Köpekbalığının yüzü, derinlerde kolgezen amansız yırtıcıların adeta ortak sembolüdür. Her zaman aralık duran ağızlarında hemen göze çarpan keskin dişlerin insana güven verdiği söylenemez. Yüzlerinden hiç düşürmedikleri sert ifadenin adeta çekim merkezidir bu keskin dişler. Çoğu deniz insanı için köpekbalığının gözleri adeta ölümün gözleridir. Hal böyle olunca köpekbalıklarıyla aramızın düzelmesini beklemek düpedüz saflık olur. Onlarla aramızda hüküm süren bitmek bilmeyen güven bunalımının başlıca nedeni yüzlerinden düşürmedikleri sert ifade ve bundan vazgeçmeye hiç mi hiç niyetleri yok. Ne de olsa delici keskin bakışlar, köpekbalığı doğasının ayrılmaz bir parçası. Bu bakışlar olmasaydı, denizlerin ağır abileri olmaya devam edebilirler miydi?
Sessiz dünyanın derinliklerinde yaşam, en sıradışı geometrilerle karşınıza çıkmak için fırsat kollar. "Böyle hayvan mı olurmuş?" sorusu, sadece bir soru değil bir şaşkınlık ifadesidir, dalgaların altında süregelen yaşamın sergilediği çeşitlilik karşısında. Deniz şakayıkları ya da anemonlarsa bu soruyu en fazla sorduran canlılar arasındadır. Kayalara yapışmış jöle kıvamında çiçekleri andıran deniz şakayıkları omurgasız hayvanlar olmalarının yanı sıra, doymak bilmez etoburlardır da...
Amansız bir yırtıcı olan deniz şakayığının köpekbalığından tek farkı "yüzsüz" olmasıdır. Ona baktığınızda ne keskin dişler görürüsünüz ne de tehditkâr bakışlarla sizi süzen acımasız bir yüz ifadesi... Öyle yerinden ayrılıp peşinize de düşmez. Av peşinde koşmak yerine, yerleştiği kayanın yakınlarına doyurucu bir lokma gelmesini bekler. Bazen kocaman bir deniz anası bazen de küçük bir balıktır kısmetine düşen. Dokunaçlarına değen eti çıplak gözle görülemeyecek kadar küçük olan binlerce kancanın yardımıyla sıkıca tutar. Avı debelenmesin diye zehirlemeyi de ihmal etmez. Kancaların muhafaza edildiği tomurcuklarda zehir de depolar deniz şakayığı. Genişleyen gövdesi avı yavaş yavaş yutarken yüzsüz yırtıcı ayağına kadar gelen ziyafetin tadını çıkarır.
Masumiyet maskesinin arkasına saklanmış "yüzsüz" yırtıcıyla aramızda bir sorun olmamasının tek nedeni, bugüne kadar bizlerden birini yemeye kalkmamış olması. Aksi halde, cansız kayaları yaşayan bir varlığa dönüştüren deniz şakayıklarını da yerlerinden kazımaktan geri kalmazdık. Öyle değil mi?
15 Mayıs 2011 Pazar
8 Mayıs 2011 Pazar
KUMDA AÇAN GÜLLER
İnce uzun kolları narin tüycüklerle kaplıydı. Alacakaranlığın içinde bir başınaydı. Kollarının birleştiği yerden çıkan bir sapla dibe tutunmuştu. Işığı olmayan bir yıldız gibiydi hafifçe balçıklaşmış gri kumun üzerinde. Fenerin beyaz ışığı sapsarı bir güzellik olarak yansıyordu sepet yıldızının bedeninden. Tek kelimeyle çok ama çok güzeldi. Tüm yönlerin anlamını yitirdiği, ışıktan yoksun, renklerden yoksun olan bu derinliğe sırf onun muhteşem güzelliğini görmek için bile olsa dalmaya değerdi.
53 m’den geri dönüyorduk Burak’la (Demircan). Etrafıma son bir kez bakındım belki bir şey görürüm diye. Dalışın başında bir tane dil balığı görmüştük, birkaç tane de hanoz... Buldukları her taşı kaplamıştı gorgon çalıları... Griliğin üzerinde görmeye alıştığımız gelişigüzel lekelerdi herbiri. Ama kumun güllerini görmek bu güne kısmetmiş...
Krinoitlere genel olarak sepet yıldızları da denir. Dibe sabitlenmiş olarak yaşayan ince kollu deniz yıldızları çok yanlış bir tanım değil. Şüphesiz deniz yıldızı değiller ama onlarla akrabadırlar. Ara sıra yer değiştirmek için tutundukları nesneden kendilerini ayırır ve yerleşmek için yeni bir cisim ararlar. Taş, tahta, konserve kutusu, batık gemi, artık aklınıza ne gelirse tutunabilirler. Yer değiştirirken kollarını topladıklarında bir sepeti andırırlar. İsimleri de zaten bu davranışlarından gelir. Ürkütülmediklerinde kollarını iyice açarlar. En zarif kuş tüyünü bile kıskandıracak kadar güzeldir bu narin kollar.
Kumda açan güllerin ilkine 45 m civarında denk geldik. Sarı bir merhabayla selamladı bizi. Karanlıkta ve derinde o kadar rahattı ki kollarını alabildiğine açmıştı. Büyüleyiciydi...
Çok geçmeden ikincisi çıktı karşımıza kumda açan güllerin. Gerçi bu seferki kumun üzerinde değildi. Dibe saplanıp kalmış kocaman bir çapanın tepesini birkaç tane gorgon ve bolca tüplü kurtla paylaşıyordu. Bu seferkinin rengi biraz turuncuya kaçan bir sarıydı. Şimdi şu sahneyi hayal etmeyi deneyin; kapkaranlık bir su, hemen hemen aynı renkte olan dip, 50 m derinde ezici basınç, dibin tekdüzeliğini bozan demirden bir çıkıntı ve ona tutunmuş olan renk renk, biçim biçim yaşamlar ve nihayet alacakaranlık hiçliğin, boyutları belli olmayan simsiyah bir evrenin boşluğunda asılı kalarak yaşamın renklerini seyreden bir çift meraklı göz...
Marmara’nın renk paletinde kimbilir daha ne tonlar var keşfedilmeyi bekleyen? Biraz sabır, biraz cesaret ve bolca saygı, hayata, gözden uzak derinliklere, Marmara’ya...
Güvenini kazandıkça Marmara’nın sizinle her dalışta daha fazlasını paylaştığını göreceksiniz.
53 m’den geri dönüyorduk Burak’la (Demircan). Etrafıma son bir kez bakındım belki bir şey görürüm diye. Dalışın başında bir tane dil balığı görmüştük, birkaç tane de hanoz... Buldukları her taşı kaplamıştı gorgon çalıları... Griliğin üzerinde görmeye alıştığımız gelişigüzel lekelerdi herbiri. Ama kumun güllerini görmek bu güne kısmetmiş...
Krinoitlere genel olarak sepet yıldızları da denir. Dibe sabitlenmiş olarak yaşayan ince kollu deniz yıldızları çok yanlış bir tanım değil. Şüphesiz deniz yıldızı değiller ama onlarla akrabadırlar. Ara sıra yer değiştirmek için tutundukları nesneden kendilerini ayırır ve yerleşmek için yeni bir cisim ararlar. Taş, tahta, konserve kutusu, batık gemi, artık aklınıza ne gelirse tutunabilirler. Yer değiştirirken kollarını topladıklarında bir sepeti andırırlar. İsimleri de zaten bu davranışlarından gelir. Ürkütülmediklerinde kollarını iyice açarlar. En zarif kuş tüyünü bile kıskandıracak kadar güzeldir bu narin kollar.
Kumda açan güllerin ilkine 45 m civarında denk geldik. Sarı bir merhabayla selamladı bizi. Karanlıkta ve derinde o kadar rahattı ki kollarını alabildiğine açmıştı. Büyüleyiciydi...
Çok geçmeden ikincisi çıktı karşımıza kumda açan güllerin. Gerçi bu seferki kumun üzerinde değildi. Dibe saplanıp kalmış kocaman bir çapanın tepesini birkaç tane gorgon ve bolca tüplü kurtla paylaşıyordu. Bu seferkinin rengi biraz turuncuya kaçan bir sarıydı. Şimdi şu sahneyi hayal etmeyi deneyin; kapkaranlık bir su, hemen hemen aynı renkte olan dip, 50 m derinde ezici basınç, dibin tekdüzeliğini bozan demirden bir çıkıntı ve ona tutunmuş olan renk renk, biçim biçim yaşamlar ve nihayet alacakaranlık hiçliğin, boyutları belli olmayan simsiyah bir evrenin boşluğunda asılı kalarak yaşamın renklerini seyreden bir çift meraklı göz...
Marmara’nın renk paletinde kimbilir daha ne tonlar var keşfedilmeyi bekleyen? Biraz sabır, biraz cesaret ve bolca saygı, hayata, gözden uzak derinliklere, Marmara’ya...
Güvenini kazandıkça Marmara’nın sizinle her dalışta daha fazlasını paylaştığını göreceksiniz.
5 Mayıs 2011 Perşembe
1 Mayıs 2011 Pazar
PAZAR HEDİYEMİZ İSTAKOZ
Marmara'da çoook uzun zaman olmuştu istakoz görmeyeli. Artık ümidi kesmiştim kıskaçlı şövalyeye rastlamaktan. Oysa eskiden ne çok çıkarlardı karşıma Yassı'nın, Sivri'nin taşlıklarında. Şöyle özenle düzeltilmiş kumdan bir siper, hemen gerisinde çok yüksek olmayan genişçe bir kovuk, çevreyi kolaçan eden ince uzun iki anten ve her an kapmaya hazır iki güçlü kıskaç. Yuvasında gizlenen istakoz aşağı yukarı böyle bir şeydir ve el değmemiş taşlıklarda alışılmış bir görüntüdür. Gerçi Ege'de ve Akdeniz'de hâlâ çok şanslı olmaya gerek yok istakoz görmek için, çevreye biraz dikkatli bakmanız yeterli. Fakat İstanbul kıyılarında, ama açıktaki adalarda değil anakaranın yanıbaşında, kentin dibinde istakoz görmek biraz zorlama bir hayal. Kolay ulaşılan yuvalardaki istakozların kökü çoktan kurudu, kalanlarsa derinde sağ kalmaya çabalıyor. Gelgelelim bu sabah yine şeytanın bacağını kırdık. Dekompresyonun bitmesine az bir şey kalmıştı ki Darıca yine yaptı sürprizini...
Üç kafadar -ben, Burak Demircan ve Polat İnce- 1 Mayıs sabahı düştük yola, istikamet Darıca. Yer aynı yer, Aslan Çimento'nun biraz berisi. Yükleme iskelesinden uzak durduğumuz sürece ses etmiyorlar fabrikanın yakınlarında dalmamıza. Onlar bize alıştı biz de onlara. Oltacılarsa bir alem, artık dipte nokta sormaya başladılar.
Onca yükle yağmur kanalının beton duvarından inmek hayli zorluyor artık. Biraz ötede düz ayak bir yer bulduk; otur taşa giy paletlerini, ver malzemeye son ayarı, sonra sal kendini suya. İlk metreler bel hizasında sonrası dipsiz bir uçurum sanki. Allah ne verdiyse gidiyor. Aşağısı zifiri karanlık! Fakat siyah değil yeşil bir karanlıktı bu sefer. Böylesini ilk kez gördüm.
Burak'la Polat'ı 30 küsürde bıraktım 40'a doğru sallandım. Karanlık ama bulanık değil, fener yordamıyla birbirimizin farkındayız. Yakındaki kara mercan taşını aradım, ama denk gelmedi. Uzağına düşmüşüz, hafif akıntı da vardı hiç zorlamadım. Bizimkilerin ışığına doğru usul usul geldim, gece bekçisi gibi bekleşiyorlardı eteğin kenarında. Beni beklerken kocaman bir kırlangıç görmüşler. Onun dışında kayda değer balık yoktu bu sefer. Ağır yol yükselmeye başladık. Yanımızda deko tüpleri yok, kasmanın da alemi yok. Pazar keyfini yaptık, ufaktan eve yollanmalı artık...
Gözünü sevdiğimin Suunto'su parmağını suya sokunca bile deko yazıyor mübarek. Neyse ki profil hesaplayacak kadar zeki, fazla yaslamıyor dekoyu. Uzun zik zaklar çizerek çıkınca alet de rahatlıyor haliyle.
Ciiiiikkk 6 m... 3 dakika zorunlu istirahat. Su bulanık, fotoğraf makinesi dursun durduğu yerde. Bu sene bir türlü durulmadı sular diye içimden söylenirken biraz altımdan bir fokurdama geliyor, ardından Polat'tan usturuplu bir el hareketi. İşaret rehberinde karşılığı olmayanlardan, ama birlikte uzun zaman geçirince bunun da bir karşılığı var tabi ki aramızda.
İşaret ettiği kovuğa yanaşıyorum, Burak yanıbaşımda, elinde kamera alesta bekliyor. Önce iki ince uzun anten, turuncuyla ateş kırmızısı arası... Sonra iki güçlü kıskaç, geride fıldır fıldır dönen gözler. Fenerin ışığından ürküyor, ama kaçmıyor da. Hey gözünü sevdiğimin Darıca'sı, sen ne bereketli yermişsin böyle. Giderayak verdi yine pazar hediyesini. Bu seferki baboş bi istakoz. Yeri mi? Olduğu yerde duruyor tabi ki. İki üç kare fotoğrafını çektikten sonra kendi haline bıraktık keratayı.
Üç kafadar -ben, Burak Demircan ve Polat İnce- 1 Mayıs sabahı düştük yola, istikamet Darıca. Yer aynı yer, Aslan Çimento'nun biraz berisi. Yükleme iskelesinden uzak durduğumuz sürece ses etmiyorlar fabrikanın yakınlarında dalmamıza. Onlar bize alıştı biz de onlara. Oltacılarsa bir alem, artık dipte nokta sormaya başladılar.
Onca yükle yağmur kanalının beton duvarından inmek hayli zorluyor artık. Biraz ötede düz ayak bir yer bulduk; otur taşa giy paletlerini, ver malzemeye son ayarı, sonra sal kendini suya. İlk metreler bel hizasında sonrası dipsiz bir uçurum sanki. Allah ne verdiyse gidiyor. Aşağısı zifiri karanlık! Fakat siyah değil yeşil bir karanlıktı bu sefer. Böylesini ilk kez gördüm.
Burak'la Polat'ı 30 küsürde bıraktım 40'a doğru sallandım. Karanlık ama bulanık değil, fener yordamıyla birbirimizin farkındayız. Yakındaki kara mercan taşını aradım, ama denk gelmedi. Uzağına düşmüşüz, hafif akıntı da vardı hiç zorlamadım. Bizimkilerin ışığına doğru usul usul geldim, gece bekçisi gibi bekleşiyorlardı eteğin kenarında. Beni beklerken kocaman bir kırlangıç görmüşler. Onun dışında kayda değer balık yoktu bu sefer. Ağır yol yükselmeye başladık. Yanımızda deko tüpleri yok, kasmanın da alemi yok. Pazar keyfini yaptık, ufaktan eve yollanmalı artık...
Gözünü sevdiğimin Suunto'su parmağını suya sokunca bile deko yazıyor mübarek. Neyse ki profil hesaplayacak kadar zeki, fazla yaslamıyor dekoyu. Uzun zik zaklar çizerek çıkınca alet de rahatlıyor haliyle.
Ciiiiikkk 6 m... 3 dakika zorunlu istirahat. Su bulanık, fotoğraf makinesi dursun durduğu yerde. Bu sene bir türlü durulmadı sular diye içimden söylenirken biraz altımdan bir fokurdama geliyor, ardından Polat'tan usturuplu bir el hareketi. İşaret rehberinde karşılığı olmayanlardan, ama birlikte uzun zaman geçirince bunun da bir karşılığı var tabi ki aramızda.
2 Nisan 2011 Cumartesi
ÇAKAL LİMANI
İstanbul Boğazı’nın Anadolu yakasında bulunan Çakal Limanı, Karadeniz’e çıkış öncesindeki en son koydur. Anadolu Feneri’nin yükseldiği tepenin gölgesinde kalan koy, sarp kaya duvarları tarafından kuşatılmıştır. Koyun dar sahil şeridinde sıralanan irili ufaklı kayıkhanelerin ahşap duvarları, sırtlarını yasladıkları kayalıklarla bir olmak istercesine koyulaşmış, hatta kimi yerde kararmıştır. Her daim birkaç balıkçı görebileceğiniz Çakal Limanı, uygun havayı yakalamanız halinde, İstanbul’da keyifli kıyı dalışları yapmaya uygun, ulaşımı kolay bir dalış noktasıdır.
Çakal Limanı’na Beykoz – Anadolu Kavağı güzergâhından ya da Kavacık Tüneli – Anadolu Kavağı güzergâhından ulaşabilirsiniz. Hangi yoldan gelirseniz gelin, Anadolu Feneri – Polonezköy yol ayrımından Anadolu Feneri istikametinde devam etmeniz gerekiyor. Zaten yol ayrımından sonra Çakal Limanı’na giden başka yol yok. Fenere gelmeden önce sola sapıldığında, oldukça dar bir yokuştan koya iniliyor. Dikkatli olmanızı öneririm, çünkü yokuşun sonu deniz!
Koyu çevreleyen kayalıklar denizde de devam ediyor. Çakal Limanı’nda dip yapısı kıyıdan koyun ağzına kadar kayalık ve parça taşlıktır. Bu nedenle paletlerinizi, en azından göğüs hizasına kadar suya girdikten sonra giymeniz, ilk birkaç metrede daha dengeli ilerlemenize yardımcı olacaktır. Kuzey rüzgârları koy içinde sert dalgaya neden olur. Özellikle kuzeybatıdan esen karayelde koyda dalış yapmayı denerseniz, sakatlanmaya davetiye çıkarmış olursunuz. Dalgalar, sırtınızdaki onca yükle sizi bir sapan taşı gibi kıyıya fırlatabilir. Bu nedenle ya rüzgârsız havalarda ya da güney rüzgârlarında koyda dalış yapın. Ancak, koyu çevreleyen tepelerin arasında kalan boşluklar nedeniyle, güney rüzgârları açıkta etkili olabiliyor. Doğu – güneydoğu istikametinde esen rüzgâr altında dalış yapıyorsanız fazla açıktan çıkmamaya gayret edin. Aksi halde açığa sürüklenmeniz işten değil.
Dalışınızın ilk metrelerinden başlayarak, hem Karadeniz’den hem de Marmara’dan canlılarla harmanlanmış sade bir deniz yaşamı görebilirsiniz. Özellikle Eylül – Kasım döneminde kalabalık sürüler oluşturan gümüş balıkları, koyda ağ atan balıkçıların başlıca avları arasında. Bu nedenle, sonbahar dalışları sırasında ağlardan uzak durmaya özen gösterin. Bu uyarı hem kişisel emniyetiniz, hem de balıkçılarla papaz olmamanız için...
Kıyıdan açığa kadar hafif bir meyille derinleşen koyda pusula kullanmayı ihmal etmeyin. Koy ağzında derinlik 10 ila 11 metre arasında değişiyor ve bu noktaya kadar kayalık ve parça taşlık olarak ilerleyen kıyı burada yerini aniden kumluğa bırakıyor. Kumluğa ulaştığınızda hemen hemen koydan çıkmış ve boğaz kanalının kenarına ulaşmış olursunuz. Hiçbir kerteriz noktasınının bulunmadığı kumluktan koyun içine güvenle dönmek için, daha kıyıdayken pusula nişanını ayarlamayı ihmal etmeyin. Bu arada kumlukta dolaşırken gözünüzü dört açın! Her an kalkan veya vatoz balığı görebilirsiniz.
Kayalıktan kumluğa geçiş sırasında pusulanız biraz sapabilir; ancak endişelenecek bir durum yok. Pusulanızdaki sapmaya, dipte metal yılanlar gibi kıvrılmış duran paslı çelik halatlar neden olur. Bir zamanlar boğaza denizaltıların girmesini önlemek için gerilen çelik telden ağların kalıntılarından kaynaklanan manyetik sapma pusulanızı bir an için şaşırtabilir. Karaya çıktığınızda koyun kuzey kıyısında, ağın Anadolu yakasındaki gergi istasyonunu ve burayı korumak için yapılmış makineli tüfek yuvalarını görebilirsiniz. Su üstünde ve su altında görülebilen kalıntılar koydaki dalışınızı daha da ilginç kılar.
Yokuşun sonundan sola baktığınızda görülen kayalıklara sırtınızı verip açığa doğru ilerlerseniz, kuzey kıyısındaki çelik halat yığınının bir benzeriyle, hemen hemen 10 m derinlikte karşılaşabilirsiniz. Denizin sakin, suyun berrak olduğu günlerde geniş açı fotoğrafçılığı için ilginç pozlar yaratan sualtı hurdalığı, makro meraklılarına çok fazla şey vaadetmiyor. Ancak ille de yakın plan fotoğraf diyenlerdenseniz, koyun içinde sıkça karşılaşabileceğiniz ördek balığı, çeşitli kayabalıkları ya da çalı karidesleri, geçmişin kalıntıları üzerinde güzel kareler hazırlamış olabilirler. Arayıp bulmak size kalmış.
Çakal Limanı’na Beykoz – Anadolu Kavağı güzergâhından ya da Kavacık Tüneli – Anadolu Kavağı güzergâhından ulaşabilirsiniz. Hangi yoldan gelirseniz gelin, Anadolu Feneri – Polonezköy yol ayrımından Anadolu Feneri istikametinde devam etmeniz gerekiyor. Zaten yol ayrımından sonra Çakal Limanı’na giden başka yol yok. Fenere gelmeden önce sola sapıldığında, oldukça dar bir yokuştan koya iniliyor. Dikkatli olmanızı öneririm, çünkü yokuşun sonu deniz!
Koyu çevreleyen kayalıklar denizde de devam ediyor. Çakal Limanı’nda dip yapısı kıyıdan koyun ağzına kadar kayalık ve parça taşlıktır. Bu nedenle paletlerinizi, en azından göğüs hizasına kadar suya girdikten sonra giymeniz, ilk birkaç metrede daha dengeli ilerlemenize yardımcı olacaktır. Kuzey rüzgârları koy içinde sert dalgaya neden olur. Özellikle kuzeybatıdan esen karayelde koyda dalış yapmayı denerseniz, sakatlanmaya davetiye çıkarmış olursunuz. Dalgalar, sırtınızdaki onca yükle sizi bir sapan taşı gibi kıyıya fırlatabilir. Bu nedenle ya rüzgârsız havalarda ya da güney rüzgârlarında koyda dalış yapın. Ancak, koyu çevreleyen tepelerin arasında kalan boşluklar nedeniyle, güney rüzgârları açıkta etkili olabiliyor. Doğu – güneydoğu istikametinde esen rüzgâr altında dalış yapıyorsanız fazla açıktan çıkmamaya gayret edin. Aksi halde açığa sürüklenmeniz işten değil.
Dalışınızın ilk metrelerinden başlayarak, hem Karadeniz’den hem de Marmara’dan canlılarla harmanlanmış sade bir deniz yaşamı görebilirsiniz. Özellikle Eylül – Kasım döneminde kalabalık sürüler oluşturan gümüş balıkları, koyda ağ atan balıkçıların başlıca avları arasında. Bu nedenle, sonbahar dalışları sırasında ağlardan uzak durmaya özen gösterin. Bu uyarı hem kişisel emniyetiniz, hem de balıkçılarla papaz olmamanız için...
Kıyıdan açığa kadar hafif bir meyille derinleşen koyda pusula kullanmayı ihmal etmeyin. Koy ağzında derinlik 10 ila 11 metre arasında değişiyor ve bu noktaya kadar kayalık ve parça taşlık olarak ilerleyen kıyı burada yerini aniden kumluğa bırakıyor. Kumluğa ulaştığınızda hemen hemen koydan çıkmış ve boğaz kanalının kenarına ulaşmış olursunuz. Hiçbir kerteriz noktasınının bulunmadığı kumluktan koyun içine güvenle dönmek için, daha kıyıdayken pusula nişanını ayarlamayı ihmal etmeyin. Bu arada kumlukta dolaşırken gözünüzü dört açın! Her an kalkan veya vatoz balığı görebilirsiniz.
Kayalıktan kumluğa geçiş sırasında pusulanız biraz sapabilir; ancak endişelenecek bir durum yok. Pusulanızdaki sapmaya, dipte metal yılanlar gibi kıvrılmış duran paslı çelik halatlar neden olur. Bir zamanlar boğaza denizaltıların girmesini önlemek için gerilen çelik telden ağların kalıntılarından kaynaklanan manyetik sapma pusulanızı bir an için şaşırtabilir. Karaya çıktığınızda koyun kuzey kıyısında, ağın Anadolu yakasındaki gergi istasyonunu ve burayı korumak için yapılmış makineli tüfek yuvalarını görebilirsiniz. Su üstünde ve su altında görülebilen kalıntılar koydaki dalışınızı daha da ilginç kılar.
Yokuşun sonundan sola baktığınızda görülen kayalıklara sırtınızı verip açığa doğru ilerlerseniz, kuzey kıyısındaki çelik halat yığınının bir benzeriyle, hemen hemen 10 m derinlikte karşılaşabilirsiniz. Denizin sakin, suyun berrak olduğu günlerde geniş açı fotoğrafçılığı için ilginç pozlar yaratan sualtı hurdalığı, makro meraklılarına çok fazla şey vaadetmiyor. Ancak ille de yakın plan fotoğraf diyenlerdenseniz, koyun içinde sıkça karşılaşabileceğiniz ördek balığı, çeşitli kayabalıkları ya da çalı karidesleri, geçmişin kalıntıları üzerinde güzel kareler hazırlamış olabilirler. Arayıp bulmak size kalmış.
Etiketler:
İSTANBUL BOĞAZI DALIŞ ANADOLU FENERİ
27 Mart 2011 Pazar
TÜRK SULARINDA KÖPEKBALIKLARI
Yirmi yıldan fazla oldu bu hayali kuralı. İlk yazıları, ilk şekilleri iyi niyetli acemiliklerle doluydu. Gülüp geçenler de olmuştu, "daha ne biliyorsun ki yazacaksın..." diyenler de... İnat, başarmanın enerjisi. İyi ki inat etmişim, iyi ki vazgeçmemişim Türk Sularında Köpekbalıkları'nı yazmaktan.
26 Mart 2011'de imzaladıklarım bir kitaptan fazlasıydı benim için. Ülkeye, denizlere, yaşamı yanlış anlamalara kurban giden asık suratlı bir yırtıcıya ama en önemlisi kendime hizmetti bu kitap. Kendime hizmet diyorum, çünkü yıllar önce başkalarının sözüne kulak asıp daha başında bu yoldan dönmüş olsaydım eğer, kimbilir daha nelerden vazgeçerdim?
Bu kitaptaki her kelimenin mürekkebi bir damla deniz suyu aslında. Türk Sularında Köpekbalıkları, denizle yazı arasında var olmaya çabalayan bir insanın da örtülü öyküsü...
26 Mart 2011'de imzaladıklarım bir kitaptan fazlasıydı benim için. Ülkeye, denizlere, yaşamı yanlış anlamalara kurban giden asık suratlı bir yırtıcıya ama en önemlisi kendime hizmetti bu kitap. Kendime hizmet diyorum, çünkü yıllar önce başkalarının sözüne kulak asıp daha başında bu yoldan dönmüş olsaydım eğer, kimbilir daha nelerden vazgeçerdim?
Bu kitaptaki her kelimenin mürekkebi bir damla deniz suyu aslında. Türk Sularında Köpekbalıkları, denizle yazı arasında var olmaya çabalayan bir insanın da örtülü öyküsü...
14 Mart 2011 Pazartesi
ADALAR DENİZİ - FARKLI DÜNYALAR 8
İrina (Dasyatis pastinaca) kumun altına gizlenmek yerine, zarifçe dalgalandırdığı kanatlarıyla dipten kaldırdığı kumları vücudunun üzerine serperek kendisini gizler. Bu kanatlar aslında irinanın göğüs yüzgeçleridir. Bu dalgalanma o kadar güçlüdür ki, irina sadece kendisini gizlemekle kalmaz, örtünün kalkmasıyla açığa çıkan kabuklu canlıları da afiyetle midesine indirir. Oysa irinanın aksine trakonya (Trachinus spp.) ve kurbağa balığı (Uranoscopus scaber), gövdelerini dalgalandırarak kumu kazar ve sadece gözlerini ve kocaman ağızlarını dışarıda bırakarak pusuya yatarlar. Çok obur avcılar olmalarına rağmen bu balıklar, değerli yaşam enerjilerini av peşinde harcamak yerine, avın kendilerine gelmesini beklemeyi tercih ederler. Her iki balığın kocaman ağzı bir kapanı andırır. Çenelere muazzam bir ezme gücü veren kaslarla iyice tombullaşmış olan yanaklar, denizdeki çoğu avcıyı kıskandıracak kadar yoğun bir yakalama ve çiğneme enerjisiyle doludur. Trakonya ya da kurbağa balığı kocaman ağzını hızla açtığında oluşan anlık emmenin yarattığı akım, suyla birlikte avın da bu karanlık boşluğa çekilmesine yol açar. Kumun altında doymak bilmeyen bir açlıkla bekleyen yüzlerce ağız, kendilerine yaklaşmaya cesaret eden hayatları yutmaya her an hazırdır.
Marmara’nın derinlerinde kol gezen avcıların hiçbiri avını bozcamgöz (Hexanchus griseus) kadar korkutamaz. Bozcamgöz derin Marmara’da yaşayan en büyük avcıdır; iç denizde besin piramidinin zirvesine yerleşmiş bir tepe yırtıcıdır; derin karanlıktaki tüm avcıları avlayabilen tek avcıdır. Onun midesinden çıkanlar, zengin bir ziyafetin yemek listesi gibi uzar gider. Küçükken karides, yengeç gibi kabuklularla ve kalamar gibi kafadanbacaklılarla beslendiği halde, büyüdükçe balıkların peşine düşer. Dipte yaşayan tüm balık türleri avcıların avcısına yem olabilir. Kaynakların kısıtlı olduğu derin denizde bozcamgöz, küçük köpekbalıklarını ve vatozları da avlar. Yine de berlam balığının (Merluccius merluccius) ziyafet listesinde özel bir yeri var. Derin sularda kalabalık sürüler oluşturan berlam balığı, bozcamgözün derin Marmara’daki en önemli besin kaynağıdır. Sahip olduğu tüm yırtıcı yeteneklere rağmen derinlerin efendisi de kolay yemek fırsatlarını kaçırmaz. Dibe çökmüş bir yunus leşinin ya da balıkçıların para etmez diyerek denize geri attıkları irili ufaklı balıkların, bozcamgöz için şölen davetiyesinden farkı yoktur. Derin karanlığa sarkıtılmış oltaların ucundaki yemler de bozcamgözün iştahını kabartır. Fakat bu yem kasıtlı olarak köpekbalığı yakalamak için hazırlanmış bir oltanın ucundaysa, bozcamgözün iştahını kabartan et parçası onun son yemeği olur. Tüm avcıların avcısı, adalar denizinin hakimi, sadece insana yenik düşer. (Son)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)





