8 Nisan 2013 Pazartesi

DENGE ÖNLÜĞÜ...


Eskiden dalmaktan daha zordu çıkmak.

Malzemenin altın değerinde olduğu zamanlarda öyle ya da böyle dalabilmek için mecruben bir şeylerden ödün verirdim...

Tüp ve regülatör tartışmasız öncelikliydi. İlk tüpümün ve regülatörümün hikâyelerini sizlere daha önce anlatmıştım (bkz. Mümkünler alemi; Güvenilir ve Zahmetsiz: MK10).

Dipten debelenmeden, ağırlık kemerimi atmadan çıkmamı mümkün kılan boyundan geçme sephiye dengeleyicinin hikâyesini anlatmaksa bu yazıya kısmetmiş...

***

Size birazdan anlatacağım dalışı tamı tamına 5 Ekim 1991’de yapmıştık.

Bunu çok iyi hatırlıyorum, çünkü Anna (Babaey) ile Kınalıada’daki keyifli maceralar serisinin de ilk dalışıydı. Bu nedenle 1 numaralı dalış defterine özenle kaydetmiştim hiç bir ayrıntıyı atlamamaya dikkat ederek.
O zaman ikimiz de çok gençtik, delidoluyduk. Saklamaya gerek görmüyorum, maceraperest kaçıklardık. Haftasonu binbir türlü beladan kılpayı kurtulup pazartesi günü kantinde maceralarımızı ballandıra ballandıra anlatmayı severdik. Laf lafı açardı. Denizle boğuşmaktan keyif alırdık...

Bünyemiz kuvvetliydi. Zaten başka türlü katlanamazdık kıt kanaat malzemeyle yaptığımız onca meşakkatli dalışa...

***

Gri bir gündü. Bulutlar ve deniz sözlemiş gibi aynı renk giyinmişlerdi.

Böyle günlerde dalış çok güzeldir. Su daha ilk metrelerde alacakaranlığa teslim olur. Hava yağışlı, deniz dalgalı olmadıkça gri günlerdeki dalışlarda saf bir huzur vardır.

O gün Anna’yla ikimizin malzemesini toplasanız büyükçe bir çantaya sığdırabilirdiniz. Ahtapotları olmayan iki
tane regülatör, iki takım elbise, maske, şnorkel, palet, iki tane uyduruk bıçak, fenerler daha da uyduruk, ışığının kendine hayrı yok; sol bileğimdeki G-Shock saatimle SOS marka derinlik göstergem, bir de dekompresyon tablom...

Parayı denkleştiremeseydik tüp sırtlıklarını bile paslanmaz hortum kelepçesinden ve eski ağırlık kemerlerinden yapmaya niyetlenmiştik.

Ağırlık kemerime inci gibi dizdiğim sekiz kilo kurşun bana beş öğle yemeğine patlaşmıştı ya sağlık olsun...
Bugünün standartlarında bir çok ayrıntısı eksik olan malzemelerimiz arasında sephiye (yüzerlik) dengeleyici yani “BC” bulunmaması o gün için bile büyük bir eksikti ama ne yapalım yoktu işte...

Adam sen de keyfimiz gıcırdı ya çok şükür, insan başka ne ister?

***

Dalış sorunsuz başladı, öyle de devam ediyordu...

Boğazı terkettikten sonra Marmara’nın kuzeyine bir yelpaze gibi açılan akıntının doğuya uzanan kolunu karşılayan ilk kara parçası Kınalıada’dır. Güney kıyısından biraz açılıp 20 metre civarında bir derinliğe geldiğimizde akıntının takviyesiyle kıyının selametinden tatlı tatlı uzaklaşmaya başlamıştık.

Mesafe arttıkça havamız azalıyordu. Bugün orta suda emniyetli dekompresyon yapmayı sağlayan makara-balon donanımı o zaman ne bende ne de Anna’da vardı. Malzemecilerde dahi gördüğümü hatırlamıyorum.

Hazır aklıma gelmişken belirteyim ‘o zaman’ derken 80’leri ve 90’ların başını kastediyorum...

Akıntıyla yol alırken ara sıra duraklıyor, ya örnek topluyor ya da fotoğraf çekiyorduk. Denge yeleğimiz yoktu ama Nikonos V marka fotoğraf makinemiz vardı!

En gerekli malzeme yoktu ama dipte yediğimiz her naneyi görüntüleyecek imkâna sahiptik. Kafaya bak! Hey gidi günler...

***

Derinlik 40 metre civarındayken göz ucuyla havamı kontrol ettim. 70 bar hava vardı tüpümde. Anna’nın durumu da benden farklı değildi. O kadar az havayla akıntıya karşı geri dönemeyeceğimizi anlamak için uzun uzadıya düşünmeye gerek yoktu. Palete kuvvet yükselmek zorundaydık. Artık nereden çıkarsak...

Zamanımın çoğunu suda geçirdiğim için bacaklarım iyice güçlenmişti. Hem salyangoza da fazla ağırlıkla
dalardık dipten kopmayalım diye. Yukarı çıkarken tayfanın hortumu aheste aheste toplaması yüzerliği ayarlamaya yeterliydi. Fakat Kınalıada’da dipten kurtulmaya çalışırken hortumcu tayfasının desteği yoktu. Paletlerimi olanca gücümle çırparken altımda küçük bir oyuk oluşmuştu. Gelgelelim kendimi bir türlü dipten kopartamıyordum. Ağırlık kemerimi atıp serbest çıkış yapmaktan başka çarem kalmamıştı.

Anna’ya yaklaşıp ağırlık kemerinin tokasını açmam kaşla göz arasında oldu bitti. Süzüle süzüle yükselirken yüzünü kaplayan şaşkın ifade daha dün gibi gözümün önündedir, bir de dolu ellerine aldırmadan yaptığı el işareti...

Vakit kaybetmeden kemerimi attım. Filesindeki örneklerin ağırlığından ve ciğerlerini iyice boşalttığından bizimki iyice yavaşlamıştı ona yetiştiğimde. Ağzında gevelediği regülatörden bildiği tüm küfürleri saydığını anlamıştım.

Hem gülüyor hem de sövüp sayıyordu sessizce...

***

Öldürmeyen Allah öldürmezmiş! Bunu o gün iyice anladım. Elimizden geldiğince yavaşlamaya çalışsak da şişe mantarı gibi çıkmıştık karanlıktan aydınlığa. Bizimkinin sayıp sövmesi de dile gelmişti yüzeye çıkar çıkmaz...

O söylene dursun ben katıla katıla gülüyordum. Önümdeki balıkçı kayığına bakarken “hadi şu kaçan dekoyu yapalım...” dedim. Adanın açığında çapari atan balıkçı Hızır gibi yetişmişti imdadımıza...

Alelacele çapa demirini attırdık. Hemen 3 metreye indik ve ipe kene gibi yapıştık. Gerçi tabloya göre çok kısa bir dekoyu kaçırmış olsak da tüplerimizde çok az bir hava kalıncaya kadar boşluğun içinde dakikalarca bekledik. Bizimkinin artık ağzı kıpırdamıyordu, belli ki yukarıdayken hırsını almıştı...

***

Malzemelerin ağırlığından kurtulup kayığın kıçüstüne oturunca derin bir oh çektim. Anna yakama yapışmakta gecikmedi haliyle. Aynı lafı tekrarladı durdu kıyıya kadar: “lan adi ne güzel çıkıyordum, niye söktün kemerimi?”

Gülüştük birlikte. İkimiz de balıkçının orada ne aradığını merak ediyorduk: “kabarcıklarımızı görüp merakından mı geldin?” diye sorduk. “Yok...” dedi. Çaparinin başındayken kendi haline bırakmış kayığı. Aka aka bizim çıktığımız yere kadar gelmiş koca denizde.

Nasip işte, daha yiyecek ekmeğimiz varmış...

***

O gri günden sonra daha bir süre sephiye dengeleyicim olmadı. 50’lerde hatta 60’larda İtalyan kırmızı mercan dalgıçlarının yaptıkları gibi naylon torbaya hava doldurup ağırlığımı hafifletmeyi bile düşündüm bir ara. Yol yakınken vazgeçtim sonu belli olmayan bu fikirden. Ben yana yakıla çözüm ararken rahmetli anneannemin yine tavanları boyatası geldi.

İlk tüpümün parasını evin tavanlarını boyayarak nasıl kazandığımı size daha önce anlatmıştım (bkz. Mümkünler alemi). Yaptığım işin rezaletinden rahmetli bu sefer işi bana vermemeye kararlıydı. Hatta çaktırmadan ucuz yollu bir boyacı bile bulmuştu mahalleden. Tam anlaşmak üzereyken şansımı deneyip fiyat kırdım...

Oldum olası pazarlık etmeyi beceremem, rahmetliyse cin gibiydi. Ee savaş görmüş, yokluk çekmiş. Zaten ilk seferdeki rezaletimden de ağzı yanmış. Tavan tavan pazarlık yaptı, bir sonraki tavanı bir öncekini santim santim inceledikten sonra boyamama izin verdi. Gözlerinde katarakt olsa da tavandaki her kusuru cam gibi görebilmişti...

Bir hafta boyunca çektiğim boyun ağrısını Allah düşmanıma çektirmesin. Rahmetli son kontrolünü yaptıktan sonra boncuk işlemeli nine cüzdanından 500.000 lirayı çıkarıp avucuma saydığında yorgunluktan bitmiştim. Sercan ağabeyin Şişhane Yokuşu’nda Saka İşhanı’ndaki dükkânında beni bekleyen Tauchteam marka ‘denge önlüğü’mü almaya gidene kadar sabahı iple çekmiştim...

***

Boyunduruğa benzeyen denge önlüğümün 200 bar basınçta dolan yarım litrelik tüpü, önlüğü aşağı yukarı 10 defa şişirmeye yetiyordu. Zamanında yedek hava kaynağı olarak kullandığım bile oldu. Önlüğün içindeki havayı solu, kirlenince tahliye et ve tekrar temiz havayla şişir...

Doğaçlama kapalı devremle zamanında kaç kez ipin ucundan döndüğümü Allah bilir. Bir seferinde oğlum Derin’e giydirdiğimde onun mama önlüğüne benzediğini farkedince yüzerlik ayarlayıcının adı da ‘denge önlüğü’ olarak kaldı.

On yıldan fazla kullandığım denge önlüğü çıkışı kolaylaştırmakla kalmamış orta sudaki deko beklemelerine hissedilir bir konfor getirmişti. En sonunda o da yoruldu ve yıprandı. 2002’den beri sakin bir emekliliğin tadını çıkarıyor evdeki müzede.

Aynı dolabı paylaştığı teknik dalış dengeleyicilerimle fısır fısır konuştuğunu duyarım bazen. Çılgın sahibinin
gençliğinde yaptığı delidolu dalışları anlatır onlara, değişip değişmediğimi sorar...

“Değişmedi” der dolabın acemileri tuz kokan, rengi solmuş deneyimli ihtiyara; “değişmedi, hâlâ hatırladığın gibi...”

***

Not: Bu yazının ana kurgusunu düşünmeye bolca zaman bulduğum 45 dakikalık dekompresyon sırasında arkadaşlığını esirgemeyen Vedat’a (Kürşün) sevgilerimle...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder