dünyaya doğan kara yumurtalarının aksine deniz yumurtaları, su dünyasının yumuşak karnına doğmak gibi bir şansa sahipler. Kalsiyum karbonattan oluşan dayanıklı kabuk, kara yumurtalarını dış dünyadan ayıran sert bir sınır çizdiği halde deniz yumurtaları, sabırla çatlamayı bekledikleri su dünyasının yumuşaklığını yansıtan bir esnekliğe sahipler. Martıların ve deniz kaplumbağalarının sert kabuklu yumurtaları, bu genellemenin dışında kalan, karayla bağlantısı kopmamış ender deniz yaşamı örneklerinden...
***
Köşeleri boynuz şeklinde uzamış dikdörtgenlere benzeyen vatoz yumurtaları, dokunduğunuzda deri bir keseyi elliyormuş hissi verirler. Bu yumurtalara “deniz kızının kesesi - Mermaids purse” denmesininin nedeni, eskilerin altın keselerine bir gönderme yapma isteği olabilir mi? İçinde kocaman bir yumurta sarısı bulunan deniz kızının kesesi, dipte yaşayan etobur balıkların özellikle peşine düştükleri besleyici bir gıda. Neyse ki yumurtaların maruz kaldığı yırtıcı baskısı makul bir düzeyde. Yoksa vatozların nesli hızla tehlikeye girerdi.
***
Deniz yosunlarının üzerinde zarif danteller gibi duran yığınlar dikkatinizi çekti mi hiç? Yosun tabakalarının arasında ilkbahar ortalarında görülmeye başlayan bu narin danteller deniz tavşanı yumurtalarından başka bir şey değil. Toz zerresi gibi yüzlerce yumurtanın tutunduğu jelatin şeritler, derinlerde kutlanan yaşam baharının mevsimlik süsleridir; tıpkı vatozların, kalamarların ve diğer yüzlercesinin bıraktığı yumurtalar gibi...
16 Temmuz 2011 Cumartesi
BOĞAZ'IN KALLAVİ ISTAKOZU...
Bir zamanlar balık sofralarının vazgeçilmez mezesiydi ıstakoz. Boğaz’da, Marmara’da bol bol avlardı balıkçılar. Kanlıca’nın, Aşiyan’ın, Yeniköy’ün, Beykoz’un, Adalar’ın derin taşları, irili ufaklı batıklar ıstakoz yuvalarıyla doluydu eskiden. Kalınca bir halata sırayla bağlanan hamal küfelerinin içi balık artıklarıyla, işkembeyle yemlenir, sonra yuvaların bulunduğu kayalıkların yakınına bırakılırdı. Leşlerin kokusunu alan ıstakozlar küfelere girerdi. Sonrasında balıkçıya halatı çekmek ve küfenin içindeki kolay ziyafetin kurbanı olan ıstakozu öldürmeden tezgâha yatırmak kalırdı.
Çavaleyi dolduran beş kiloluk kuzu gibi ıstakozlar şimdi hayal gibi geliyor. Hele de İstanbul’un kıyılarında...
***
Geçenlerde Darıca’da dalarken 7 m derindeki bir kovukta, aşağı yukarı 2 kiloluk bir ıstakoza denk gelince, keyiften ağzım kulaklarıma varmıştı. Yıllar önce Yassıada’da “27 taşı”nın dibindeki bir kovuktan da bir çift anten çıkardı. Yassının gediklisi dalgıçların başlıca keyiflerindendi kovuğun sadık bekçisini izlemek. Ara sıra beslediğimiz de olurdu kendisini. Elbirliği ile korurduk “27 taşı”nın ıstakozunu. Bir gün yine halini hatırını sormak için kovuğuna gittik ama o yerinde yoktu. Önce kötüye yormadık yokluğunu. Istakozlar ara sıra kovuk değiştirirler ya da beslenmek için yuvalarını kısa süreliğine terk ederler. Bizimki de ya yerini değiştirdi ya da lokma peşine düştü diye düşündük. Bir gün bir hafta oldu, bir hafta bir ay, ama “27 taşı”nın ıstakozu bir daha kovuğuna geri dönmedi. Civarda yerleşebileceği tüm kovukları araştırdık, ama bizim kabuklu kuzudan eser yoktu. İnsanlara alışmanın bedelini galiba canıyla ödemişti. Kim bilir kimin sofrasını süsledi?
Darıca’nın ıstakozu içime biraz olsun su serpti serpmesine ya “27 taşı”nın bekçisi bambaşkaydı. Yaşını tahmin edemem, ama kabuğu yosun tutmuş, midye bağlamıştı. Marmara’nın eski kallavi ıstakozlarından mirastı. Epey tuttum yasını...
Birkaç hafta önce Boğaz’ın girişine yakın bir mevkiide bir başka iri kıyım ıstakoza rastladım. Her pazar sabahı yaptığım kıyı dalışlarından birinde dipte gezinirken, daha önce belki de defalarca üstünden geçtiğim bir batığın kalıntıları çıktı yoluma. Batığın üst yapısı yıllar önce kesilip alınmıştı ve geride omurgası kalmıştı. Sağa sola bakınıp birkaç fotoğraf çektikten sonra tam oradan ayrılacaktım ki omurganın altına doğru uzanan bir kum oyuğundan çıkan bir çift antenle burun buruna geldim. “27 taşı”nın yerinde yeller esen ıstakozuna denk bir başka ıstakoz, omurganın altındaki yuvada yaşıyordu. Fenerimin güçlü ışığına ürkek tepkiler verdi, kaçmadı ama yine de beni uzaktan izlemekle yetindi. Yerini benden başkasının bildiğini sanmıyorum yoksa çoktan o da bir sofraya meze olurdu.
Ara sıra onu görmeye gidiyorum. Haftalardır süren flörtümüze rağmen bana karşı hâlâ çok tedbirli davranıyor. Kaçmadan ama çok da yaklaşmadan birbirimizi izlemekle yetiniyoruz. O beni inceliyor ben de onu. Anlayacağınız düzeyli bir ilişkimiz var. Onu ziyaret etmek ve her seferinde onu canlı görmek beni rahatlatıyor. Marmara’nın giderek daha fazla canlandığının kanlı canlı kanıtı o!
Çavaleyi dolduran beş kiloluk kuzu gibi ıstakozlar şimdi hayal gibi geliyor. Hele de İstanbul’un kıyılarında...
***
Geçenlerde Darıca’da dalarken 7 m derindeki bir kovukta, aşağı yukarı 2 kiloluk bir ıstakoza denk gelince, keyiften ağzım kulaklarıma varmıştı. Yıllar önce Yassıada’da “27 taşı”nın dibindeki bir kovuktan da bir çift anten çıkardı. Yassının gediklisi dalgıçların başlıca keyiflerindendi kovuğun sadık bekçisini izlemek. Ara sıra beslediğimiz de olurdu kendisini. Elbirliği ile korurduk “27 taşı”nın ıstakozunu. Bir gün yine halini hatırını sormak için kovuğuna gittik ama o yerinde yoktu. Önce kötüye yormadık yokluğunu. Istakozlar ara sıra kovuk değiştirirler ya da beslenmek için yuvalarını kısa süreliğine terk ederler. Bizimki de ya yerini değiştirdi ya da lokma peşine düştü diye düşündük. Bir gün bir hafta oldu, bir hafta bir ay, ama “27 taşı”nın ıstakozu bir daha kovuğuna geri dönmedi. Civarda yerleşebileceği tüm kovukları araştırdık, ama bizim kabuklu kuzudan eser yoktu. İnsanlara alışmanın bedelini galiba canıyla ödemişti. Kim bilir kimin sofrasını süsledi?
Darıca’nın ıstakozu içime biraz olsun su serpti serpmesine ya “27 taşı”nın bekçisi bambaşkaydı. Yaşını tahmin edemem, ama kabuğu yosun tutmuş, midye bağlamıştı. Marmara’nın eski kallavi ıstakozlarından mirastı. Epey tuttum yasını...
Birkaç hafta önce Boğaz’ın girişine yakın bir mevkiide bir başka iri kıyım ıstakoza rastladım. Her pazar sabahı yaptığım kıyı dalışlarından birinde dipte gezinirken, daha önce belki de defalarca üstünden geçtiğim bir batığın kalıntıları çıktı yoluma. Batığın üst yapısı yıllar önce kesilip alınmıştı ve geride omurgası kalmıştı. Sağa sola bakınıp birkaç fotoğraf çektikten sonra tam oradan ayrılacaktım ki omurganın altına doğru uzanan bir kum oyuğundan çıkan bir çift antenle burun buruna geldim. “27 taşı”nın yerinde yeller esen ıstakozuna denk bir başka ıstakoz, omurganın altındaki yuvada yaşıyordu. Fenerimin güçlü ışığına ürkek tepkiler verdi, kaçmadı ama yine de beni uzaktan izlemekle yetindi. Yerini benden başkasının bildiğini sanmıyorum yoksa çoktan o da bir sofraya meze olurdu.
Ara sıra onu görmeye gidiyorum. Haftalardır süren flörtümüze rağmen bana karşı hâlâ çok tedbirli davranıyor. Kaçmadan ama çok da yaklaşmadan birbirimizi izlemekle yetiniyoruz. O beni inceliyor ben de onu. Anlayacağınız düzeyli bir ilişkimiz var. Onu ziyaret etmek ve her seferinde onu canlı görmek beni rahatlatıyor. Marmara’nın giderek daha fazla canlandığının kanlı canlı kanıtı o!
14 Temmuz 2011 Perşembe
DERİN DENİZLE TANIŞTI!
Oğlum Derin tam bir su kuşu çıktı! “Acaba denizi sevecek mi?” diye annesiyle meraktan bütün kış boşuna kıvranmışız. Geçen cuma Alaçatı’da denizle tanışan Derin, bütün endişelerimizin yersiz olduğunu daha ilk su yutuşunda ispatladı. Burnuna kaçan su genzini biraz yaktı yakmasına ama yumurcak suyu öğle usturuplu çıkardı ki zannedersiniz kırk yıllık dalgıç. Öyle yaygarayı falan da koparmadı. Zeytin gözlerini kocaman açıp bize bir bakışı vardı ki sormayın gitsin. Olacak o kadar artık, ne de olsa tenine terkostan başka su değmemişti daha bir hafta öncesine kadar. İlk şaşkınlığı geçince bacaklarını çırpmaya, suyu şakır şukur tokatlamaya başladı. Çocukluğum geldi gözümün önüne, rahmetli babamla sudaki boğuşmalarımız, şnorkelle dalmayı öğretişi ve daha birçok anı... Şimdi sıra bende, öğreten tarafta olmak, baba olmak... Denizi sevdirebilecek miyim diye düşünceden içim içimi yerken, canım oğlum yüreğime Ege’nin serin sularını serpti. Eee, armut dibine düşermiş...
***
Aslında Derin’in denizle tanışıklığı Alaçatı macerasından aylar önce Ahırkapı’da başladı. Aralık ayıydı, oğlum doğalı daha 15 gün olmamıştı. Burak (Demircan) amcasıyla ufaklığın göbek bağını 11 m derinde açtığımız küçük bir çukura gömmüştük. Derin'in küçük bir parçası daima balıklarla ve denizkızlarıyla... Bu ne zaman aklıma gelse çok hoşuma gidiyor, biraz da kıskanıyorum. Benim göbek bağım kim bilir nerede? Denizle yoldaşlığın sen daha onun koynunda ıslanmadan başladı oğlum.
***
Derin, Ege’nin mavisindeki ilk kulaçlarını atmaya çalışırken, Mothercare’dan aldığımız biraz alangirli bir deniz simidiyle sarmalanmıştı. Yumurcak çok sevdi simidini, üstelik tanıyor da, hem renginden hem de şeklinden. Birkaç kez tecrübe ettik, naylon oyuncağını görünce ağzı kulaklarına varıyor keratanın. Ancak yeni aksesuarı daha afili. Ne mi? Shorty dalış elbisesi. Onu da dün aldık Decathlon’dan. Eve gelir gelmez denedik, cuk oturdu üzerine. Gerçi omuzlarda biraz boşluk kaldı kalmasına ama sorun değil seneye tam olur.
***
Sabahı zor ettim. Uyanır uyanmaz yarım yamalak bir kahvaltı yaptık ve soluğu Caddebostan’da aldık. Günlerdir esen poyraz ortalığı iyice temizlemişti ve su pırıl pırıldı. Hızla giydirdik taze dalgıcı ve cup suya. Anasının kucağında sudan çıkmak bilmedi kerata. Dedim ya armut dibine düşermiş diye, Derin de tam ayaklarımın dibinde. Dilerim denize karşı sevgisi artarak devam eder. Dilerim denizle tanışmasını hep keyifle hatırlar.
***
Aslında Derin’in denizle tanışıklığı Alaçatı macerasından aylar önce Ahırkapı’da başladı. Aralık ayıydı, oğlum doğalı daha 15 gün olmamıştı. Burak (Demircan) amcasıyla ufaklığın göbek bağını 11 m derinde açtığımız küçük bir çukura gömmüştük. Derin'in küçük bir parçası daima balıklarla ve denizkızlarıyla... Bu ne zaman aklıma gelse çok hoşuma gidiyor, biraz da kıskanıyorum. Benim göbek bağım kim bilir nerede? Denizle yoldaşlığın sen daha onun koynunda ıslanmadan başladı oğlum.
***
Derin, Ege’nin mavisindeki ilk kulaçlarını atmaya çalışırken, Mothercare’dan aldığımız biraz alangirli bir deniz simidiyle sarmalanmıştı. Yumurcak çok sevdi simidini, üstelik tanıyor da, hem renginden hem de şeklinden. Birkaç kez tecrübe ettik, naylon oyuncağını görünce ağzı kulaklarına varıyor keratanın. Ancak yeni aksesuarı daha afili. Ne mi? Shorty dalış elbisesi. Onu da dün aldık Decathlon’dan. Eve gelir gelmez denedik, cuk oturdu üzerine. Gerçi omuzlarda biraz boşluk kaldı kalmasına ama sorun değil seneye tam olur.
***
Sabahı zor ettim. Uyanır uyanmaz yarım yamalak bir kahvaltı yaptık ve soluğu Caddebostan’da aldık. Günlerdir esen poyraz ortalığı iyice temizlemişti ve su pırıl pırıldı. Hızla giydirdik taze dalgıcı ve cup suya. Anasının kucağında sudan çıkmak bilmedi kerata. Dedim ya armut dibine düşermiş diye, Derin de tam ayaklarımın dibinde. Dilerim denize karşı sevgisi artarak devam eder. Dilerim denizle tanışmasını hep keyifle hatırlar.
19 Haziran 2011 Pazar
DENİZ İNSANI OLMAK, KOLAY DEĞİL...
Bu sabah kıyıda dalmak için hazırlanırken eski günler geldi gözümün önüne. Dalmayı öğrenmeye çalıştığım, deniz salyangozlarının peşine düştüğüm nargile günleri, farklı bir teknede başka bir dalgıcın gerçeğiydi Boğaz kıyısında bu sabah. Deniz insanı olma yolunda palet vurmaya başladığım çıraklık günlerim, yine bir nargile teknesi olan Kenan Şeker’de geçmişti. 23 yıl önce deniz salyangozu toplayan benle bu sabah midye toplayan dalgıç arasındaki ter fark zaman farkıydı. Kullandığı iptidai malzemeler bile, zamanında benim kullanmış olduklarımla benzerdi. Uzunca bir hortum, ucunda muhtemelen ucuz yollu bir regülatörün ikinci kademesi. Acil durumda güvenli çıkış yapmayı sağlayan tüp yine yok...
Nargilecilerin giysileri neden hep simsiyahtır? Neden renkli dalgıç elbisesi kullanmazlar? Kenan Şeker’de çoğunlukla Technisub’ın 7 mm neoprenden Alaska modeli elbiseleri kullanılırdı. Açık ve koyu mavi 6.5 mm JWL elbisemle bendeniz, nargileciler aleminde nadiren bulunmuş renkli kişiliklerdendim. Suya girmeye hazırlanan midyeci de geleneği bozmamıştı siyah dalgıç elbisesiyle.
Boğazda denizle karanın sınırını çizen sahil duvarları neden genellikle çıplaktır, bilir misiniz?
Siyahlar giymiş dalgıcımız bir süre küpeştede oturdu, sade donanımını şöyle bir kontrol etti. Hoş, kontrol etmesini gerektiren çok fazla bir şey de yoktu üzerinde. Maskesini taktı, paletleri zaten ayağındaydı. Midyeleri doldurduğu, elincesi denilen kalın çamaşır ipinden örülmüş ağ torba (apoş), üst tarafı kesilmiş büyükçe bir bidona bağlanmıştı, kaldırma balonu hesabı...
Fazla oyalanmadan suya girdi, hızlı palet vuruşlarıyla kıyıya yöneldi. Dalmadan önce kendi usulüyle afilli bir okey işareti vermeyi de ihmal etmedi. Elindeki kocaman spatulayla sahil duvarına yapışmış midyeleri kazıdığını görebiliyordum. Çok derine inmemişti.Yüzeyin birkaç metre altındaydı. Ağ torbayı doldurması 15 dakikayı bulmamıştı. Önce mavi bidon suyun yüzeyinde belirdi, sonra tombik siyah bir gövde. Bu haliyle Kenan Şeker’deki ustam Adnan'ı hatırlattı bana.
Suda bunlar olup biterken kıyıda da hummalı bir çalışma vardı. Sabahın erken saatlerinden beri midye peşinde oldukları, kıyıda istiflenmiş çuvallardan belliydi. Üst üste yığılmış bir sürü çuval, tekneden kıyıya, sonra kamyonetin kasasına... Midyelerin son durağı, bir kaşık taratorla ya ekmek arasında ya da sırlı kaplaması çatlamış beyaz bir tabakta servis. Afiyet olsun. Sizin yediğiniz midye acaba hangi duvardan kazınmıştı?
***
Bir gün yeniden bu işlere döner miyim acaba? Boğazın denizci kültürüne yeniden dahil olma düşüncesi bile ağzımı sulandırmıyor değil. Fakat, yıllarca dalgayla fırtınayla boğuştuktan, dipte ekmek peşinde koştuktan sonra yeniden deniz insanı olmak zor geliyor. Yine de belli olmaz, hayat bu. Karaya attığı gibi tekrar denize de çağırabilir. Nargileciler alemine bir gün yeniden renk katmak... Neden olmasın?
Nargilecilerin giysileri neden hep simsiyahtır? Neden renkli dalgıç elbisesi kullanmazlar? Kenan Şeker’de çoğunlukla Technisub’ın 7 mm neoprenden Alaska modeli elbiseleri kullanılırdı. Açık ve koyu mavi 6.5 mm JWL elbisemle bendeniz, nargileciler aleminde nadiren bulunmuş renkli kişiliklerdendim. Suya girmeye hazırlanan midyeci de geleneği bozmamıştı siyah dalgıç elbisesiyle.
Boğazda denizle karanın sınırını çizen sahil duvarları neden genellikle çıplaktır, bilir misiniz?
Siyahlar giymiş dalgıcımız bir süre küpeştede oturdu, sade donanımını şöyle bir kontrol etti. Hoş, kontrol etmesini gerektiren çok fazla bir şey de yoktu üzerinde. Maskesini taktı, paletleri zaten ayağındaydı. Midyeleri doldurduğu, elincesi denilen kalın çamaşır ipinden örülmüş ağ torba (apoş), üst tarafı kesilmiş büyükçe bir bidona bağlanmıştı, kaldırma balonu hesabı...
Fazla oyalanmadan suya girdi, hızlı palet vuruşlarıyla kıyıya yöneldi. Dalmadan önce kendi usulüyle afilli bir okey işareti vermeyi de ihmal etmedi. Elindeki kocaman spatulayla sahil duvarına yapışmış midyeleri kazıdığını görebiliyordum. Çok derine inmemişti.Yüzeyin birkaç metre altındaydı. Ağ torbayı doldurması 15 dakikayı bulmamıştı. Önce mavi bidon suyun yüzeyinde belirdi, sonra tombik siyah bir gövde. Bu haliyle Kenan Şeker’deki ustam Adnan'ı hatırlattı bana.
Suda bunlar olup biterken kıyıda da hummalı bir çalışma vardı. Sabahın erken saatlerinden beri midye peşinde oldukları, kıyıda istiflenmiş çuvallardan belliydi. Üst üste yığılmış bir sürü çuval, tekneden kıyıya, sonra kamyonetin kasasına... Midyelerin son durağı, bir kaşık taratorla ya ekmek arasında ya da sırlı kaplaması çatlamış beyaz bir tabakta servis. Afiyet olsun. Sizin yediğiniz midye acaba hangi duvardan kazınmıştı?
***
Bir gün yeniden bu işlere döner miyim acaba? Boğazın denizci kültürüne yeniden dahil olma düşüncesi bile ağzımı sulandırmıyor değil. Fakat, yıllarca dalgayla fırtınayla boğuştuktan, dipte ekmek peşinde koştuktan sonra yeniden deniz insanı olmak zor geliyor. Yine de belli olmaz, hayat bu. Karaya attığı gibi tekrar denize de çağırabilir. Nargileciler alemine bir gün yeniden renk katmak... Neden olmasın?
12 Haziran 2011 Pazar
BAKTIĞIN TREN DEĞİL, DENİZDİR...
İstanbul’da dalıp da dipte çöp görmemek mümkün mü? Konserve kutusundan gaz sobasına kadar çeşitlidir denizin dibinde unuttuklarımız. Farklı nedenlerden dolayı dalgaların altında yitip gitmişlerdir, kazara ya da bilerek. Kimi, anlık bir sinir krizi sırasında denizin dibini boylamıştır; mesela kızla erkek sahilde elele gezinirken, her nedense bir kavga patlak vermiştir mutlu çiftin arasında. Sonra alyanslar parmaklardan çıkarılmış ve denize atılmıştır. İskele yakınlarında dolanırken dipte gördüğüm cep telefonu cesetleri de, muhtemelen benzer nedenlerle kendilerini denizde bulmuşlardır. En pahalısından en ucuzuna ruhunu tuzlu suda teslim etmiş cep telefonları, ya karşılıksız bir aşkın kurbanıdırlar ya da bir alacak verecek kavgasının. Çöpleri de denize atılma nedenlerini de çoğaltmak mümkün.
Denizi hep sonsuz bir çöplük, dibi olmayan bir lağım çukuru olarak görmüşüz. Eskiden yaz mevsiminde Haliç’in üzerindeki köprülerden cam açık geçemezdiniz. Balgama dönüşmüş kahverengi suların leş gibi yapışkan kokusu, son sürat giderken bile insanın burnunu sızlatırdı. 20 yıl öncesine kıyasla şimdi mis gibi kokuyor ve o mis gibi koku bile ara sıra insanın içini kaldırabiliyor. İstanbul’un en bereketli voli avlaklarındandı Haliç, el birliğiyle kenefe çevirdik.
Umursamıyoruz denizi... Şüphesiz denizi seven, onu ve barındırdığı yaşamları korumak için çabalayanlar da var. Ancak, denizin toplum yaşantımızda öncelikli bir yere sahip olduğunu söylemek zor. Ticaret yolu, rakı balık mekânı, Emirgân’da çay, biraz da martılara simit... Haftasonu kap mangalla kankaları, istikamet adalar... Deniz, çoğumuz için ne yazık ki sadece bu kadar. Gece gündüz, yağmur kar demeden kıyıları mesken edinen oltacılar da olmasa trene bakmaktan pek farkı kalmayacak Boğaziçi izlenimlerimizin. Sözüm meclisten dışarı. Denizin kıyısında yaşayıp da onun önemini ve değerini kavrayamamış olanlaradır sitemim.
Deniz, onu korumak için, kirletmemek için göstermediğimiz çabayı, çöplerimizi sahiplenmek, onları yaşamın en güzel renkleriyle allayıp pullamak için hiç bıkmadan gösteriyor. Ayıbımızı kapatmak için elinden geleni fazlasıyla yapıyor. Hem de onu acımasızca hırpalamamıza, olanca hoyratlığımıza rağmen...
Dipsiz bir çöp kutusu olmadığını, yaşayan bir varlık olduğunu hatırlatıyor, sahiplenmek zorunda kaldığı çöplerimizin içine bazen bir balık, bazen bir karides yerleştirerek...
Biz batırdıkça o temizlemeye uğraşıyor. Yaramaz çocuklar gibiyiz, deniz ise döküntülerimizi bıkmadan toplayan bir anne gibi...
Nedense annelerimizin değerini hep onlar ölünce anlıyoruz.
Denizi hep sonsuz bir çöplük, dibi olmayan bir lağım çukuru olarak görmüşüz. Eskiden yaz mevsiminde Haliç’in üzerindeki köprülerden cam açık geçemezdiniz. Balgama dönüşmüş kahverengi suların leş gibi yapışkan kokusu, son sürat giderken bile insanın burnunu sızlatırdı. 20 yıl öncesine kıyasla şimdi mis gibi kokuyor ve o mis gibi koku bile ara sıra insanın içini kaldırabiliyor. İstanbul’un en bereketli voli avlaklarındandı Haliç, el birliğiyle kenefe çevirdik.
Umursamıyoruz denizi... Şüphesiz denizi seven, onu ve barındırdığı yaşamları korumak için çabalayanlar da var. Ancak, denizin toplum yaşantımızda öncelikli bir yere sahip olduğunu söylemek zor. Ticaret yolu, rakı balık mekânı, Emirgân’da çay, biraz da martılara simit... Haftasonu kap mangalla kankaları, istikamet adalar... Deniz, çoğumuz için ne yazık ki sadece bu kadar. Gece gündüz, yağmur kar demeden kıyıları mesken edinen oltacılar da olmasa trene bakmaktan pek farkı kalmayacak Boğaziçi izlenimlerimizin. Sözüm meclisten dışarı. Denizin kıyısında yaşayıp da onun önemini ve değerini kavrayamamış olanlaradır sitemim.
Deniz, onu korumak için, kirletmemek için göstermediğimiz çabayı, çöplerimizi sahiplenmek, onları yaşamın en güzel renkleriyle allayıp pullamak için hiç bıkmadan gösteriyor. Ayıbımızı kapatmak için elinden geleni fazlasıyla yapıyor. Hem de onu acımasızca hırpalamamıza, olanca hoyratlığımıza rağmen...
Dipsiz bir çöp kutusu olmadığını, yaşayan bir varlık olduğunu hatırlatıyor, sahiplenmek zorunda kaldığı çöplerimizin içine bazen bir balık, bazen bir karides yerleştirerek...
Biz batırdıkça o temizlemeye uğraşıyor. Yaramaz çocuklar gibiyiz, deniz ise döküntülerimizi bıkmadan toplayan bir anne gibi...
Nedense annelerimizin değerini hep onlar ölünce anlıyoruz.
5 Haziran 2011 Pazar
PAŞABAHÇE ÇOCUĞUYUM, İYİ BİLİRİM BURALARI...
Anılarımı süsleyen dalışlardan yazmamıştım uzun zamandır. Kaldığımız yerden devam...
***
Kenan Şeker’de çalıştığımı öğrendiğinde babamın ilk sorusu “teknede basınç odası var mı?” olmuştu. Basınç odasını kim kaybetmiş ki biz bulacağız demedim haliyle. Bizim emektarı öyle allayıp pullamıştım ki anlatırken, dinleyenler Cousteau’nun Calypso’suyla karıştırmış olabilirler. Neyse ki babam Kenan Şeker’i hiç görmedi. Yoksa nargile günlerim daha en başında bitebilirdi.
Su Ürünleri Fakültesi’ndeki dördüncü yarıyılım 89 baharında başlamıştı. İkinci sınıfın ikinci yarı yılı fakültenin en kazık dönemlerinden biridir. Ders kaçırdın mı kitabı yalayıp yutsan nafile, çakarsın. Ama ne çakış! İşte böyle kritik bir zamanda dalış sevdasıyla okulu iyice asmaya başlamıştım. Kenan Şeker’in Beykoz’dan palamar çözüp, artık hayatımızın bir parçası olan salyangoz seferlerinden birine biz olmadan çıkmasıyla, dönem kaybetme tehlikesinden kıl payı sıyırdık. Bir gün babacan bir tavırla sormuştu Adnan: “aslanım hocalarınız laf etmiyor mu ikide bir tekneye gelmenize?” Yoo, bilmedikleri bir şeye niye laf etsinler ki... Başladık dil dökmeye: “Olur mu öyle şey Adnan abi; nöbetleşe geliyoruz... Derslerde işlenen konuları birbirimize aktarıyoruz, notlarımızı paylaşıyoruz...”
Ne söylediysek yutmadı Adnan. Nargile sefasının son zamanlarında topu topu iki kişi kalmıştık zaten; bir ben, bir de Recep. Yapışık ikizler gibi aynı zamanda geliyorduk tekneye; salyangoz avına aynı zamanda çıkıyorduk. Devamsızlık denizinde boğulmamıza az kalmıştı. Baktı ki durum kötüye gidiyor, Adnan müdahale etmekte gecikmedi: “Anladık denizi seviyorsunuz, amma bu böyle olmaz çocuklar...” diye başladığı köprüüstü nasihatleri yarım saatten fazla sürmüştü. Sözünü bitirdiğinde, Kenan Şeker’de uzunca bir süre dalış yapamayacağımız gün gibi ortadaydı. Bizi istemediklerinden değil, hakikaten iyiliğimizi düşünüyorlardı. Öyle yufka yürekli biri değildi, fakat “evlat, bu işin sonu belli değil; okuyun adam olun, gene dalarsınız, deniz kaçmıyor...” derken gözleri dolmuştu.
İnsan boğazın dibinde ne görmeyi umar ki? Bugünlerde dalışa yeni başlayanlara baktığımda, bu soru daha da manidar bir hal alıyor. Bırakın boğazı, dalışı Marmara’da öğrenenlerin, en azından öğrenmeye heves edenilerin bile sayısı parmakla gösterilecek kadar azaldı. Benim gibi birkaç kılıçartığı dışında, bulanık yeşil suları seven yok artık. Oysa o bulanık örtünün derinlerinde, İstanbul’un kaleme alınmamış tarihi var. Çakal Limanı’ndaki mania tellerini ve taş çapaları; Beykoz koyunun dibinde mezar taşı gibi dikilen çeşit çeşit sobaları; Aşiyan taşlarında saklanan gelincikleri; İstanbul’un sıra dışı gece yaşamına renk katan kırlangıçları, benekli vatozları kaç kişi gördü acaba? Batıklardan bahsetmiyorum bile... İrili ufaklı nice kurbanlar aldı boğazın akıntılı suları. Koyun Gemisi, Ortaköy batığı ve daha neler neler... Boğaza uğrayan her gemi kendi öyküsünü de getirdi bu çılgın sulara. Benim için İstanbul’da dalmak, ıslak metropolün derinlerinde yatan günyüzü görmemiş öykülere şahit olmakla eşdeğer; her dalışta ayrı bir öykü dinlediğim çok olmuştur.
Tekneden voltamızı alınca kendimize yeni bir yer aramaya başlamakta gecikmedik. O günlerde ne tüpüm vardı ne de regülatörüm; denge yeleği hak getire... Okuldaki malzemeyi ödünç almanın lafı bile edilemez... Bir gün Receple, Paşabahçe’de bir lokantada eti az patatesi bol haşlama yerken, Seyir Hidrografi’nin 2921 numaralı boğaz haritasından dalışa uygun olabilecek yerleri belirlemeye çalışıyorduk. Lokantanın cılız garsonu önce bizi görmezden geldi, ama yanımızdan her geçişinde göz ucuyla haritaya bakmayı da ihmal etmedi. Akşam vakti lokantada bizim dışımızda çok müşteri yoktu. Derken, garson damdan düşer gibi gelip masaya oturdu ve başladı anlatmaya: “Paşabahçe çocuğuyum, iyi bilirim buraları; aradığınız neyse söyleyin, yardımcı olurum.” Recep’le bir an aval aval bakıştık; söylesek mi söylemesek mi? Dalgıçlıkta bir yılı daha yeni geride bırakmıştık, anlayacağınız tazeydik, ama yaş tahtaya basmayacak kadar da öğrenmiştik ortamı. Neyse ki suskunluğumuz işe yaradı ve sabırsız garson daha biz sormadan baklayı çıkardı ağzından. Başladı anlatmaya, haritaya işaret koymaya: “Beykoz koyunun ilerisinde Fil burnu var, orası iyidir dalmak için...” Fil burnu, varan bir... “Sonra karşı tarafta Garipçe var; Kavaklar çok akar...” Garipçe’yi zaten biliyoruz; Kavakları es geçiyoruz... Ee, Paşabahçe çocuğu bu kadar mı? Hani bu sular senden sorulurdu...
Paşabahçeli Yeniköy’den Aşiyan’a, Bebek’ten Kuruçeşme’ye, Karantina koyundan Burunbahçe’ye kadar bi’dünya yer saydı, ben de hepsini kaydettim. Vakit buldukça her kerterizi kıyıdan kontrol ettik. Sakin yer aradığımızı üstüne basa basa söylemiş olsak da, inadına akıntının en kudurgan olduğu yerleri söylemişti. Tedbirli davranıp, o günkü tecrübesizliğimle akıntıya bodoslama dalmamakla ne kadar iyi ettiğimi zamanla gördüm. Boyumuzdan büyük işlere girişmeden önce bir süre daha rapanacılığa devam ettik, piştik adam akıllı.
Hazır lafı açılmışken, size biraz deniz salyangozundan ve rapanacılıktan bahsetmek istiyorum. Özellikle Fransız mutfağında bolca tüketilen deniz salyangozu ya da rapana salyangozu, 20 hatta 25 cm’ye kadar çıkabilen kabuğuyla, sularımızda rastlayabileceğiniz en büyük deniz salyangozu türlerinden biridir. Triton ve dolyumdan sonra büyüklük bakımından üçüncü sırada gelir diyebilirim. Bilimsel adı Rapana venosa’dır ve dalgıçlar arasında yaygın olarak kullanılan adı “rapana” salyangozu buradan gelir. Yıllardır devam eden avcılık sonucu rapana salyangozları da giderek küçüldüler. Bugünlerde 25 santimlik rapana bulmak kolay değil.
Toplanan rapanaları Rumeli Feneri’nde işleme tesisi bulunan bir şirket alırdı çoğunlukla. Hâlâ faaliyette mi bilmiyorum ama 20 sene önce sıkı iş yapardı fenerdeki fabrika. Salyangozlar çelik kazanlara konur, sıcak buhar verilir ve nihayet ayıklayıcı kadınlar haşlanmış rapana etini kabuktan çıkarırlardı. Bir zamanlar fenerden kamyonlar dolusu işlenmiş rapana eti giderdi Avrupa ülkelerine.
Rapanacılık zor iştir, eziyetlidir; evden, eşten, hayattan kopmak demektir kimi zaman. Ancak hayat olarak benimseyebilenler yapabilir bu işi, bir de bulanık sulara gönülden bağlananlar. Rapana topladığımız yerlerde ne inci vardı ne de mercan. Geçenlerde bir arkadaşla Burgazada’nın arkasına dalışa gittik yine bir nargile teknesiyle. Kaptan köşkünün dışına yapıştırılmış bir çıkartma hemen dikkatimi çekti. Kızkulesi ve onun altında derinlere giden bir nargile dalgıcı ile peşi sıra uzayan hortumu resmedilmişti çıkartmada. Islak metropolün nargilecileri (ya da rapanacıları) birleşip bir dernek kurmuşlar: “İstanbul Deniz Salyangozu Dalgıçları Dayanışma Derneği”. Kızkulesi’nin görüntüsü bugüne kadar bir sürü yerde kullanıldı kullanılmasına, ama bence en çok derneğin amblemine yakışmış. Islak metropolün bulanık sularına beslenen sevgiyi bu amblem çok güzel yansıtıyor.
***
Kenan Şeker’de çalıştığımı öğrendiğinde babamın ilk sorusu “teknede basınç odası var mı?” olmuştu. Basınç odasını kim kaybetmiş ki biz bulacağız demedim haliyle. Bizim emektarı öyle allayıp pullamıştım ki anlatırken, dinleyenler Cousteau’nun Calypso’suyla karıştırmış olabilirler. Neyse ki babam Kenan Şeker’i hiç görmedi. Yoksa nargile günlerim daha en başında bitebilirdi.
Su Ürünleri Fakültesi’ndeki dördüncü yarıyılım 89 baharında başlamıştı. İkinci sınıfın ikinci yarı yılı fakültenin en kazık dönemlerinden biridir. Ders kaçırdın mı kitabı yalayıp yutsan nafile, çakarsın. Ama ne çakış! İşte böyle kritik bir zamanda dalış sevdasıyla okulu iyice asmaya başlamıştım. Kenan Şeker’in Beykoz’dan palamar çözüp, artık hayatımızın bir parçası olan salyangoz seferlerinden birine biz olmadan çıkmasıyla, dönem kaybetme tehlikesinden kıl payı sıyırdık. Bir gün babacan bir tavırla sormuştu Adnan: “aslanım hocalarınız laf etmiyor mu ikide bir tekneye gelmenize?” Yoo, bilmedikleri bir şeye niye laf etsinler ki... Başladık dil dökmeye: “Olur mu öyle şey Adnan abi; nöbetleşe geliyoruz... Derslerde işlenen konuları birbirimize aktarıyoruz, notlarımızı paylaşıyoruz...”
Ne söylediysek yutmadı Adnan. Nargile sefasının son zamanlarında topu topu iki kişi kalmıştık zaten; bir ben, bir de Recep. Yapışık ikizler gibi aynı zamanda geliyorduk tekneye; salyangoz avına aynı zamanda çıkıyorduk. Devamsızlık denizinde boğulmamıza az kalmıştı. Baktı ki durum kötüye gidiyor, Adnan müdahale etmekte gecikmedi: “Anladık denizi seviyorsunuz, amma bu böyle olmaz çocuklar...” diye başladığı köprüüstü nasihatleri yarım saatten fazla sürmüştü. Sözünü bitirdiğinde, Kenan Şeker’de uzunca bir süre dalış yapamayacağımız gün gibi ortadaydı. Bizi istemediklerinden değil, hakikaten iyiliğimizi düşünüyorlardı. Öyle yufka yürekli biri değildi, fakat “evlat, bu işin sonu belli değil; okuyun adam olun, gene dalarsınız, deniz kaçmıyor...” derken gözleri dolmuştu.
İnsan boğazın dibinde ne görmeyi umar ki? Bugünlerde dalışa yeni başlayanlara baktığımda, bu soru daha da manidar bir hal alıyor. Bırakın boğazı, dalışı Marmara’da öğrenenlerin, en azından öğrenmeye heves edenilerin bile sayısı parmakla gösterilecek kadar azaldı. Benim gibi birkaç kılıçartığı dışında, bulanık yeşil suları seven yok artık. Oysa o bulanık örtünün derinlerinde, İstanbul’un kaleme alınmamış tarihi var. Çakal Limanı’ndaki mania tellerini ve taş çapaları; Beykoz koyunun dibinde mezar taşı gibi dikilen çeşit çeşit sobaları; Aşiyan taşlarında saklanan gelincikleri; İstanbul’un sıra dışı gece yaşamına renk katan kırlangıçları, benekli vatozları kaç kişi gördü acaba? Batıklardan bahsetmiyorum bile... İrili ufaklı nice kurbanlar aldı boğazın akıntılı suları. Koyun Gemisi, Ortaköy batığı ve daha neler neler... Boğaza uğrayan her gemi kendi öyküsünü de getirdi bu çılgın sulara. Benim için İstanbul’da dalmak, ıslak metropolün derinlerinde yatan günyüzü görmemiş öykülere şahit olmakla eşdeğer; her dalışta ayrı bir öykü dinlediğim çok olmuştur.
Tekneden voltamızı alınca kendimize yeni bir yer aramaya başlamakta gecikmedik. O günlerde ne tüpüm vardı ne de regülatörüm; denge yeleği hak getire... Okuldaki malzemeyi ödünç almanın lafı bile edilemez... Bir gün Receple, Paşabahçe’de bir lokantada eti az patatesi bol haşlama yerken, Seyir Hidrografi’nin 2921 numaralı boğaz haritasından dalışa uygun olabilecek yerleri belirlemeye çalışıyorduk. Lokantanın cılız garsonu önce bizi görmezden geldi, ama yanımızdan her geçişinde göz ucuyla haritaya bakmayı da ihmal etmedi. Akşam vakti lokantada bizim dışımızda çok müşteri yoktu. Derken, garson damdan düşer gibi gelip masaya oturdu ve başladı anlatmaya: “Paşabahçe çocuğuyum, iyi bilirim buraları; aradığınız neyse söyleyin, yardımcı olurum.” Recep’le bir an aval aval bakıştık; söylesek mi söylemesek mi? Dalgıçlıkta bir yılı daha yeni geride bırakmıştık, anlayacağınız tazeydik, ama yaş tahtaya basmayacak kadar da öğrenmiştik ortamı. Neyse ki suskunluğumuz işe yaradı ve sabırsız garson daha biz sormadan baklayı çıkardı ağzından. Başladı anlatmaya, haritaya işaret koymaya: “Beykoz koyunun ilerisinde Fil burnu var, orası iyidir dalmak için...” Fil burnu, varan bir... “Sonra karşı tarafta Garipçe var; Kavaklar çok akar...” Garipçe’yi zaten biliyoruz; Kavakları es geçiyoruz... Ee, Paşabahçe çocuğu bu kadar mı? Hani bu sular senden sorulurdu...
Paşabahçeli Yeniköy’den Aşiyan’a, Bebek’ten Kuruçeşme’ye, Karantina koyundan Burunbahçe’ye kadar bi’dünya yer saydı, ben de hepsini kaydettim. Vakit buldukça her kerterizi kıyıdan kontrol ettik. Sakin yer aradığımızı üstüne basa basa söylemiş olsak da, inadına akıntının en kudurgan olduğu yerleri söylemişti. Tedbirli davranıp, o günkü tecrübesizliğimle akıntıya bodoslama dalmamakla ne kadar iyi ettiğimi zamanla gördüm. Boyumuzdan büyük işlere girişmeden önce bir süre daha rapanacılığa devam ettik, piştik adam akıllı.
Hazır lafı açılmışken, size biraz deniz salyangozundan ve rapanacılıktan bahsetmek istiyorum. Özellikle Fransız mutfağında bolca tüketilen deniz salyangozu ya da rapana salyangozu, 20 hatta 25 cm’ye kadar çıkabilen kabuğuyla, sularımızda rastlayabileceğiniz en büyük deniz salyangozu türlerinden biridir. Triton ve dolyumdan sonra büyüklük bakımından üçüncü sırada gelir diyebilirim. Bilimsel adı Rapana venosa’dır ve dalgıçlar arasında yaygın olarak kullanılan adı “rapana” salyangozu buradan gelir. Yıllardır devam eden avcılık sonucu rapana salyangozları da giderek küçüldüler. Bugünlerde 25 santimlik rapana bulmak kolay değil.
Toplanan rapanaları Rumeli Feneri’nde işleme tesisi bulunan bir şirket alırdı çoğunlukla. Hâlâ faaliyette mi bilmiyorum ama 20 sene önce sıkı iş yapardı fenerdeki fabrika. Salyangozlar çelik kazanlara konur, sıcak buhar verilir ve nihayet ayıklayıcı kadınlar haşlanmış rapana etini kabuktan çıkarırlardı. Bir zamanlar fenerden kamyonlar dolusu işlenmiş rapana eti giderdi Avrupa ülkelerine.
Rapanacılık zor iştir, eziyetlidir; evden, eşten, hayattan kopmak demektir kimi zaman. Ancak hayat olarak benimseyebilenler yapabilir bu işi, bir de bulanık sulara gönülden bağlananlar. Rapana topladığımız yerlerde ne inci vardı ne de mercan. Geçenlerde bir arkadaşla Burgazada’nın arkasına dalışa gittik yine bir nargile teknesiyle. Kaptan köşkünün dışına yapıştırılmış bir çıkartma hemen dikkatimi çekti. Kızkulesi ve onun altında derinlere giden bir nargile dalgıcı ile peşi sıra uzayan hortumu resmedilmişti çıkartmada. Islak metropolün nargilecileri (ya da rapanacıları) birleşip bir dernek kurmuşlar: “İstanbul Deniz Salyangozu Dalgıçları Dayanışma Derneği”. Kızkulesi’nin görüntüsü bugüne kadar bir sürü yerde kullanıldı kullanılmasına, ama bence en çok derneğin amblemine yakışmış. Islak metropolün bulanık sularına beslenen sevgiyi bu amblem çok güzel yansıtıyor.
15 Mayıs 2011 Pazar
YÜZSÜZ YIRTICILAR
Köpekbalığının yüzü, derinlerde kolgezen amansız yırtıcıların adeta ortak sembolüdür. Her zaman aralık duran ağızlarında hemen göze çarpan keskin dişlerin insana güven verdiği söylenemez. Yüzlerinden hiç düşürmedikleri sert ifadenin adeta çekim merkezidir bu keskin dişler. Çoğu deniz insanı için köpekbalığının gözleri adeta ölümün gözleridir. Hal böyle olunca köpekbalıklarıyla aramızın düzelmesini beklemek düpedüz saflık olur. Onlarla aramızda hüküm süren bitmek bilmeyen güven bunalımının başlıca nedeni yüzlerinden düşürmedikleri sert ifade ve bundan vazgeçmeye hiç mi hiç niyetleri yok. Ne de olsa delici keskin bakışlar, köpekbalığı doğasının ayrılmaz bir parçası. Bu bakışlar olmasaydı, denizlerin ağır abileri olmaya devam edebilirler miydi?
Sessiz dünyanın derinliklerinde yaşam, en sıradışı geometrilerle karşınıza çıkmak için fırsat kollar. "Böyle hayvan mı olurmuş?" sorusu, sadece bir soru değil bir şaşkınlık ifadesidir, dalgaların altında süregelen yaşamın sergilediği çeşitlilik karşısında. Deniz şakayıkları ya da anemonlarsa bu soruyu en fazla sorduran canlılar arasındadır. Kayalara yapışmış jöle kıvamında çiçekleri andıran deniz şakayıkları omurgasız hayvanlar olmalarının yanı sıra, doymak bilmez etoburlardır da...
Amansız bir yırtıcı olan deniz şakayığının köpekbalığından tek farkı "yüzsüz" olmasıdır. Ona baktığınızda ne keskin dişler görürüsünüz ne de tehditkâr bakışlarla sizi süzen acımasız bir yüz ifadesi... Öyle yerinden ayrılıp peşinize de düşmez. Av peşinde koşmak yerine, yerleştiği kayanın yakınlarına doyurucu bir lokma gelmesini bekler. Bazen kocaman bir deniz anası bazen de küçük bir balıktır kısmetine düşen. Dokunaçlarına değen eti çıplak gözle görülemeyecek kadar küçük olan binlerce kancanın yardımıyla sıkıca tutar. Avı debelenmesin diye zehirlemeyi de ihmal etmez. Kancaların muhafaza edildiği tomurcuklarda zehir de depolar deniz şakayığı. Genişleyen gövdesi avı yavaş yavaş yutarken yüzsüz yırtıcı ayağına kadar gelen ziyafetin tadını çıkarır.
Masumiyet maskesinin arkasına saklanmış "yüzsüz" yırtıcıyla aramızda bir sorun olmamasının tek nedeni, bugüne kadar bizlerden birini yemeye kalkmamış olması. Aksi halde, cansız kayaları yaşayan bir varlığa dönüştüren deniz şakayıklarını da yerlerinden kazımaktan geri kalmazdık. Öyle değil mi?
Sessiz dünyanın derinliklerinde yaşam, en sıradışı geometrilerle karşınıza çıkmak için fırsat kollar. "Böyle hayvan mı olurmuş?" sorusu, sadece bir soru değil bir şaşkınlık ifadesidir, dalgaların altında süregelen yaşamın sergilediği çeşitlilik karşısında. Deniz şakayıkları ya da anemonlarsa bu soruyu en fazla sorduran canlılar arasındadır. Kayalara yapışmış jöle kıvamında çiçekleri andıran deniz şakayıkları omurgasız hayvanlar olmalarının yanı sıra, doymak bilmez etoburlardır da...
Amansız bir yırtıcı olan deniz şakayığının köpekbalığından tek farkı "yüzsüz" olmasıdır. Ona baktığınızda ne keskin dişler görürüsünüz ne de tehditkâr bakışlarla sizi süzen acımasız bir yüz ifadesi... Öyle yerinden ayrılıp peşinize de düşmez. Av peşinde koşmak yerine, yerleştiği kayanın yakınlarına doyurucu bir lokma gelmesini bekler. Bazen kocaman bir deniz anası bazen de küçük bir balıktır kısmetine düşen. Dokunaçlarına değen eti çıplak gözle görülemeyecek kadar küçük olan binlerce kancanın yardımıyla sıkıca tutar. Avı debelenmesin diye zehirlemeyi de ihmal etmez. Kancaların muhafaza edildiği tomurcuklarda zehir de depolar deniz şakayığı. Genişleyen gövdesi avı yavaş yavaş yutarken yüzsüz yırtıcı ayağına kadar gelen ziyafetin tadını çıkarır.
Masumiyet maskesinin arkasına saklanmış "yüzsüz" yırtıcıyla aramızda bir sorun olmamasının tek nedeni, bugüne kadar bizlerden birini yemeye kalkmamış olması. Aksi halde, cansız kayaları yaşayan bir varlığa dönüştüren deniz şakayıklarını da yerlerinden kazımaktan geri kalmazdık. Öyle değil mi?
8 Mayıs 2011 Pazar
KUMDA AÇAN GÜLLER
İnce uzun kolları narin tüycüklerle kaplıydı. Alacakaranlığın içinde bir başınaydı. Kollarının birleştiği yerden çıkan bir sapla dibe tutunmuştu. Işığı olmayan bir yıldız gibiydi hafifçe balçıklaşmış gri kumun üzerinde. Fenerin beyaz ışığı sapsarı bir güzellik olarak yansıyordu sepet yıldızının bedeninden. Tek kelimeyle çok ama çok güzeldi. Tüm yönlerin anlamını yitirdiği, ışıktan yoksun, renklerden yoksun olan bu derinliğe sırf onun muhteşem güzelliğini görmek için bile olsa dalmaya değerdi.
53 m’den geri dönüyorduk Burak’la (Demircan). Etrafıma son bir kez bakındım belki bir şey görürüm diye. Dalışın başında bir tane dil balığı görmüştük, birkaç tane de hanoz... Buldukları her taşı kaplamıştı gorgon çalıları... Griliğin üzerinde görmeye alıştığımız gelişigüzel lekelerdi herbiri. Ama kumun güllerini görmek bu güne kısmetmiş...
Krinoitlere genel olarak sepet yıldızları da denir. Dibe sabitlenmiş olarak yaşayan ince kollu deniz yıldızları çok yanlış bir tanım değil. Şüphesiz deniz yıldızı değiller ama onlarla akrabadırlar. Ara sıra yer değiştirmek için tutundukları nesneden kendilerini ayırır ve yerleşmek için yeni bir cisim ararlar. Taş, tahta, konserve kutusu, batık gemi, artık aklınıza ne gelirse tutunabilirler. Yer değiştirirken kollarını topladıklarında bir sepeti andırırlar. İsimleri de zaten bu davranışlarından gelir. Ürkütülmediklerinde kollarını iyice açarlar. En zarif kuş tüyünü bile kıskandıracak kadar güzeldir bu narin kollar.
Kumda açan güllerin ilkine 45 m civarında denk geldik. Sarı bir merhabayla selamladı bizi. Karanlıkta ve derinde o kadar rahattı ki kollarını alabildiğine açmıştı. Büyüleyiciydi...
Çok geçmeden ikincisi çıktı karşımıza kumda açan güllerin. Gerçi bu seferki kumun üzerinde değildi. Dibe saplanıp kalmış kocaman bir çapanın tepesini birkaç tane gorgon ve bolca tüplü kurtla paylaşıyordu. Bu seferkinin rengi biraz turuncuya kaçan bir sarıydı. Şimdi şu sahneyi hayal etmeyi deneyin; kapkaranlık bir su, hemen hemen aynı renkte olan dip, 50 m derinde ezici basınç, dibin tekdüzeliğini bozan demirden bir çıkıntı ve ona tutunmuş olan renk renk, biçim biçim yaşamlar ve nihayet alacakaranlık hiçliğin, boyutları belli olmayan simsiyah bir evrenin boşluğunda asılı kalarak yaşamın renklerini seyreden bir çift meraklı göz...
Marmara’nın renk paletinde kimbilir daha ne tonlar var keşfedilmeyi bekleyen? Biraz sabır, biraz cesaret ve bolca saygı, hayata, gözden uzak derinliklere, Marmara’ya...
Güvenini kazandıkça Marmara’nın sizinle her dalışta daha fazlasını paylaştığını göreceksiniz.
53 m’den geri dönüyorduk Burak’la (Demircan). Etrafıma son bir kez bakındım belki bir şey görürüm diye. Dalışın başında bir tane dil balığı görmüştük, birkaç tane de hanoz... Buldukları her taşı kaplamıştı gorgon çalıları... Griliğin üzerinde görmeye alıştığımız gelişigüzel lekelerdi herbiri. Ama kumun güllerini görmek bu güne kısmetmiş...
Krinoitlere genel olarak sepet yıldızları da denir. Dibe sabitlenmiş olarak yaşayan ince kollu deniz yıldızları çok yanlış bir tanım değil. Şüphesiz deniz yıldızı değiller ama onlarla akrabadırlar. Ara sıra yer değiştirmek için tutundukları nesneden kendilerini ayırır ve yerleşmek için yeni bir cisim ararlar. Taş, tahta, konserve kutusu, batık gemi, artık aklınıza ne gelirse tutunabilirler. Yer değiştirirken kollarını topladıklarında bir sepeti andırırlar. İsimleri de zaten bu davranışlarından gelir. Ürkütülmediklerinde kollarını iyice açarlar. En zarif kuş tüyünü bile kıskandıracak kadar güzeldir bu narin kollar.
Kumda açan güllerin ilkine 45 m civarında denk geldik. Sarı bir merhabayla selamladı bizi. Karanlıkta ve derinde o kadar rahattı ki kollarını alabildiğine açmıştı. Büyüleyiciydi...
Çok geçmeden ikincisi çıktı karşımıza kumda açan güllerin. Gerçi bu seferki kumun üzerinde değildi. Dibe saplanıp kalmış kocaman bir çapanın tepesini birkaç tane gorgon ve bolca tüplü kurtla paylaşıyordu. Bu seferkinin rengi biraz turuncuya kaçan bir sarıydı. Şimdi şu sahneyi hayal etmeyi deneyin; kapkaranlık bir su, hemen hemen aynı renkte olan dip, 50 m derinde ezici basınç, dibin tekdüzeliğini bozan demirden bir çıkıntı ve ona tutunmuş olan renk renk, biçim biçim yaşamlar ve nihayet alacakaranlık hiçliğin, boyutları belli olmayan simsiyah bir evrenin boşluğunda asılı kalarak yaşamın renklerini seyreden bir çift meraklı göz...
Marmara’nın renk paletinde kimbilir daha ne tonlar var keşfedilmeyi bekleyen? Biraz sabır, biraz cesaret ve bolca saygı, hayata, gözden uzak derinliklere, Marmara’ya...
Güvenini kazandıkça Marmara’nın sizinle her dalışta daha fazlasını paylaştığını göreceksiniz.
5 Mayıs 2011 Perşembe
1 Mayıs 2011 Pazar
PAZAR HEDİYEMİZ İSTAKOZ
Marmara'da çoook uzun zaman olmuştu istakoz görmeyeli. Artık ümidi kesmiştim kıskaçlı şövalyeye rastlamaktan. Oysa eskiden ne çok çıkarlardı karşıma Yassı'nın, Sivri'nin taşlıklarında. Şöyle özenle düzeltilmiş kumdan bir siper, hemen gerisinde çok yüksek olmayan genişçe bir kovuk, çevreyi kolaçan eden ince uzun iki anten ve her an kapmaya hazır iki güçlü kıskaç. Yuvasında gizlenen istakoz aşağı yukarı böyle bir şeydir ve el değmemiş taşlıklarda alışılmış bir görüntüdür. Gerçi Ege'de ve Akdeniz'de hâlâ çok şanslı olmaya gerek yok istakoz görmek için, çevreye biraz dikkatli bakmanız yeterli. Fakat İstanbul kıyılarında, ama açıktaki adalarda değil anakaranın yanıbaşında, kentin dibinde istakoz görmek biraz zorlama bir hayal. Kolay ulaşılan yuvalardaki istakozların kökü çoktan kurudu, kalanlarsa derinde sağ kalmaya çabalıyor. Gelgelelim bu sabah yine şeytanın bacağını kırdık. Dekompresyonun bitmesine az bir şey kalmıştı ki Darıca yine yaptı sürprizini...
Üç kafadar -ben, Burak Demircan ve Polat İnce- 1 Mayıs sabahı düştük yola, istikamet Darıca. Yer aynı yer, Aslan Çimento'nun biraz berisi. Yükleme iskelesinden uzak durduğumuz sürece ses etmiyorlar fabrikanın yakınlarında dalmamıza. Onlar bize alıştı biz de onlara. Oltacılarsa bir alem, artık dipte nokta sormaya başladılar.
Onca yükle yağmur kanalının beton duvarından inmek hayli zorluyor artık. Biraz ötede düz ayak bir yer bulduk; otur taşa giy paletlerini, ver malzemeye son ayarı, sonra sal kendini suya. İlk metreler bel hizasında sonrası dipsiz bir uçurum sanki. Allah ne verdiyse gidiyor. Aşağısı zifiri karanlık! Fakat siyah değil yeşil bir karanlıktı bu sefer. Böylesini ilk kez gördüm.
Burak'la Polat'ı 30 küsürde bıraktım 40'a doğru sallandım. Karanlık ama bulanık değil, fener yordamıyla birbirimizin farkındayız. Yakındaki kara mercan taşını aradım, ama denk gelmedi. Uzağına düşmüşüz, hafif akıntı da vardı hiç zorlamadım. Bizimkilerin ışığına doğru usul usul geldim, gece bekçisi gibi bekleşiyorlardı eteğin kenarında. Beni beklerken kocaman bir kırlangıç görmüşler. Onun dışında kayda değer balık yoktu bu sefer. Ağır yol yükselmeye başladık. Yanımızda deko tüpleri yok, kasmanın da alemi yok. Pazar keyfini yaptık, ufaktan eve yollanmalı artık...
Gözünü sevdiğimin Suunto'su parmağını suya sokunca bile deko yazıyor mübarek. Neyse ki profil hesaplayacak kadar zeki, fazla yaslamıyor dekoyu. Uzun zik zaklar çizerek çıkınca alet de rahatlıyor haliyle.
Ciiiiikkk 6 m... 3 dakika zorunlu istirahat. Su bulanık, fotoğraf makinesi dursun durduğu yerde. Bu sene bir türlü durulmadı sular diye içimden söylenirken biraz altımdan bir fokurdama geliyor, ardından Polat'tan usturuplu bir el hareketi. İşaret rehberinde karşılığı olmayanlardan, ama birlikte uzun zaman geçirince bunun da bir karşılığı var tabi ki aramızda.
İşaret ettiği kovuğa yanaşıyorum, Burak yanıbaşımda, elinde kamera alesta bekliyor. Önce iki ince uzun anten, turuncuyla ateş kırmızısı arası... Sonra iki güçlü kıskaç, geride fıldır fıldır dönen gözler. Fenerin ışığından ürküyor, ama kaçmıyor da. Hey gözünü sevdiğimin Darıca'sı, sen ne bereketli yermişsin böyle. Giderayak verdi yine pazar hediyesini. Bu seferki baboş bi istakoz. Yeri mi? Olduğu yerde duruyor tabi ki. İki üç kare fotoğrafını çektikten sonra kendi haline bıraktık keratayı.
Üç kafadar -ben, Burak Demircan ve Polat İnce- 1 Mayıs sabahı düştük yola, istikamet Darıca. Yer aynı yer, Aslan Çimento'nun biraz berisi. Yükleme iskelesinden uzak durduğumuz sürece ses etmiyorlar fabrikanın yakınlarında dalmamıza. Onlar bize alıştı biz de onlara. Oltacılarsa bir alem, artık dipte nokta sormaya başladılar.
Onca yükle yağmur kanalının beton duvarından inmek hayli zorluyor artık. Biraz ötede düz ayak bir yer bulduk; otur taşa giy paletlerini, ver malzemeye son ayarı, sonra sal kendini suya. İlk metreler bel hizasında sonrası dipsiz bir uçurum sanki. Allah ne verdiyse gidiyor. Aşağısı zifiri karanlık! Fakat siyah değil yeşil bir karanlıktı bu sefer. Böylesini ilk kez gördüm.
Burak'la Polat'ı 30 küsürde bıraktım 40'a doğru sallandım. Karanlık ama bulanık değil, fener yordamıyla birbirimizin farkındayız. Yakındaki kara mercan taşını aradım, ama denk gelmedi. Uzağına düşmüşüz, hafif akıntı da vardı hiç zorlamadım. Bizimkilerin ışığına doğru usul usul geldim, gece bekçisi gibi bekleşiyorlardı eteğin kenarında. Beni beklerken kocaman bir kırlangıç görmüşler. Onun dışında kayda değer balık yoktu bu sefer. Ağır yol yükselmeye başladık. Yanımızda deko tüpleri yok, kasmanın da alemi yok. Pazar keyfini yaptık, ufaktan eve yollanmalı artık...
Gözünü sevdiğimin Suunto'su parmağını suya sokunca bile deko yazıyor mübarek. Neyse ki profil hesaplayacak kadar zeki, fazla yaslamıyor dekoyu. Uzun zik zaklar çizerek çıkınca alet de rahatlıyor haliyle.
Ciiiiikkk 6 m... 3 dakika zorunlu istirahat. Su bulanık, fotoğraf makinesi dursun durduğu yerde. Bu sene bir türlü durulmadı sular diye içimden söylenirken biraz altımdan bir fokurdama geliyor, ardından Polat'tan usturuplu bir el hareketi. İşaret rehberinde karşılığı olmayanlardan, ama birlikte uzun zaman geçirince bunun da bir karşılığı var tabi ki aramızda.
2 Nisan 2011 Cumartesi
ÇAKAL LİMANI
İstanbul Boğazı’nın Anadolu yakasında bulunan Çakal Limanı, Karadeniz’e çıkış öncesindeki en son koydur. Anadolu Feneri’nin yükseldiği tepenin gölgesinde kalan koy, sarp kaya duvarları tarafından kuşatılmıştır. Koyun dar sahil şeridinde sıralanan irili ufaklı kayıkhanelerin ahşap duvarları, sırtlarını yasladıkları kayalıklarla bir olmak istercesine koyulaşmış, hatta kimi yerde kararmıştır. Her daim birkaç balıkçı görebileceğiniz Çakal Limanı, uygun havayı yakalamanız halinde, İstanbul’da keyifli kıyı dalışları yapmaya uygun, ulaşımı kolay bir dalış noktasıdır.
Çakal Limanı’na Beykoz – Anadolu Kavağı güzergâhından ya da Kavacık Tüneli – Anadolu Kavağı güzergâhından ulaşabilirsiniz. Hangi yoldan gelirseniz gelin, Anadolu Feneri – Polonezköy yol ayrımından Anadolu Feneri istikametinde devam etmeniz gerekiyor. Zaten yol ayrımından sonra Çakal Limanı’na giden başka yol yok. Fenere gelmeden önce sola sapıldığında, oldukça dar bir yokuştan koya iniliyor. Dikkatli olmanızı öneririm, çünkü yokuşun sonu deniz!
Koyu çevreleyen kayalıklar denizde de devam ediyor. Çakal Limanı’nda dip yapısı kıyıdan koyun ağzına kadar kayalık ve parça taşlıktır. Bu nedenle paletlerinizi, en azından göğüs hizasına kadar suya girdikten sonra giymeniz, ilk birkaç metrede daha dengeli ilerlemenize yardımcı olacaktır. Kuzey rüzgârları koy içinde sert dalgaya neden olur. Özellikle kuzeybatıdan esen karayelde koyda dalış yapmayı denerseniz, sakatlanmaya davetiye çıkarmış olursunuz. Dalgalar, sırtınızdaki onca yükle sizi bir sapan taşı gibi kıyıya fırlatabilir. Bu nedenle ya rüzgârsız havalarda ya da güney rüzgârlarında koyda dalış yapın. Ancak, koyu çevreleyen tepelerin arasında kalan boşluklar nedeniyle, güney rüzgârları açıkta etkili olabiliyor. Doğu – güneydoğu istikametinde esen rüzgâr altında dalış yapıyorsanız fazla açıktan çıkmamaya gayret edin. Aksi halde açığa sürüklenmeniz işten değil.
Dalışınızın ilk metrelerinden başlayarak, hem Karadeniz’den hem de Marmara’dan canlılarla harmanlanmış sade bir deniz yaşamı görebilirsiniz. Özellikle Eylül – Kasım döneminde kalabalık sürüler oluşturan gümüş balıkları, koyda ağ atan balıkçıların başlıca avları arasında. Bu nedenle, sonbahar dalışları sırasında ağlardan uzak durmaya özen gösterin. Bu uyarı hem kişisel emniyetiniz, hem de balıkçılarla papaz olmamanız için...
Kıyıdan açığa kadar hafif bir meyille derinleşen koyda pusula kullanmayı ihmal etmeyin. Koy ağzında derinlik 10 ila 11 metre arasında değişiyor ve bu noktaya kadar kayalık ve parça taşlık olarak ilerleyen kıyı burada yerini aniden kumluğa bırakıyor. Kumluğa ulaştığınızda hemen hemen koydan çıkmış ve boğaz kanalının kenarına ulaşmış olursunuz. Hiçbir kerteriz noktasınının bulunmadığı kumluktan koyun içine güvenle dönmek için, daha kıyıdayken pusula nişanını ayarlamayı ihmal etmeyin. Bu arada kumlukta dolaşırken gözünüzü dört açın! Her an kalkan veya vatoz balığı görebilirsiniz.
Kayalıktan kumluğa geçiş sırasında pusulanız biraz sapabilir; ancak endişelenecek bir durum yok. Pusulanızdaki sapmaya, dipte metal yılanlar gibi kıvrılmış duran paslı çelik halatlar neden olur. Bir zamanlar boğaza denizaltıların girmesini önlemek için gerilen çelik telden ağların kalıntılarından kaynaklanan manyetik sapma pusulanızı bir an için şaşırtabilir. Karaya çıktığınızda koyun kuzey kıyısında, ağın Anadolu yakasındaki gergi istasyonunu ve burayı korumak için yapılmış makineli tüfek yuvalarını görebilirsiniz. Su üstünde ve su altında görülebilen kalıntılar koydaki dalışınızı daha da ilginç kılar.
Yokuşun sonundan sola baktığınızda görülen kayalıklara sırtınızı verip açığa doğru ilerlerseniz, kuzey kıyısındaki çelik halat yığınının bir benzeriyle, hemen hemen 10 m derinlikte karşılaşabilirsiniz. Denizin sakin, suyun berrak olduğu günlerde geniş açı fotoğrafçılığı için ilginç pozlar yaratan sualtı hurdalığı, makro meraklılarına çok fazla şey vaadetmiyor. Ancak ille de yakın plan fotoğraf diyenlerdenseniz, koyun içinde sıkça karşılaşabileceğiniz ördek balığı, çeşitli kayabalıkları ya da çalı karidesleri, geçmişin kalıntıları üzerinde güzel kareler hazırlamış olabilirler. Arayıp bulmak size kalmış.
Çakal Limanı’na Beykoz – Anadolu Kavağı güzergâhından ya da Kavacık Tüneli – Anadolu Kavağı güzergâhından ulaşabilirsiniz. Hangi yoldan gelirseniz gelin, Anadolu Feneri – Polonezköy yol ayrımından Anadolu Feneri istikametinde devam etmeniz gerekiyor. Zaten yol ayrımından sonra Çakal Limanı’na giden başka yol yok. Fenere gelmeden önce sola sapıldığında, oldukça dar bir yokuştan koya iniliyor. Dikkatli olmanızı öneririm, çünkü yokuşun sonu deniz!
Koyu çevreleyen kayalıklar denizde de devam ediyor. Çakal Limanı’nda dip yapısı kıyıdan koyun ağzına kadar kayalık ve parça taşlıktır. Bu nedenle paletlerinizi, en azından göğüs hizasına kadar suya girdikten sonra giymeniz, ilk birkaç metrede daha dengeli ilerlemenize yardımcı olacaktır. Kuzey rüzgârları koy içinde sert dalgaya neden olur. Özellikle kuzeybatıdan esen karayelde koyda dalış yapmayı denerseniz, sakatlanmaya davetiye çıkarmış olursunuz. Dalgalar, sırtınızdaki onca yükle sizi bir sapan taşı gibi kıyıya fırlatabilir. Bu nedenle ya rüzgârsız havalarda ya da güney rüzgârlarında koyda dalış yapın. Ancak, koyu çevreleyen tepelerin arasında kalan boşluklar nedeniyle, güney rüzgârları açıkta etkili olabiliyor. Doğu – güneydoğu istikametinde esen rüzgâr altında dalış yapıyorsanız fazla açıktan çıkmamaya gayret edin. Aksi halde açığa sürüklenmeniz işten değil.
Dalışınızın ilk metrelerinden başlayarak, hem Karadeniz’den hem de Marmara’dan canlılarla harmanlanmış sade bir deniz yaşamı görebilirsiniz. Özellikle Eylül – Kasım döneminde kalabalık sürüler oluşturan gümüş balıkları, koyda ağ atan balıkçıların başlıca avları arasında. Bu nedenle, sonbahar dalışları sırasında ağlardan uzak durmaya özen gösterin. Bu uyarı hem kişisel emniyetiniz, hem de balıkçılarla papaz olmamanız için...
Kıyıdan açığa kadar hafif bir meyille derinleşen koyda pusula kullanmayı ihmal etmeyin. Koy ağzında derinlik 10 ila 11 metre arasında değişiyor ve bu noktaya kadar kayalık ve parça taşlık olarak ilerleyen kıyı burada yerini aniden kumluğa bırakıyor. Kumluğa ulaştığınızda hemen hemen koydan çıkmış ve boğaz kanalının kenarına ulaşmış olursunuz. Hiçbir kerteriz noktasınının bulunmadığı kumluktan koyun içine güvenle dönmek için, daha kıyıdayken pusula nişanını ayarlamayı ihmal etmeyin. Bu arada kumlukta dolaşırken gözünüzü dört açın! Her an kalkan veya vatoz balığı görebilirsiniz.
Kayalıktan kumluğa geçiş sırasında pusulanız biraz sapabilir; ancak endişelenecek bir durum yok. Pusulanızdaki sapmaya, dipte metal yılanlar gibi kıvrılmış duran paslı çelik halatlar neden olur. Bir zamanlar boğaza denizaltıların girmesini önlemek için gerilen çelik telden ağların kalıntılarından kaynaklanan manyetik sapma pusulanızı bir an için şaşırtabilir. Karaya çıktığınızda koyun kuzey kıyısında, ağın Anadolu yakasındaki gergi istasyonunu ve burayı korumak için yapılmış makineli tüfek yuvalarını görebilirsiniz. Su üstünde ve su altında görülebilen kalıntılar koydaki dalışınızı daha da ilginç kılar.
Yokuşun sonundan sola baktığınızda görülen kayalıklara sırtınızı verip açığa doğru ilerlerseniz, kuzey kıyısındaki çelik halat yığınının bir benzeriyle, hemen hemen 10 m derinlikte karşılaşabilirsiniz. Denizin sakin, suyun berrak olduğu günlerde geniş açı fotoğrafçılığı için ilginç pozlar yaratan sualtı hurdalığı, makro meraklılarına çok fazla şey vaadetmiyor. Ancak ille de yakın plan fotoğraf diyenlerdenseniz, koyun içinde sıkça karşılaşabileceğiniz ördek balığı, çeşitli kayabalıkları ya da çalı karidesleri, geçmişin kalıntıları üzerinde güzel kareler hazırlamış olabilirler. Arayıp bulmak size kalmış.
27 Mart 2011 Pazar
TÜRK SULARINDA KÖPEKBALIKLARI
Yirmi yıldan fazla oldu bu hayali kuralı. İlk yazıları, ilk şekilleri iyi niyetli acemiliklerle doluydu. Gülüp geçenler de olmuştu, "daha ne biliyorsun ki yazacaksın..." diyenler de... İnat, başarmanın enerjisi. İyi ki inat etmişim, iyi ki vazgeçmemişim Türk Sularında Köpekbalıkları'nı yazmaktan.
26 Mart 2011'de imzaladıklarım bir kitaptan fazlasıydı benim için. Ülkeye, denizlere, yaşamı yanlış anlamalara kurban giden asık suratlı bir yırtıcıya ama en önemlisi kendime hizmetti bu kitap. Kendime hizmet diyorum, çünkü yıllar önce başkalarının sözüne kulak asıp daha başında bu yoldan dönmüş olsaydım eğer, kimbilir daha nelerden vazgeçerdim?
Bu kitaptaki her kelimenin mürekkebi bir damla deniz suyu aslında. Türk Sularında Köpekbalıkları, denizle yazı arasında var olmaya çabalayan bir insanın da örtülü öyküsü...
26 Mart 2011'de imzaladıklarım bir kitaptan fazlasıydı benim için. Ülkeye, denizlere, yaşamı yanlış anlamalara kurban giden asık suratlı bir yırtıcıya ama en önemlisi kendime hizmetti bu kitap. Kendime hizmet diyorum, çünkü yıllar önce başkalarının sözüne kulak asıp daha başında bu yoldan dönmüş olsaydım eğer, kimbilir daha nelerden vazgeçerdim?
Bu kitaptaki her kelimenin mürekkebi bir damla deniz suyu aslında. Türk Sularında Köpekbalıkları, denizle yazı arasında var olmaya çabalayan bir insanın da örtülü öyküsü...