5 Kasım 2010 Cuma

SADECE LÜFER Mİ?

Lüfer kavgası iyice kızıştı. Bir tarafta ille de lüfer diye tutturanlar, öbür tarafta lüferi avlayanı da ızgaraya koyanı da Taksim'de sallandırmaya kalkanlar. Her işte olduğu gibi, bu işte de arayı bulmayı beceremiyor necip Türk milleti. Biz, İstanbul'un sembol balığını kurtarmakla kurtarmamak arasında bocalayıp dururken, zaman akıp gidiyor. Bu geç kalmış ilginin sonunda, korkarım papazı bulan yine lüfer olacak. Adam sende, kimin umurunda? İstanbul'un kıyısında yaşayan balıklardan hangisi soykırıma uğramadıki?

Eskilerle ne zaman koyu bir sohbete dalsak, söz döner dolaşır ve bir zamanlar Marmara'nın derinlerini  mesken tutmuş olan tepsi gibi karagözlere, sargozlara gelir. Ama ne balıklar! Tanesi iki üç kilo gelen azman karagözler, yosun bağlamış sargozlar... Yaşlılıktan renkleri kararmış, dişleri aşınmış... Kalın kabuklu midyeleri, pavuryaları bir ısırışta tuzla buz eden... "Marmara'da böyle balıklar olmaz" demeyin. Soykırıma uğramadan önce, diz boyu sularda bile rastlanırmış onlara, zamanında. Artık yosun tutmuş yaşlı dalgıçlardan dinlediğim Marmara balıkları, eskiden bana bile, iyi niyetili palavralarla abartılmış masallar gibi gelirdi. Üstelik bu masalların karagözle sargozdan başka kahramanları da vardı. Mesela, Kız Kulesi'nin kıyısında sinarit, Yassıada'nın derin karanlığında fangri, Beykoz'da kılıçbalığı, Caddebostan'ın kumluklarında kan kırmızı kırlangıçlar, kıyıya vuran torikler, yüzüne bakılmayan palamutlar, Kabataş'ın iki adım önünde zıpkınlanan dev gibi orkinozlar, sonra oltaya takılmış orkinozu parçalamaya gelen büyük beyaz köpekbalıkları ya da nam-ı diğer harharyaslar... Şimdilerde mumla aradığımız keler balıkları, bir zamanlar Fenerbahçe'de, Kalamış'ta, Suadiye'de, iskelelerin gölgesiyle kararan sığlıklarda pusuya yatar, av beklerlermiş! Hey gidi günler... İstanbul balıkları hakkında kurduğumuz her cümlede artık "geçmiş zaman" kullanmak zorunda olmak yüreğimi acıtıyor. Bu paragrafın birkaç cümlesinin şöyle olduğunu bir düşünsenize:

- Kız Kulesi'nin çevresindeki taşlar sinarit kaynıyor...
- Yassıada'nın fangrileri balıkçıların yüzünü güldürdü...
- İstanbul bu sene orkinoza doydu...
- ...

Bir zamanların gerçeği, İstanbul'un balık kaynayan denizleri, hayal oldu. Her cümlenin öznesi bu kıyıları tamamen terketmiş olmasa da, sayılarının kıyım derecesinde azaldığını kimse inkar edemez. Haliç'te en son palamut volisinin üzerinden, belki de yarım yüzyıla yakın zaman geçti. Palamut akın balığıdır, mevsime göre bir gelir bir kaybolur. Tıpkı lüfer gibi... Palamut ve lüfer buraları terketseler bile, bir başka yerde var olmaya devam edebilirler. Bir zamanlar boğazın sularını çalkalandıran uskumrular da buraları çoktan terkettiler, ama başka yerlerde, mesela Gökçeada'nın açıklarında hâlâ bol bol avlanıyorlar. Ele avuca sığmaz kılıçbalığı ile orkinoz da İstanbul'u terkedenlerden. Onlar da artık Ege'de ve Akdeniz'deki son sığınaklarında yaşam savaşı veriyorlar. Oralardan ne zaman sürülürler, işte onu Allah bilir.

İstanbul'da rahatı bozulan tüm akın balıkları, belki de bir daha dönmemek üzere terk ettiler buraları. Onlar boğazın, Marmara'nın yerli balıklarıydı. Hepsi de İstanbullu'ydu. Çağlar boyu el değiştirmiş, milletten millete geçmiş daracık bir su yolunun ve küçük bir iç denizin gerçek sahipleriydiler. Belki bizlerden bile önceydi, buraya yerleşmeleri, boğazı, Marmara'yı yuva bilmeleri. Akın balıkları, göç balıklarıdır. Uzun yolculukların seyyahlarıdır onlar. Orkinoz, Marmara'dan çıkar ve taa Atlantik Okyanusu'na kadar gidermiş eskiden. Keza kılıçbalığı, palamut, uskumru ve lüfer... Vaniköy'den geçen binlerce, onbinlerce lüferin Foça'daki, Rodos'taki, hatta Malta'daki akrabalarına selam götürdüğü büyük, görkemli göç yolculukları bahsettiğim.

Giden gelmiyor artık! Giden, boğazdan, Marmara'dan bir parçayı da beraberinde götürüyor. Giden, yaşamın ta kendisi aslında. Bu gidişi, sadece tabağınızdaki balığın azalması olarak görmeyin. Denizi, yaşayan yüce bir varlık yapan zincirin halkaları eksiliyor her gidenle.

***

Geçen gece Darıca'da dalarken, 15 m civarında iki tane tepsi gibi sargoz gördüm! Herbirinin boyu rahat 30  cm vardı. Anlamayan birine, sinarit palazı diye yutturursunuz ve ruhu duymaz. Kırma taşlıkta öyle bir debeleniyorlardı ki, sanki dipte bir buldozer çalışıyordu. Koca kafalarını mıcırların arasına daldırıp, başlıyorlardı kuyruklarını hızlı hızlı çırpmaya. Birkaç saniyelik eşelemenin ardından kısa bir duraklama; çökeltinin altından çıkan etli mi etli deniz solucanları, küçük yengeçler, vs. artık Allah ne verdiyse lüp diye mideye! Aceleci yutkunmalardan sonra kazı işlemi tekrar başlıyordu. O gece dipte bir yığın yengecin, bir o kadar da solucanın kanına girdi bu haydut sargozlar. Afiyet bal şeker olsun, yarasın. Umarım bir zıpkıncı da onların kanına girmez.

Demek, eskilerin ballandıra ballandıra anlattıkları o meşhur sargozlar, gerçekmiş!

Akın balıklarının birer ikişer yitip gittiği boğaz ve Marmara'da, hâlâ önemsenmesi gereken bir balık nüfusu  var. Ey ahali, balık diyince aklına sadece lüfer, palamut ve hamsi gelmesin! Sargoz da balık, karagöz de, hanoz da, kikla da, denizatı da, kurbağa balığı da... İstanbul'un balıkları, sadece balıkçı tezgâhlarında gördüklerinle sınırlı değil! Norveç'ten devşirme somonla, İzlandalı uskumruların İstanbul'a sebeb-i ziyaretleri, sadece ihtiyaçtan. Yerli balıklar azalmayaydı zor girerdi onlar bizim pazarlara.

Sevgili İstanbul halkı, kömürcü kaya da boğazın, Marmara'nın çocuğudur, iskorpit de, lipsoz da, izmarit de...  Hepsinin deniz yaşamında ayrı bir yeri ve önemi var. Dedik ya deniz yaşayan yüce bir varlıktır, işte o varlığı hayatta tutan, adına ister besin zinciri deyin, ister ekolojik denge, o yaşam bütünlüğünde yediden yetmişe, büyükten küçüğe, renksizden renkliye, tatsızdan tatlıya, tüm balıkların yeri var. O yer bir boşalırsa, ne yaparsanız yapın dolduramazsınız. Akın balıklarının gidişiyle açılan gedikler kapanmak bilmiyor. Boğazın, Marmara'nın yaşam bütünlüğünde daha fazla boşluk açılmaması için, sadece lüferi değil, yaşamak için bu kıyıları seçen, öyle ya da böyle buralarda kalan tüm balıkları, tüm yaşamı korumak zorundayız. Dilerim lüfer güzel bir başlangıç olur. Dilerim bu yazı, eşiğinden dönülmüş doğal bir felaketin anısı olarak kalır.

1 yorum:

  1. Marmara ekolojisindeki bozulmanın ve Dünya nın pek çok bölgesindeki ekolojilerin bozulmasının ana unsuru İnsan türüdür.Gelişmesi ve kontrolsüz çoğalması diğer canlı türlerinin alehine devam etmektedir.Dünya ekolojisinin devamı ancak bu türün çoğalmasının sınırlandırılması ve ciddi şekilde azaltılması gibi radikal tedbirlerle mümkündür.Dünya habitatının kaldıracağı insan sayısı bir milyar gibi bir popülasyonken mevcut rakkam bu sayının yedi katı kadardır.Bu insansıların sayısı sürdürülebilir rakkamlara mutlak getirilmelidir.Aksi taktirde doğa güçleri bu sayıyı insan türüne dayatacaktır.
    Dr.Toros Abahuni

    YanıtlaSil