31 Mayıs 2012 Perşembe

BİRKAÇ KUM TANESİ...

Doğa çok sabırlıdır. Bıkmadan beklemeyi çok iyi bilir. Son sözünü söylemeden önce sonuna kadar katlanır, görmezden gelir, yol yakınken geri dönmelerine şans tanır kendisine yanlış yapanlara...

Merhametsizliğe merhametsizlikle karşılık vermez. İsterse herşeyi sil baştan yaratacak, yepyeni bir dünya kuracak gücü ve zamanı vardır doğanın. Onu sahiplenmeye çalışan, hatta sahiplendiğini zanneden küçük yaşamların kısa ömürleri ile kıyaslanamayacak kadar uzun zamanlara yayar yok olma ve yeniden başlama süreçlerini.

Bazen uzayın karanlığından çıkıp gelen bir kaya parçası bu sürece noktayı koyar, bazen de kendi bağrından doğmuş, sunduklarıyla serpilmiş bir yaşamın hoyratlığı sonucu sonlanır.

Yaşam biter ve sonra yeniden başlar. Toprağın derinlerinde bizden önce başlamış ve bitmiş yaşamların izleri var...

***

İnsanın evrimini araştıran bilimcilere göre, Dünya’daki öykümüz yaklaşık 7 milyon yıl önce başladı. İlk insansıdan modern insana (Homo sapiens) yani bize kadar geçen 7 milyon yıl, yerkürenin yaşam saatinde olsa olsa birkaç saniyelik bir dilime karşılık gelebilir. Organellere sahip ilk karmaşık hücre yapısının  yaratılışının üzerinden yaklaşık 2 milyar yıl geçtiği gözönüne alınırsa, kum saatinde sadece birkaç önemsiz kum tanesi olduğumuzu inkâr edemeyiz.

***

Yaşarken tüketiyoruz... Hayatta kalmak için, bizi yaratan doğayı, tüm yaşamların ortak beşiğini tüketiyoruz... Yaşamak için tükettiğimiz kaynakları doğa sabırla yarattı...

Yaşarken enerji harcıyoruz... Enerji üretmek için tükettiğimiz kaynakların çok önemli bir bölümü hidrokarbon temelli. Kömür, petrol, doğalgaz... Yüzmilyonlarca yıl önce yaşamış olan bitki ve hayvanların günümüze ulaşmış kalıntıları...

Doğanın sabırla yaratarak miras bıraktığı enerji kaynaklarını kullanıyoruz. Söyler misiniz, acaba biz geleceğe ne bırakıyoruz?

***

Tüketim bugünkü hızıyla devam ederse sadece 40 yıllık petrolümüz kaldı. Doğalgaz rezervlerimiz 60 yıl daha dayanır. Kömürün durumu biraz daha iyi; atmosferi berbat etmek için daha 200 sene kömür yakabiliriz.

Tüketmek ve kirletmek pahasına yaşıyoruz... Kaynaklara sahip olmak için, kendi yaşantımızı garanti altına almak için, sudan sebeplerle savaşlar çıkarıyor, işgal ediyor ve öldürüyoruz...

Başkalarının mezarları üzerinde yükselen hayatlar yaşıyor bazıları... Oysa bu dünya hepimize yeterdi, kullanmayı ve paylaşmayı bilebilseydik...

***

Tıpkı bir mirasyedi gibi davrandık. Oysa doğal kaynakların bile sonu vardı ve bunu görmezden geldik. Varlığımızı sürdürmek için muhtaç olduğumuz yeni enerji kaynaklarını ararken baktığımız ilk yer yine doğa...

Güneş ve rüzgâr aklımıza ilk gelen sürdürülebilir enerji kaynakları. Ancak onların sürekliliği bile doğal dengelerin korunmasına bağlı.

Hava kirliliği nedeniyle ışık geçirgenliği azalan bir atmosfer acaba güneş enerjisi üretimini nasıl etkiler? İklim üzerinde oynadığımız kumar, her yıl daha güçlü kasırgalar olarak etkisini göstermeye başladı bile...

Biyodizel üretmek için tarım yapıyoruz, kullanılmış yemeklik yağları biriktiriyoruz. Ne kadar çabalarsak çabalayalım, üretim kapasitemiz doğanın yüzmilyonlarca yıl önce bizim için biriktirmeye başladığı kaynakların zenginliği ile boy ölçüşemiyor.

Doğal depolar hızla suyunu çekerken, insan düşüncesizce tüketmeye, çocuklarının geleceğini yok etmeye devam ediyor!

Belki de doğa artık bir karar vermek üzere! Bizimle mi yoksa biz olmadan mı devam edecek?

Hiç düşündünüz mü, böyle yaşamaktan vazgeçmezsek, acaba yeryüzündeki insan varlığını (eğer devam ederse) nasıl bir gelecek bekliyor?

26 Mayıs 2012 Cumartesi

HOR GÖRME KAYABALIĞINI...

Çoğu oltacının yem hırsızı diye gördüğü kayabalığını, dalgıçlar genelde görmezden gelirler. Zokayı yutan kayabalığı oltaya öyle bir asılır ki, kiloluk bir karagöz ya da mercan yakaladığını düşünür misinayı hevesle toplayan oltacı. Fakat, pörtlek gözleri ve dolgun dudaklarıyla, tıpkı bir “Arap bacı” edasıyla bakan yem hırsızı, söve saya kancadan kurtarıldıktan sonra çoğunlukla denize geri postalanır.

Denizin dibindeki talihi de yüzeydekinden parlak değildir çoğu zaman. İlgiyle izlenmesi, birkaç kare fotoğrafının çekilmesi için sıradışı bir poz veriyor olması beklenir. Şişenin içine girmedikçe, ayakkabının kenarına başını yaslamadıkça, velhasılıkelam sözde çirkinliğini mazur gösteren bir poz vermedikçe çoğunlukla aldırış edilmez.

Yavan geçen bir dalışın teselli ödülüdür o; büyük ikramiye beklerken amorti çıkan piyango muamelesi reva görülür kovukların asık yüzlü bekçisine...

Oysa bilenler için, meraklısı için kayabalığı ziyan edilmemesi gereken bir nimettir. Yakalanması ne kadar kolaysa, ayıklaması ve hazırlaması bir o kadar zahmetlidir. Vıcık vıcık salgıyla kaplı kaygan bedenini tutmak, sonra derisini tulum çıkarmak ustalık ister.

Bütün zahmetine katlanıp kayabalığına hak ettiği değeri verenler ise, bembeyaz, lokum gibi bir etle ödüllendirilirler. Tavası, buğulaması, pilakisi, çorbası muhteşem olur çirkin bakışlının...

Bana kalırsa o, yüzünden hiç düşürmediği sert ifadeyle etinin lezzetini saklamak istiyor, meraklısından başkası başına üşüşmesin diye!..

***

Ege’nin ve Akdeniz’in renk arsızı derinliklerinde çoğunlukla pas geçilen çirkin bakışlı, hak ettiği ilgiyi Marmara’nın ıssızlığında bulur. Dalışın daha ilk metrelerinde, irili ufaklı kayabalıklarından oluşan bir hoşgeldin komitesi karşılar sessiz dünyanın ziyaretçilerini. Çoğunlukla kömürcü (Gobius niger) ve kırmızı dudaklı (Gobius cruentatus) irikıyım kayabalıklarının arasına, Pomatoschistus ve Chromogobius gibi daha küçüklerin de karıştığı olur. Yine de hoşgeldin merasiminde irikıyım kayabalıkları başı çeker.

Arada güvenli bir mesafe olduğuna ikna olduklarında sizden kaçmazlar. Ondan sonra taraflardan biri bıkana kadar bakışır durursunuz...

Derin gece dalışlarında dipte uyuklayan irikıyımları nazikçe yakalayıp dakikalarca sevdiğim çok olmuştur...

***

Yemlenirken sergilediği açgözlülüğü ve fırsatçılığı yuvalanırken de sergileyen kayabalığı, doğal ya da insan elinden çıkma her çeşit boşluğu zaman kaybetmeden özenle sahiplenir.

Bir bakmışsınız kırık bir şişenin içinden size göz kırpar ya da çürümeye yüztutmuş karton sığınağından kafasını çıkarıp sizi selamlar. İskele bacaklarının, mendireklerdeki kaya boşluklarının, eski otomobil lastiklerinin kuytularında pineklemeye bayılırlar. Böyle söyledim diye sakın elinize geçen her tekerleği denize atmayın! Dipte bunlardan yeterinde var zaten!..

***

Balıklar aleminin en anaçlarındandır çirkin bakışlı. Yumurtalarını korunaklı bir yere özenle bırakır, gelişigüzel serpiştirmez onları. İçi boşalmış pina midyelerinin arasında çatlamayı bekleyen yumurtalarını gözü gibi koruyan kayabalığını, Yassıada’da keyifle seyretmiştim yıllar önce. Pina kabuğunun sedef yatağına bir kuyumcunun inci tanelerine gösterdiği özenle dizmişti yumurtalarını. Doğumhanenin kapısına birileri yaklaştığında hemen kafasını dışarıya uzatıp uyarı dolu bakışlar fırlatıyordu. Fotoğraflarını çekmek için yaklaştığımda cüssesine bakmadan bana da posta koymuştu.

Ebeveyn olmak, insanların dünyasında da balıkların dünyasında da, sebep olduğun canı ne pahasına olursa olsun korumak demek!..

***

Tipine bakıp da kayabalığını hor görmeyin. Marmara’nın ve Boğaziçi’nin bir tanesi, kıymetlisi, yerlisi o.

Buraları hiç terketmedi, bu denizlerden hiç vazgeçmedi çirkin bakışlı. Sadece bu bile onu sevmeye yeter de artar.

22 Mayıs 2012 Salı

SÜSLÜ VE HAŞARI...

Hep telaşlıdır tekir balığı. Yorulmak bilmeden dibi eşeler durur karnını doyurmak için. Bir saniyesini bile boşa geçirmez, kumu, çamuru alt üst eder. Dişine göre bir lokma ararken etrafı kolaçan etmeyi de ihmal etmez, kulağı hep kiriştedir. Huylanmaya görsün hemen sıvışır. Ee, lezzetli ve albenili olmak kolay değil; dipte pusuya yatmış büyük yırtıcılar da, tavasını, ızgarasını afiyetle mideye indiren insanoğlu da tekirin lezzetli etini geri çevirmez.

Bir anlık dalgılığın sonu ya vatoza yem olmaktır ya da ağdan sofraya uzanan bir yolculukla hayatı noktalamaktır...

***

Birkaç gündür yalnızım evde; hanımla, ufaklık babaannede... Tüpüm dolu, çantam hazır; zaten bir haftadır dalmamışım, elim ayağım karıncalanır... İşten eve döner dönmez ayaküstü birşeyler atıştırdım ve daha sırtımın teri kurumadan malzemeleri arabaya yükleyip yola koyuldum...

Böyle kısıtlı zamanlarda gideceğim yerler üç aşağı beş yukarı bellidir: eve uğramadan dalışa gideceksem Fenerbahçe’den Kartal’a kadar olan kıyı gece dalışı için elverişlidir, tabi lodos esmiyorsa...

Eğer eve uğrayıp dalışa öyle gideceksem, Çengelköy’den Beykoz’a kadar tüm kıyılar benimdir. Yerine göre iki yalı arasına, yerine göre yolun kenarına arabayı parkeder, hazırlanırım. Ondan sonra bırakırım kendimi boğazın akıntısına...

***

Dün akşam Paşabahçe’ye gittim. Burayı severim, ne de olsa dalmayı öğrendiğim yer, ilk göz ağrım. Eskiden okuldan kaçar dalmaya gelirdim, artık içimdeki sıkıntıları atmaya geliyorum: Derdin mi var, denize at; sıkıntın mı var, denize bırak kendini; sırrın mı var, denizle paylaş... Ben öyle yapıyorum, verdiği rahatlık en az bir hafta gidiyor...

Akşam 7 buçuk gibi Paşabahçe’deydim. Kuru elbisenin fermuarını tek başıma kapatırken biraz zorlandığımı itiraf etmeliyim. Hava sıcaktı, şıpır şıpır ter aktı yüzümden, tüpü sırtladığım gibi oyalanmadan suya girdim...

***

İlk metrelerde su bulanıktı, derken yavaş yavaş açıldı. Yine de görüş mesafesi 2 metreyi geçmiyordu. Önce rengarenk bir kikla çıktı üzeri yosun bağlamış kamyon tekerleğinin içinden. Bir an burun buruna geldik, daha elim kameraya gitmeden topukladı, gözden kayboldu.

Paşabahçe Koyu’nda dalarken, şiddetlenen akıntı, kanala yaklaştığınızı hatırlatan ilk uyarıdır. 25’le 30 m arasında değişir akıntının hızlanmaya başladığı kanal kenarının derinliği. Ardından, gelen geçen büyük tonajlı gemilerin pervane seslerini duymaya başlarsınız. Sanki bir dev bronzdan yumruklarla denizi dövmektedir.

***

Akıntıyla beraber suyun bulanıklığı da biraz açıldı. Bu akşam dipte tekir balıklarının cümbüşü var anlaşılan. Her yer onlarla kaynıyor!

Bana sorarsanız bizim denizlerin en süslü balıklarındandır tekir ve kuzeni barbunya. Gerçi ilki daha bir albenilidir ama sonuçta ikisi de çok güzeldir.

Tam bir makyaj düşkünüdür tekir. Pembe menevişli bedenini kaplayan kırmızı lekelerin üzerinden geçen sarı şeridiyle “Savulun, ben geliyorum! Var mı benden güzeli?..” der gibi dolanır ortalıkta. Hele o yüzgeçlerini açmaya görsün, kristal çıtalarla gerdirilmiş ipek bir kanat gibi dalgalanırlar.

Tekir, derin karanlığın en güzel süsüdür. Sadece yemesi değil, seyretmesi de çok keyiflidir.

***

İki tekiri koyun koyuna yatarken gördüyseniz bilin ki şanslı gününüzdesiniz. Dipte fırdönen haşarı balıklar da ara sıra duraklar, soluklanırlar. Kendilerine yaklaşmanıza da pek ses çıkarmazlar, ama en ufak falsoda kaçmaya da hazırdırlar.

Eski bir palamar parçasının üzerinde birbirlerine sokulmuş yatan iki tekire rastladığımda artık geri dönüyordum. Parlak ışığı genelde pek sevmezler, bu yüzden onlara yaklaşırken feneri kapattım. Bakalım fotoğraf makinesinin cılız odaklama ışığı yeterli olacak mı?

İlk flaş patladığında biraz kıpırdansalar da yattıkları yeri terketmediler. Ama flaş ikinci kez patladığında “yandım Allah” dercesine sırra kadem bastılar. Arasam birkaç metre uzakta tekrar bulurdum onları ama dönme zamanı geldi. Daha 11 dakika deko var...

***

Yıllar önce teknesinde çalıştığım bir reis, tekir balığını tutmak kadar satmanın da incelik istediğinden bahsetmişti. Tekir ve kuzeni barbunyayı avlamak için kullanılan fanyalı ağlarını, aşı boyası gibi bir kırmızıya boyardı. Birkaç sene önce Darıca’da karşıma çıkan soluk sarı ağlar geldi aklıma. Acaba reis neden kırmızıya boyardı ağlarını?

Tuttuğu tekirleri çavelaya dizmeden önce mutlaka bir yanlarındaki pulları kazır ve iyice kızarmalarını sağlardı müşteri 10 m öteden görsün ve tezgaha yaklaşsın diye. Yetinmezdi denizin makyajıyla ve bir iki dokunuş da kendisi yapardı.

Mevsimin ilk tekiri yenmez derdi, çamur kokar diye. Sular iyice soğusun, hayvan çamurdan çıksın, o zaman daha tatlı olur eti derdi... Yıllar sonra Karasu’da tanıştığım birkaç Karadenizli balıkçı da mevsimin ilk tekirini, tanıdıkları hatırlı müşterilerine tavsiye etmezlerdi.

***

Boğaz balıkları içinde senin yerin ayrı sevgili tekir. Gözündeki hayat ışığına gecenin karanlığında tanık olmak, içimde ne gam bıraktı, ne de keder...

15 Mayıs 2012 Salı

BİZ DE İSTANBULLUYUZ!..

Soğuktu. Galiba ara sıra kar serpiştiriyordu. Kornişçi sokağın daracık Arnavut kaldırımında anneannemle yürüyorduk. Beyoğlu’nda Ömer Hayyam’ın arka sokaklarından biriydi Kornişçi Sokak. Eski, yüksek tavanlı bir binadaydı evimiz. Sokak kapısı birkaç basamaklı daracık bir merdivene açılırdı. Sonra, merdivenden biraz daha genişçe bir sahanlık ve Arnavut kaldırımına adım atardınız.


Sokakla binaların arasında geniş boşluklar yoktu Kornişçi Sokak’ta; ne koruma duvarları vardı, ne kameralı ve elektrikli çitler, ne de bakımlı bahçeler. Evdeyken bile sokakta gibiydim cumbadaki pencereden dışarıyı seyrederken. Çocukluğumda eve hapsolduğumu hiç hatırlamıyorum.

Kış mevsiminin soğuktan sararmış yüzünü İstanbul’a gösterdiği buz gibi bir sabah vakti, Kornişçi Sokak’la Tarlabaşı Caddesi’nin kesiştiği yol çatında, karşıya geçmek için fırsat kolluyorduk anneannemle. 1970’lerde bugünkü geniş bulvarla ilgisi yoktu Tarlabaşı Caddesi’nin. Dardı, yanyana iki araba ancak geçebilirdi yoldan. Caddenin Tepebaşı’na kıvrıldığı İngiliz Konsolosluğu’na yakın dönemeçte, elektrik ileten boynuzu telden çıkan bir troleybüs tam dönemecin ortasında durup trafiği tıkayınca hemen karşıya geçtik. Balıkpazarı’na ulaşmak için İngiliz Konsolosluğu’ndan Taksim’e doğru birkaç dakika daha yürümemiz yeterliydi.

Balıkpazarı’nın Tarlabaşı Caddesi’ne bağlandığı yerden girmiştik, her daim balık kokan dar sokağa. Mutfak alışverişi evin yakınına kurulan pazardan yapılırdı çoğunlukla. Fakat ev halkının, özellikle anneannemle dedemin canı balık çektiğinde değişmeyen uğrak yerimizdi balıkpazarı. Hem, evdeki yaşlıların çok sevdikleri et balığının evin bu kadar yakınında satıldığı başka bir yer yoktu, aklımda kaldığı kadarıyla...

Pazar sokağına girince soğuk biraz kırılmıştı sanki. Gerçi hava yine soğuktı ama ayaz gücünü yitirmişti binaların arasında. Balıkpazarı esnafının sesleri kulaklarımda yankılanıyordu. Sakatatçılar, manavlar, mezeciler ve sokağa adını veren balıkçılar...

Manav tezgâhı gibi rengârenkti balıkçıların tablaları. Şimdilerde olduğu gibi kafeslerde yetiştirilen ya da denizden adeta kazınan, boyları giderek ufalan belli başlı balıkların soluk manzarasıyla kıyaslanamayacak zenginlikte bir renk cümbüşüydü, dört beş yaşlarındayken keyifle izlediğim balıkçılar...

Kan kırmızı mercanlar, mavi kanatlı kırlangıçlar, solungaçlarından kan damlayan istavritler, ışıltılarıyla gerçek gümüşü gölgede bırakan gümüş balıkları, uskumrular, kolyozlar, lüfer, kofana, palamut, torik...

İri kıyım ıstakozlar, avuçlara sığmayan pavuryalar, tarak midyeleri...

İstanbul’un eteklerini ıslatan denizlerin bereketiyle renklenirdi balıkçıların tezgâhları. Ben büyüdükçe bu manzaranın rengi o kadar soluklaştı, fakirleşti ki!..

Evin yaşlıları kılçıklı balık sevmezlerdi. Temizlemesi, pişirmesi ve ayıklaması zahmetli balıklarla yine ilgilenmemişti anneannem. İlle de et balığı!

Tezgâhın birinden neredeyse sokağın ortasına kadar taşan kocaman hilal kuyruklu balığın sergilendiği dükkâna doğru ilerledik. İşte, devasa bir et balığı boylu boyunca yatıyordu dükkânın önünde. Balıkçı jilet gibi keskin kocaman bıçağıyla dev balığın gövdesinden kalın bir dilim kesti, tarttı ve kesekâğıdına koyup anneanneme uzattı.

Dana etini andıran, kanlı, koyu pembeyle kırmızı arası bir etti bu. Piştiğinde rengi açılıyordu, kılçıksız, lokum gibi etin. Asıl adının “orkinoz” olduğunu öğrenmeme daha yıllar vardı, Boğaziçi’nin hırçın sularında yakalanan bu dev balığın...

***

Sıcaktı. Yazdan kalma bir gündü. Yine de dedem kalın paltosuyla sarmıştı beni, sandalla Kasımpaşa’dan Sirkeci’ye giderken. Haliç’in sütliman denizi gelen geçen teknelerin yarattığı dalgalanmayla biraz kıpırdansa da, baştaki sakin görüntüsüne dönmekte gecikmiyordu. Boğazı birbirine katan rüzgârların gücü yetmiyordu Haliç’in yüzünü buruşturmaya.

Biz ilerledikçe şehir akıp gidiyordu iki yanımızdan. Yaşlanmış, çok gün görmüş bir kentin taşla, demirle, ahşapla yazılmış hikâyesiydi bu manzara. Sur yıkıntıları, köhne binalar, asırlardır deniz taşıtları inşa edilen bir tersane, minareler ve Galata Kulesi, aklımda kalan manzaranın en başat karakterleri olsalar da, en çok Galata Köprüsü’nü görmekten hoşlanırdım, Haliç’in boğazla kaynaştığı açıklığa yaklaşırken.

Eski köprü dubaların üzerinde dururdu. Dubalara yanaşan çatanaların ince uzun bacalarından çıkan kapkara dumana aldanıp Galata Köprüsü’nü istim salan bir gemiye benzettiğim zamanlarda daha ilkokula başlamamıştım.

Keyifli bir göz aldanmasıydı benimkisi. Köprüyü geniş güverteli bir balıkçı gemisine benzetmek hâlâ çok hoşuma gider. Alıp başını gitmesin diye ne pervanesi vardır, ne de dümeni. Yaz kış demeyen, yağmur çamur dinlemeyen yüzlerce oltacı, hemen her gün onun korkuluklarına bağladıkları oltalarıyla, Haliç’in karanlık sularında dolaşan kısmetlerini beklerler.

Galata Köprüsü sadece balık tutmayı sevenlerin değil, balık yemeyi sevenlerin de uğrak yeridir. Bu eskiden de böyleydi, bugün de böyle. Burası, İstanbul halkının denizle ve balıkla en fazla yakınlaştığı yerlerden biridir. Balıklara karşı ilgimin zamanla tutkuya dönüşmesinde, onların yaşamlarını araştırmayı meslek olarak seçmemde, çocukken anneannemle ve dedemle sık sık yaptığımız köprü gezintilerinin payı çok fazladır.

Bindiğimiz sandal, iskeleye bağlı bir başka sandalın üzerine yanaşmıştı. 70’lik dedem ayakta, ben onun kucağında iskeleye adım atarken cambazları kıskandıracak bir denge sınavı veriyorduk. Her seferinde düşmemize ramak kalsa da ıslandığımız hiç olmadı.

Köprünün sağına soluna bağlanmış iri kıyım sandallardaki ocaklardan yükselen kızarmış balık kokusuna doğru yürürken oltacıları seyretmeyi ihmal etmezdim. Oltacılar her zaman olduğu gibi o gün de pürdikkat kesilmişlerdi. Misinanın en hafif kıpırdanmasında balığı çalmaya hazırlardı. İğnedeki yemi tırtıklayan balığın oltaya takılması için misinanın en fazla bir kol boyu kadar hızla çekilmesine “balığı çalmak” denir.

Yüzlerindeki ifadeden kolayca anlaşılırdı şanslarının yaver gidip gitmediği. Balık ekmek sandallarına doğru yürürken, Haliç’in derinlerinde devam eden yaşamın daha biraz önce yakalanmış olan kanlı canlı örneklerini ilgiyle izlerdim.

Uskumrunun İstanbul’u terketmediği, palamutun ateş pahası olmadığı o yıllarda balık ekmeğin tadı bir başkaydı...

***

İçinde balıkların dolaşmadığı bir İstanbul hatıram yok gibi. Eskileri ne zaman yoklasam ellerim balık kokuyor. İstanbul’u kuşatan denizler, kenti bereketiyle besleyen bir balık cennetiydi eskiden. Son demlerine yetişebildiğim bu cennet hakkında çok şey yazılıp söylenmiş olsa da, cennetin balıklarını kayıt altına alma çabamızın miladı bana göre 1937 yılıdır...

İstanbul Boğazı, Akdeniz’le Karadeniz’in yüzyüze geldikleri, birbirlerine karışmadan karşılaştıkları, 30 küsür kilometre boyunca birbirlerine teğet geçtikleri, hakimiyet alanlarının rüzgârın yönüne göre değiştiği, yaşamın iki farklı dünya arasında dolaşmasına olanak veren bir yaşam koridorudur. Hal böyle olunca, iki denizin farklı balık türlerini Boğaziçi’nde ve şehrin eteklerini ıslatan denizlerde bolca görmek mümkündü. Zaten Boğaziçi’ni, adaları, İstanbul’un tüm kıyılarını bir balık cennetine dönüştüren de, karşılıklı yaşam değiştokuşunun sürmesini sağlayan avantajlı konumuydu.

Sadullah Ayaşlı’nın “Boğaziçi Balıkları” adlı eseri, bir zamanlar Boğaziçi’nin yanı sıra, Marmara ve Karadeniz’in boğazönü sularının bereketli bir balıkçılık sahası olduğunu, türlü türlü balıklara kucak açtığını hatırlamak için sayfalarında keyifle gezindiğim kitapların başında gelir.

Beykoz Dalyanı’nda kapana kısılan orkinozlar, kışın kıyıya vuran palamutlar, cüsseleriyle ve sivri kılıçlarıyla korku salan kılıçbalıkları, boğazda boy gösteren dev köpekbalıkları... İstavritten lüfere, izmaritten lapine, kırlangıçtan iskorpite Boğaziçi’nin sembol balıkları, 1937’de yayımlanan kitabın sayfalarında ıslak izler bırakarak gezinirler.

Boğaziçi Balıkları, dalgaların altındaki İstanbul’da yaşayan hemşehrilerimizi anlatır, onların da İstanbullu olduklarını hatırlatır.

***

Neredeyse yirmibeş yıldır dalgaların altında geziniyorum. Farklı bir dünyanın insanı olmayı göze aldığımdan beri, hemen her dalışta balıkların daha önce bilmediğim bir yönlerini görme fırsatım oldu. Onları izlemekten, yaşamlarını tanımaya çalışmaktan başka bir amacım hiç olmadı balıklarla birlikte geçen onca yıl boyunca. Galiba benden zarar gelmeyeceğine iknâ oldular ve en sonunda varlığımı kabullendiler. Bu yazıya eşlik eden fotoğrafların çoğunu 1 m’den daha kısa mesafelerden çekebilmiş olmayı, aramızda zamanla gelişen güven duygusunun ödülü olarak görüyorum.

Bana güvenmemiş, beni kabullenmemiş olsaydılar, kendilerine bu kadar yaklaşmama izin verirler miydi hiç?

6 Mayıs 2012 Pazar

MERAK ATEŞİ...

Bazen umduğunuzu değil bulduğunuzu görürsünüz. Son iki haftadır yaptığımız dalışları en kısa böyle özetleyebilirim...

Boğaziçi batıklarına pazar kahvaltısına gider gibi dalmaya öyle alıştık ki, her dalışta dipte bir enkaz görmeye şartlandık sanki. Tabi bu sadece benim düşüncem...

Bana sorarsanız ummak, keşfin doğasına aykırı bir düşünce. Şüphesiz her keşif yolculuğu bir umutla, beklentiyle başlar. Aslında yolculuğa çıkmadan önce koyduğumuz hedefler yol aldıkça umut olarak şekillenir, her ne pahasına olursa olsun gerçekleşmelerini yürekten istediğimiz beklentilere dönüşür.

Geçen hafta Kanlıca’da, Petar Zoranić’in enkazına rastlama umuduyla derinlere doğru yol almıştık. Eski Yugoslavya bandıralı bir tanker olan Petar Zoranić, 1960’da Kanlıca önlerinde boğaz tarihinin tanker kazaları silsilesine ateşli bir başlangıç yapmıştı. Birkaç tanıdıktan da kerteriz alarak gitmemize rağmen eli boş geri döndük geçen pazar...

Evvelki pazar ise Ulaş ile (Oyal) Rumelihisarı’nda Lok Pharba’yı aramıştık. Derindeki gezintinin ödülü olarak 47 m’de geminin vinç direği çıkmıştı karşımıza. Batığın geri kalanını bulmak umuduyla dün yine Rumelihisarı’ndaydık. Burak (Demircan), Hakan (Eğilmez), Ulaş ve bendenizden mürekkep (oluşan) mini teşkilatımızla güle oynaya girdik suya sabahın yedibuçuğunda...

Pazar sabahı boğazın akıntıları hepten sapıtmıştı. Lodosun boğaza bastığı orkoz suyu ile iyice delirmişti şeytan akıntısı. 30 m’yi geçmeyelim demiştik ama kendimizi 40’da bulduk. Su öyle bulanmıştı ki fenerin ışığı bir kulaç gidemeden görünmeyen bir duvara çarpıp geri dönüyordu. Geçen hafta gördüğümüz kalıntıları dahi göremeden kös kös çıktık sudan...

***

Dalışta birşeyler görebilmek ve gördüklerinizden keyif alabilmek, karşınıza çıkanların ne olduğunu bilip bilmedinizle yakından ilgili!

Deniz canlılarını tanıtan anlaşılır dilde yazılmış bol resimli kaynaklar, sualtında görme kalitesini iyileştiren, had safhaya çıkaran en değerli araçlar...

Böyle sualtı rehberleri elinizin altında olduğunda, o kadar iyi görür, tanır ve hemen her dalıştan sınırsız bir keyif alırsınız, tıpkı benim gibi...

Dalıştan sonra hiç mutsuzluk ya da hayal kırıklığı yaşamamış olmamın -ki hâlâ da yaşamam- tek sebebi denizi ve onun koynunda yuvalanan canlıların çoğunu tanıyor olmam. Hakkında derinlemesine bilgi sahibi olduklarım, içli dışlı olduklarım bulunduğu gibi, uzaktan merhabalaştıklarım da var.

Tür düzeyinde olmasa bile çoğunun hangi canlı grubundan olduğunu söyleyebilmek bile yeterli. Karşılaştığım her canlıda o dalışı benim için özel kılan bir ayrıntıyı yakalamak bana yetiyor.

Üzerine sayfalar dolusu yazılabilecek o kadar çok ayrıntı varki derinlerde. Renk renk, biçim biçim ayrıntılarla bezenmiş sıradışı hikâyeler...

***

İtiraf etmeliyim ki geçen iki dalışı benim için değerli kılan ayrıntılar öyle kolayca görülebilecek cinsten ayrıntılar değildi.

İlk kez yirmidört yıl önce mikroskop altında gördüğüm hidroit polip kolonileri... Dipte yerleşmelerine uygun her yeri zarif danteller gibi kaplayan bu canlılar, görüntüleri nedeniyle çoğu zaman yanlışlıkla bitki zannedilseler de, aslında omurgasız hayvanlardır. Bu zarif, hatta kırılgan canlıların plankton avcısı mikroyırtıcılar olduğuna inanası gelmiyor insanın...

Naylon torbayla paçavra arası bir salaşlıkta dalgalanan kolonici tunikatlar Botryllus schlosseri ve Botrylloides spp. de, boğaz dibinin gözden kaçan ayrıntılarından. İşin ilginç yanı, onlar da omurgasız birer hayvan türü. Kayaların üzerini kuştüyü yastıklar gibi örten kolonilerine az yaslanmadım uzun dekompresyonlar sırasında.

***

Derinlerde gizlenen ayrıntıları görebilmek için dalmak yeterli değil. Dalarak sadece onların yanına ulaşmış olursunuz, ama onları farketmenizi sağlayan merak ateşi içinizde yanmıyorsa yıllarca aynı yerde gezinseniz bile üzerlerinden geçip gidersiniz.

İçinizdeki merak ateşini daima körükleyin. Emin olun her dalışta daha fazla şey göreceksiniz.

1 Mayıs 2012 Salı

MERHAMETSİZLİĞİMİZİN BATAĞI...

Misafiriz bu dünyada. Ne kadar uzun yaşarsak yaşayalım gelip geçiciyiz.

Doğumla ölüm arasında, uzun ya da kısa bir ömür yaşıyoruz. Hayatta kalmak için ihtiyaç duyduğumuz her şeyin kaynağı doğa. Ürettiğimizi sandığımız hemen her şeyin başlangıcı doğada bir yerde...

Aslına bakarsanız doğa, yaşayan en büyük varlık; o kadar büyük ki, yerküredeki tüm canlılar onun varlığında yaşam buluyor.

Hepimiz bir bakıma onun misafirleriyiz. Doğa, tüm yaşayanların ortak evi, hepimizin ev sahibi...

İnsan, konukluğunun kıymetini bilmeyen arsız bir misafir gibi davranıyor; ev sahibinin ona sunduğu nimetlerin kıymetini önemsemeden, her şeyin sanki sonsuz bir kaynaktan hiç bitmeyecekmiş gibi aktığını düşünerek, olanca küstahlığı, dargörüşlülüğü ve merhametsizliği ile...

İnsan kendine o kadar fazla güveniyor ki bu misafirliğin birgün sonlanabileceğinin bile farkında değil. Doğaya karşı merhametsizliğimizle çocuklarımızın misafirliğini de tehlikeye atıyoruz, gelecekteki evlerini bugünden yok ediyoruz, düşüncesizce...

***

Alışmadıklarımızın aksine, alışılmış her şeyde insana cazip gelen bir yan vardır” der, John Steinbeck, Kaygılarımızın Kışı’nda...

Alışmak... Doğaya karşı işlediğimiz suçlar karşısında kendimizi iyi hissetmemizi sağlayan zihinsel kaçış yolumuz...

Alıştıkça görmezden geliyoruz çamura, çöpe, petrole bulanan evimizi. Nasıl olsa su alır götürür diye elimize geçeni atıyoruz, akıtıyoruz denizlere. Alıp götürüyor da, yalan değil... Ama nereye?

Pisliğin farklı bir yere gittiği yok! Döküldüğü noktadan binlerce kilometre uzağa gitse bile yine aynı evin içinde kalıyor pisliğimiz, yok olmuyor.

Gözümüzün önünden gittiği sürece nereye gittiği önemli değil. Başkasının bahçesindeki çöplere alıştığımız gibi alışıyoruz, görmezden geliyoruz ve en sonunda unutuyoruz.

Haydarpaşa’nın dibinde patlayan Independenta’yı kaçınız hatırlıyor? Ya 1960’da boğazı cehenneme çeviren Petar Zoranić’i... Ya zehir yüklü varillerini yıllar önce Karadeniz’e boşaltan Petersberg’i... Hepsi de uzaklardan gelmişti.

***

Balıklar yuvalansın diye gemiler batırıyoruz. Fırlatıp attığımız otomobil lastiğine yerleşen bir deniz şakayığı mutlu ediyor izleyeni. Deniz atıklarımızı sahipleniyor eninde sonunda, sahiplenmek zorunda kalıyor.

Kendi zevkimize göre yeniden dayayıp döşüyoruz derin karanlığı, yakışıp yakışmadığına aldırmadan.

Adam sende, sorgulamak ona mı kalmış, beğenmemek haddine mi? Biz nasıl alıştıysak o da alışır eninde sonunda, pisliğe...

***

Birgün kendimizi öyle bir pisliğin içinde bulacağız ki, o gün geldiğinde saklanacak yer kalmayacak! Doğanın merhameti, affediciliği, gönüllü unutkanlığı yetmeyecek yaşamı kurtarmaya.

O gün geldiğinde kendi merhametsizliğimizin batağında boğulacağız.