13 Aralık 2010 Pazartesi

KÖPEKBALIKLARININ DENGESİ... DOĞANIN DENGESİ...

Köpekbalığını dişlemek için herkesin kendine göre bir nedeni var. Kimileri kansere iyi geldiğini düşünüyor, kimileri tadını merak ediyor. Köpekbalığının tadına bakarken okyanusun en güçlü yırtıcılarından birine boyun eğdirmenin anlamsız keyfini alan bile vardır. Mesela Çin’de köpekbalığı yüzgecinden yapılmış bir tas çorbayı kaşıklamak, cinsel ve parasal anlamda iktidar göstergesi olarak kabul ediliyor. Yüzgecin kesildiği köpekbalığının türüne bağlı olarak, bir tas çorba ortalama 500 dolara alıcı bulabiliyor. Balina köpekbalığı yüzgecinden yapılmış bir tas çorbaya 1500 dolar fiyat biçildiği uzak doğu ülkelerinde, bu kanlı ticaretin neden bitirilemediğini anlamak hiç zor değil.

Yakalanan her köpekbalığının ilkin yüzgeçleri köklerinden kesiliyor. Eti değersiz kabul edilen köpekbalıkları, yüzgeçleri kesildikten sonra gerisin geriye denize atılıyor. Kısa bir süre öncesine kadar özgürce yüzdükleri mavi dünyada tutunamamanın çaresizliği ile dibe çökerken bedenleri kanıyor.

Koltuk değneklerine mahkûm bir insanın topallamasını andırır, yüzgeçleri kesilmiş bir köpekbalığının hareketleri. Kusursuz yüzme stilinden eser kalmaz. Yüzgecinden yoksun kalan kuyruğunu ne kadar güçlü çırparsa çırpsın dibe çökmekten kurtulamaz. Hız ve denge kaynağı yüzgeçlerini kaybettiğinde, kıvrak manevralar yapan yüzme ustası gider. Köpekbalığından geriye kalan, suda çaresizce debelenen bir hilkat garibesidir.

Şimdi lütfen kısa bir süre için düşünün. Her yıl yüz milyonlarca köpekbalığının sadece yüzgeçleri için katledildiklerini, yüzgeçleri kesildikten sonra çoğunun denize geri atıldığını… Aşağı yukarı bütün köpekbalığı türlerinin soylarını sürdürmek için kıyasıya bir savaş verdiklerini… Yüzen kıyma makinesi olarak görülen köpekbalıklarının, denizdeki doğal dengenin korunmasında kilit rol oynadıklarını… Ve her yıl yüz milyonlarca dengesini kaybetmiş köpekbalığının çaresizce dibe çöktüğünü düşünün.

Bilmem farkında mısınız ama, yüzgeçleri kesildiği için dengesini kaybeden her köpekbalığı ile denizin doğal dengesi de yavaş yavaş bozuluyor. Dengenin korunabilmesi için bu kanlı ticaret bitmek zorunda.

9 Aralık 2010 Perşembe

KÖPEKBALIKLARI HAKKINDA SAÇMALAMAK SAPLANTI OLDU

Kızıldeniz’in gözde dalış bölgesi Sharm El Sheikh’de çok kısa bir süre önce, köpekbalığı saldırıları meydana geldi. Saldırılarda ne yazık ki can kaybı da yaşandı. Bölgede dalış ve diğer tüm su sporlarının düzenlenmesinden sorumlu kurum olan Dalış ve Su Sporları Odası (CDWS), başta sadece yüzmeyi ve şnorkelle dalışı yasaklamış olmasına rağmen, daha sonra yasağın kapsamını genişleterek, tüm dalış faaliyetlerine birkaç gün süreyle izin vermedi. İlk saldırıyı yapan köpekbalığı, Sharm El Sheikh’in tanıdık simalarından olan Carcharhinus longimanus ya da nam-ı diğer oceanic white tip sharktı. Bu çok kesin bir bilgi, çünkü yüzeydeki şnorkelcilere saldırmadan önce dipteki dalgıçlar, kendilerine yaklaşan köpekbalığının birkaç kare fotoğrafını çekmişler. Saldırı öncesi yaşananların belgelenebildiği nadir durumlardan biri olması dışında bu olay gerçek bir trajedi. İlk saldırının sadece yaralanmalarla atlatılmış olması belki teselli olabilirdi. Ancak bu olaydan birkaç gün sonra yaşanan ve ne yazık ki can kaybıyla noktalanan diğer saldırılar, kelimenin tam anlamıyla bir sürek avını tetikledi. (Buraya kadar yazdıklarımı sevgili blogdaşım Çiğdem Cooper’ın keyifli blogundan alıntıladım).

Hızlı bir takip sonrasında yakalanan köpekbalıklarıyla kısasa kısas sağlandığı düşünülebilir. Fakat, köpekbalığı gerçeklerinin bir kez daha unutulduğu bu kanlı kargaşada yaşananlar, kendi mamulümüz olan köpekbalığı korkusunu kafamızdan silip atamadığımızı bir kez daha gösteriyor. Saldırıları takiben yazılanlarsa, düpedüz bilgisizlik ve sorumsuzluk örneği. Kurban bayramında denize bolca aktığı söylenen kanlar tetiklemişti bu olayları. Allah’ım sana şükürler olsun, köpekbalığı asparagasında dünyada yalnız değilmişiz! Kurban kanına aldanarak kıyılara sokulan köpekbalıkları sadece bizim memlekette olsaydı ne olurdu halimiz?

Şaka bir yana, Sharm El Sheikh’de yaşananlar, köpekbalığı saldırılarını kurban kanıyla ilişkilendirdiğimiz ilk olay değil. Köpekbalıklarının denizde ev sahibi konumunda olmalarını bir türlü kabullenemediğimiz gibi, kendi doğal yaşam ortamlarındaki tezahürlerini açıklamak için, saçmalığın sınırlarını zorlayan sebepler üretmekten de vazgeçmiyoruz. Aslında bu yazıyı uzatmamak için; “Ey okuyucu, köpekbalıkları, denizdeki besin zincirinin hakim canlısıdır! Denize giren her insan da zincirin maalesef en zayıf halkasıdır, bu kadar basit...” diye bitirebilirdim. Fakat ne mümkün!

***

Geçenlerde okuduğum bir gazete haberi, tüylerimi diken diken etmekle kalmadı, sinirle gelen hararet bir kısmının dökülmesine bile neden oldu. Beni öfkeden deliye döndüren bu haberin konusu da, güya kurban kanının çekimine kapılmış olan köpekbalıklarıydı. Kurban bayramından birkaç gün sonra denize açılan gırgır tekneleri, Marmara Denizi’nin farklı yerlerinde toplam 15 tane bozcamgöz (Hexanchus griseus) yakalamışlardı. İlk defa bir seferde bu kadar çok sayıda bozcamgöz yakalanmıştı. Soyu tükenmekte olan bir tür için bu olay gerçek bir katliamdı. İrili ufaklı 15 tane bozcamgözün kıyıdaki değişmeyen adresi, her zaman olduğu gibi Balıkçınız Kenan’dı.

Gazetedeki habere eşlik eden resimde Balıkçınız Kenan, Gürpınar’daki tesisinde bozcamgözleri gururla sergilerken, mekanı dolduran gazetecileri “engin” bilgisinden faydalandırmayı da ihmal etmemişti. Gazetecilerin “köpekbalıklarını kıyıya çeken ne olabilir?” sorusuna balıkçının cevabı daha arefe gününden hazırdı: “Efendim malumunuz kurban bayramında denize çok kan aktı, o yüzden kıyıya yaklaşmış olabilirler...” Tabi ya, işte bu kadar! Köpekbalıkları kansever canlılardı ve bayramda bol bol kan akmıştı. Başka cevap aramaya gerek yoktu. Nasılsa ihale koyunlara kalmıştı.

Şimdi küçük bir kıyaslama yapalım. Bakalım kurban kanı masalı karşısında Mısırlılar ne yapmış, biz ne yapmışız?

Köpekbalığı saldırılarında can kaybı yaşanması, Kızıldeniz’in gözde dalış merkezi Sharm El Sheikh’de ister istemez bir panik havasına yol açtı ki bu çok normal. Kimse tatilde parçalanmayı istemez. Olayın ardından ilk söylenenler, kitlesel bir paniğin klasik emareleri olarak adlandırılabilir: korku, dehşet, yakalayalım, öldürelim, suya parmağınızı bile sokmayın uyarıları, falan filan. Ahalinin görmek istediği zanlılardan birkaçı yakalanınca resim tamamlanır gibi olur ama nafile. Birkaç gün arayla yinelenen saldırılar neticesinde, CDWS yetkilileri ya yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunun farkına vardılar ya da sırf topu başkasına paslamak için, köpekbalığı saldırıları ve davranışları konusunda uzman olan, dünyaca ünlü birkaç ismi Sharm El Sheikh’e davet ettiler. Top artık onlarda. Bakalım araştırmaları nasıl sonuç verecek?

Kurbanlık bozcamgözlerin Balıkçınız Kenan’da teşhirleri devam ederken, medyanın yumurtladığı cevherlere akademik asparagaslar da eklendi. Kimin ne söylediğine burada değinmek istemiyorum. Aksi halde eski meslekdaşlarımdan bazılarıyla papaz olmam işten değil. Köpekbalıkları konusunda içine düştüğümüz kurumsal acizliği anlamak için söylediklerini duymam yetti de arttı. Akademik ağızlardan çıkanlar, kurban kanı masalından farklı olmalıydı.

Bozcamgöz bir derin su köpekbalığıdır ve gündüz saatlerini 1000 m’ye yakın derinliklerde geçirir. Şimdi söyleyin bakalım, bozcamgözü derindeki evinden yüzeye çıkarmak için sizce denize ne kadar kan dökülmesi gerekir? Köpekbalıklarının kilometrelerce uzaktan kan kokusunu alabildikleri bir gerçek. Fakat yüzeydeki kanın 1000 m derine inen kesintisiz bir akış oluşturması, bozcamgözlerin bu akışı izleyerek yüzeye gelmeleri ve bu davranışı 15 tane köpekbalığının birden sergilemesi ise olacak iş değil. Hâlâ ikna olmayan varsa, müfredattan kaldırılan havuz problemi yerine yandakini çözmeye uğraşsın: Marmara Denizi’nde irili ufaklı 15 tane bozcamgözün kurban kanını izleyerek aynı bölgede kıyıya yaklaşmaları ve farklı tekneler tarafından avlanarak, aynı balıkçıya satılmaları olasılığı nedir?

İlginç haber kaleme almak için köpekbalıkları hakkında saçmalamak iyiden iyiye saplantı oldu artık. İnsanların zihninde köpekbalığı korkusunu canlı tutan bu asılsız haberlerin yarattığı tedirginlik sürdükçe, Marmara’da, Sharm El Sheikh’de ya da dünyanın herhangi bir yerinde köpekbalıklarının rahat yüzü görmeleri mümkün değil.

1 Aralık 2010 Çarşamba

DÜNYAMIZ İLGİ İSTİYOR

Geçtiğimiz Eylül ayında keşfedilen Gliese 581 g’de yaşam olabileceği iddiası, astronomi dünyasında bomba etkisi yaptı. Gezegen resmi olarak Gliese 581 g olarak isimlendirilmiş olsa da, bazı astronomlar, varlığı henüz kesin olarak kanıtlanmamış olan bu gökcismini çoktan “Yerküre’nin İkizi” olarak görmeye başladılar bile. Ancak, gezegene en dokunaklı ya da en matrak adı (tercih size kalmış), gezegeni keşfeden Amerikalı gökbilimci Steven Vogt takmış. Profesör Vogt karısına ithafen ona Zarmina’nın Dünyası diyor. Bugüne kadar televizyonda ya da sinemada izlediğimiz bilimkurgu filimlerinde geçenlerden geri kalmayan, eksantrik bir isim Zarmina.

Amerikalı gökbilimcinin ısrarla var dediği ve üzerinde yaşamın gelişmesine aday gezegen olarak gösterdiği Zarmina’nın Dünyası’nı, bugün için uzaktan izlemek ve tahmin yürütmekten başka seçeneğimiz yok. Bizden tam 20 ışıkyılı ya da 193.121.280.000.000 km uzakta, varla yok arasında bocalayan bir gezegendeki yaşam olasılığını tartışırken, gezegenimizin hızla tükenen kaynakları aklımızın köşesinden bile geçmiyor. Ve ne yazık ki bu ilk kez olmuyor! Sahi neden uzayda yaşam aramaya kafayı bu kadar taktık ve bildiğimiz anlamda yaşamın başladığı dünyamızı bir kenara attık? Dahası, okyanusların karanlık çukurlarında, mercan resiflerinde ya da buzların altına hapsolmuş kutup okyanuslarında keşfedilmeyi bekleyen milyonlarca yeni canlı türü olduğundan söz edilirken, doğal dengeyi altüsteden gayretkeşliğimizle dünyanın son kullanma tarihini hergün biraz daha erkene alırken, artık gözümüzü kendi gezegenimize çevirmenin zamanı gelmedi mi?

25 Kasım 2010 Perşembe

KORKUNUN ÖZNESİ 'BOZCAMGÖZ'

Ticareti canlandırmak için en akıl almadık yerlerde bozcamgöz cesetlerini sergilemek, artık bir İstanbul geleneği oldu. Cansız bedenlerin etrafını dolduran meraklı kalabalığın içinde bugüne kadar her türlü insanla karşılaştım. İçlerindeki akıl almaz köpekbalığı korkusu ise bu topluluğun daima ortak paydası olmuştur. Acaba yeryüzünde başka hangi canlı, bu denli yoğunlaşmış ortak bir korkunun öznesidir? Köpekbalıklarının hedef oldukları bilinçsiz nefret devam ettiği sürece, bu kanlı oyunda perdenin daha uzun bir süre kapanmayacağı gün gibi ortada.

Vahşi yaşamdan nefret etmenin bir mantığı, haklı bir gerekçesi olabilir mi? Yaklaşık 20 yıldır kesintisiz olarak sürdürdüğüm bozcamgöz araştırması yakın zamanda sonlandı. 1974’den 2009’a kadar olan dönemde balıkçılar tarafından avlanan 127 tane bozcamgözün ortak öyküsü, bu nefretin kesinlikle haklı bir gerekçesi olmadığını gösteriyor. İnsanların bozcamgöze olumsuz ve gerçekdışı bakışının altında yatan en önemli nedenlerden biri de, doğa haberciliğinde kesinlikle kullanılmaması gereken sorumsuz iletişim üslubu. Haberciler, denizin derinliklerinden koparılarak çelik güvertelerde can çekişmeye mahkum edilen hemen her bozcamgöze ‘JAWS’ yaftasını yapıştırmaktan her nedense vazgeçemiyorlar. Hemen her habere hakim olan suni korku, göstermelik sebeplerle sürekli taze tutuluyor. Ortaya atılan iddialarda akıldan ve bilimsel gerçeklerden eser yok. Bozcamgöz hakkında yazılmış sayfalar dolusu ‘gerçek’ bilgi varken, bıçak sırtında yaşama savaşı veren bu kırılgan tür hakkında atıp tutmaya neden bu kadar hevesliyiz? Soyu tükenme tehlikesi altında olan bir köpekbalığı türü hakkında, gerçeklere dayanan, sorumlu habercilik örneği yazılar kaleme almak bu kadar zor mu?

21 Kasım 2010 Pazar

ALACAKARANLIKTA GEZİNMEK

Yaşım ilerledikçe derin suları rüyamda daha az görür oldum. Oysa çocukken ne zaman gözümü yumsam, derin karanlıkta bulurdum kendimi. Henüz kapı eşiğinde beklediğim bir dünyanın hayal meyal görüntüleriyle avunmak zorundaydım. Bir gün keyifli gezintiler yapmayı umduğum alacakaranlık derinliklerin henüz yabancısıydım. Azotla uyuşmaya yazgılı bir aklın hayalleriydi, çocukluk düşlerimi dolduran renkler.

En derin okyanus çukurlarını araştırmaya yıllar önce başlamış olsak da, 30 m'den başlayıp 100 m derine kadar uzanan mezofotik kuşak, ne gariptir ki, denizin en az tanıdığımız bölgesi. Bir deniz biyoloğu olarak burayı mezofotik kuşak olarak adlandırmak zorunda olsam da, burası, güneş ışığının belirgin olarak seyreldiği, gölgeyle gerçeğin zaman zaman birbirine karıştığı, hemen her şeyin bir görünmezlik perdesi arkasına gizlendiği ve ancak yeteri kadar yaklaşıldığında görünür olduğu bir alacakaranlık kuşağı benim için. Derinlerin çekimine kapılmış diğer teknik dalgıçların da bu adlandırmaya itiraz edeceklerini düşünmüyorum.

Çok yakın bir geçmişe kadar burası, aletli dalışın güvenli olarak görülen sınırları dışında kabul ediliyordu. Dalmak için, özellikle hava ile yapılan dalışlar için, fazlasıyla derindi. Sualtı robotu gibi pahalı teknolojileri kullanmaya değmeyecek kadar da sığdı alacakaranlık kuşağı. Gerçi teknoloji geliştikçe ucuzladığından mıdır nedir, mezofotik kuşak araştırmalarında sualtı robotları artık daha fazla kullanılıyor olsa da, bu araçlar insanın el becerisinden hâlâ çok uzakta olduklarından, çok yakın vadede dalgıçların yerini almaları beklenmemeli.

Alacakaranlık kuşağı, uzun yıllar hakkında çok az şey bilinen bir boşluk olarak kaldı. Bugüne kadar mercan resifleri hakkında yayımlanan binlerce makalenin, çoğunlukla 20 m'den daha sığ sularda yapılan araştırmaların sonuçlarını içermesi, resif biliminin yıllarca 20 m'den daha derine inemediğini gösteriyor. Derin resifler hakkında bildiklerimiz, sığ resiflere ilişkin bilgilerin bir genellemesinden ibaretti. Bu durum uzun yıllar değişmedi. Oysa hayatın alışılmış sınırları aştığı, bilinen biçimlerle yetinmediği, şaşırtan, ürküten, düşündüren, ama en önemlisi keşif tutkusunu sürekli tazeleyen süprizlerle dolu olduğu bir dünyanın başlangıcı olan alacakaranlık kuşağı, küçümsenmeyecek zenginlikte bir yaşamın beşiği. Burası, sığda yaşayanların inebildikleri azami derinliklerle, derinde yaşayanların tahammül edebildikleri en sığ derinliklerin birbirine girdiği bir karışma bölgesi. Fırlak gözleriyle karanlıkta görmeye çalışan balıklar, kolları kuştüyünü andıran sepet yıldızları, kırmızı sübyeler, ama ille de mercanlar! Alacakaranlığı, yaşamdan yoksun dipsiz bir kuyu olmaktan alıkoyan yaşamlar arasında mercanların ayrıcalıklı bir yeri var.

Yerleştikleri taşları narin birer dantel gibi örten mercanların büyüsüne kapılarak dalmıştım alacakaranlığa. 20'li yaşlarımın başında derinlik korkusunu hiçe saymamın, alacakaranlıkta gezintiye çıkmamın en önemli sebebi onlardı. Doğanın sabır dolu çabasının zaferiydi mercanlar, alacakaranlık gölgelerin arkasında gizlenen hayatın kırılgan delilleriydi. Mercanlar, büyüdükçe daha az gördüğüm düşleri gerçeğe çevirmişlerdi.

Ben çok şanslıyım! Gerçeğe dönüşen çocukluk düşlerinin içinde gezinecek kadar, şanslı...

10 Kasım 2010 Çarşamba

FIRTINAYA YENİK DÜŞTÜ KENAN ŞEKER

Rumeli Feneri’ndeki dalıştan birkaç hafta sonra dalgıç Adnan’la bir sabah yine fakültenin kapısında karşılaştık. Ya kasım sonuydu ya da aralık başı... O vakitler daha bir dalış defterim olmadığı için, ilk nargile denemelerimin takvimi ne yazık ki sadece aylardan ve yıllardan oluşmakta. Günler ve saatler derinlerde kayboldu gitti. Allah’tan fotoğraf çekmeyi akıl etmişim; aksi takdirde o büyülü günlerden geride elle tutulur hiçbir anı kalmayabilirmiş.

Havanın soğuğu buzla yarış etse de, kıvırcık saçlı, tombiş deniz kurdunda yine yaka bağır açıktı. Bırakın kuru elbiseyi, deliksiz ve kalın bir dalış elbisesiyle dalmanın bile lüks olduğu yıllarda Adnan ve ekibi, insanı donduran kış denizinin dibinde ekmek peşine düşmekteydiler. İster inanın istemezseniz inanmayın ama 80’lerde malzeme sahibi olmak hiç kolay değildi. Bu nedenle Kenan Şeker’in Rumeli Feneri’nden ayrılıp Beykoz koyuna gelmesi, illede dalış diye yanıp tutuşan benim için bulunmaz bir nimetti.

Fenerdeki çekek yerinden niye ayrıldılar, Beykoz’a gelmelerinin sebebi neydi? Kantinde çay içerken birkaç kez sorsam da Adnan pek oralı olmadı, ben de bir daha üstelemedim. Adam sen de, bana ne... Laf lafı açtıkça birkaç arkadaşım daha ortak oldu sohbete. Söz döndü dolaştı ve yine aynı yere geldi: “abi bizde dalmak istiyoruz...” Öğlen yemeğini boş vermemize, gerekirse aradan sonraki ilk dersi de kırmamıza mal olan koyda nargile keyfi faslımız, aşağı yukarı işte böyle başladı.

Kenan Şeker’i Beykoz Belediyesi’nin önündeki eski su iskelesine bağlamışlardı. Beton kaplaması çoktan tarih olmuş iskelenin çelik yapısı sağlam görünüyordu. Bir elimde çanta, diğerinde ağırlık kemeriyle kaygan kirişlerin üzerinde on metre kadar yürüdükten sonra güverteye adım atmak bir nevi sınav gibiydi. İskeleyi geçebilen dalmaya hak kazanır... Suya düşmeden, kafamı kırmadan tekneye girince, her seferinde derin bir oh çektiğimi daha dün gibi hatırlarım.

Emektar nargile teknesinin koyda kaldığı 3 hafta boyunca hemen her gün dalış yaptık. Bulduğumuz her fırsatta kapağı tekneye atıyorduk, ama güvertede geçirdiğimiz zaman dipte geçirdiğimizden her zaman daha azdı. Acele etmeye gerek yoktu; malzeme de boldu, hava da... Artık dalgıçta bizdik, hortumcu da... Sakın yanlış anlaşılmasın; bizimki öyle milletin parasını son kuruşuna kadar hortumlamak maksatlı hortumculuk değildi! Tekneden uzaklaşan dalgıcın arkasından hortumu yavaş yavaş bırakmak, gevşediğinde hortumun boşunu almaktı hortumcunun görevi. Yemyeşil suda siyah bir çizgi gibi uzayıp giden lastik hortum, dipteki adamı yaşama bağlardı. O siyah çizginin ucunda bir yaşam vardı. Dikkatli olmak, hortumu koparttırmamak zorundaydınız. Kolayca açılması ve karışmadan toplanabilmesi için hortum güverteye “8” şeklinde istiflenmeliydi. Sonra hortum işaretleri vardı. Bir çekiş, iki çekiş, üç çekiş... Hepsi bir mesaj taşırdı yüzeyle dip arasında. Nargilecinin dili kısa ama anlaşılır olmalıydı. Sabah dalan, öğleden sonra hortumcu olurdu; düzen böyleydi. Yüzeyi köpürten hava kabarcıklarını pür dikkat izlerdik dalış sıramızı beklerken. Herkes birbirinin yaşamından sorumluydu.

Bizim sınıftaki çoğu arkadaş, Kenan Şeker’deki nargileyi hiç yoksa bir kere tecrübe etmiştir. Ayhan, Aziz, Mehmet, Murat ve Recep en net hatırladıklarım. Ben dahil bu altı kişi hemen her dalışa katılmış, Beykoz koyunun kokusu ve lezzeti sürekli değişen suyunu tatmak fırsatı bulmuş bir ekiptir. Bildiğim kadarıyla, benim haricimde içlerinden sadece Recep daha sonra da dalışa devam etti; ancak, duyduğuma göre Silifke’de vurgun yedikten sonra kafasını bile suya sokmuyormuş artık. Hey gidi Kenan Şeker hey... Kimbilir kaç kişi dalgaların altındaki dünyaya ilk kez senin güvertenden adım attı? Daracık kamarada saatlerce bitmek bilmeyen bol çaylı, bol kahkahalı sohbetlerimizin tadı hâlâ damağımda. Gün oldu iddiaya tutuştuk, gün oldu Cousteau’dan konuştuk, gün oldu memleket kurtardık sürekli rutubet kokan kamarada...

Aşağı yukarı bir yıl sonra Adnan’ı başka bir teknede gördüm. Yine dalış amiriydi. Yeni tekneyi de eski su iskelesine bağlamışlardı. Ekip birkaç fire vermişti ama asıl önemlisi eski ruhundan bir şeyler yitirmişti sanki. Hatırladığım lezzet yoktu sohbette. Durgundular, bezgindiler. Çoğu dalgıçlığa devam edip etmemeyi bile konuşuyordu ciddi ciddi. Sevmemiştim bu tekneyi. Yabancı bir güvertede dikilirken dalmayı bile istemedim o gün. “Kenan Şeker’e ne oldu?” diye sorduğumda, dalgıç İsmail üzgün bir ifadeyle yanıtladı sorumu. Kıyıköy’de kayalara vura vura parçalanmıştı çıraklık günlerimin geçtiği emektar; fırtınaya yenik düşmüştü bir kış vakti. Alelacele iki takım malzeme bulup dalmışlar, kurtarabildiklerini kurtarmak için çabalamışlardı, ama nafile. “Senin verdiğin fotoğraflar da gitti” demişti Adnan. Yeniden tabettirdiğim fotoğraflarla iki gün sonra tekneye gittiğimde, onlar çoktan Kıyıköy’ün yolunu tutumuşlardı deniz salyangozu toplamak için. Bu onları son görüşümdü. Ne kadar şikâyet ederlerse etsinler yine de yola çıkmışlardı. Tıpkı yeni bir yaşama alışmak gibi yeni teknelerine alışmak, sessiz derinliklerde kısmetlerini aramak zorundaydılar.

DAMDAN DÜŞER GİBİ DALGIÇ OLDUM

Sarıyer – Rumeli Feneri hattında çalışan 150 numaralı otobüse hiç bu kadar keyifle binmemiştim. Dumanı tüten mis gibi kıymalı kol böreğinin şüphesiz bu keyifte önemli bir payı vardı. Gerçi otobüse binene kadar biraz ılışmıştı ama, yine de Sarıyer böreğinin tadı bir başkaydı buz gibi kasım sabahı. Neredeyse iki saattir yoldaydım. Yeşilköy’den Eminönü’ne, oradan Sarıyer’e iki uzun otobüs yolculuğu yaptıktan sonra, nihayet Rumeli Feneri’ne az bir yolum kalmıştı. Uyku mahmuru gözlerim kapanmaya fırsat ararken, hem kahvaltı ediyor hem de virajı bol yolda otobüsü deli gibi kullanan şöföre veryansın ediyordum içimden. Garipçe’deki indibindi faslını da arkada bıraktıktan sonra Rumeli Feneri’ne birkaç dakikalık yolum kalmıştı ki o sabah rüzgarla yarış eden şöför sayesinde o mesafe de göz açıp kapayana kadar bitmişti.

1988’in kasım ayında ki günü tam olarak hatırlamıyorum, sabahın köründe bunca yolu sırf Sarıyer’den börek almak için tepmemiştim. Asıl sebep başkaydı! Rumeli Feneri’ne çocukluk hayalimi gerçekleştirmek, dalgıçlığa ilk adımı atmak için gelmiştim...

Denizi oldum olası çok sevdim; aramızdaki bağ öyle aşkmış, sevgiymiş, mavi tutkuymuş, deryaya özlemmiş gibi basmakalıp sözlerle açıklanamayacak kadar güçlü bir yakınlık. Hani “falanca balığın tadı neye benzer?” sorusuna hiç düşünmeden “tavuk eti gibi...” diye cevap verenler vardır ya, işte denizle aramdaki bağı temcit pilavı gibi tekrarlanan bu sözlerle tanımlamaya kalkarsam, kılıçbalığını tavuk yerine koymuş olurum. O yüzden ben denize ne aşığım, ne de maviye tutkunum... Joseph Konrad Tayfun isimli öyküsünün bir yerinde şöyle der: “...Son ana dek yaşamdan habersiz, onun barındırabileceği tüm vefasızlığı, şiddeti ve dehşeti görmeden. Denizde ve karada böyle şanslı adamlar vardır - ya da kaderin ve denizin böyle hor gördüğü adamlar.” Deniz beni daima kucakladı, asla hor görmedi. Dalgaların altında ne görmek istediysem, neyin hayalini kurduysam, zamanı geldiğinde bana gösterdi. Mercan bahçelerinin hayalini kurdum... Köpekbalıklarının, pırıl pırıl incilerin, kabukların, balinaların hayalleriyle uyudum çoğu zaman. Günü geldiğinde hepsini teker teker gördüm derinlerdeki dünyada. Ruhumun ihtiyaçlarını karşılayan bir varlık gibiydi çoğu zaman ki hâlâ da öyledir... Neyi düşleşem denizle ilgili, hâlâ sabırla gösterir, öğretir; kendisiyle ilgili öğrenmem gereken daha bir dünya sırrı olduğunu hatırlatarak öğretir her seferinde, bıkmadan. Aşk, sevgi, tutku, özlem... Zamanla zayıflayan, hatta sönen bu insani duygularla tanımlamam ben denizle aramdaki bağı.

Ömer Hayyam’da Kornişçi sokaktaki bir evde ilk düğümleri atılmıştı aramızdaki bağın. Beş yaşındaydım... Annemler Almanya’dan bir dalgıç maskesi göndermişlerdi. Hani eczanelerde satılan, oval camlı, turuncu maske var ya... 1976 senesinde artık benim de bir turuncu dalgıç maskem vardı.

O sene bütün bir yazı balkonda geçirdim desem yalan olmaz. Hemen her gün anneannemin balkona taşıdığı bakır çamaşır kazanını suyla doldurur, inşaat kumlarının arasında bulduğum deniz minarelerini de kazandaki suya atardım. Deniz gözlüğümü (o zamanlar adı buydu benim için) takıp deniz minarelerini seyrederdim nefesim kesilene kadar. Kıçı suyun dışında kalmış bir karabatak gibi, kafamı kazanın içinden çıkarmayı hiç istemezdim. Akranlarım mahallede top peşinde koşarken, İstanbul’un işgalinden kalma Fransız yapısı binanın üçüncü katında, bir kazan suyun içinde, hayatımın yönünü belirleyen çok geniş bir dünyanın kapısını aralamıştım 76 yazında. Çamaşır kazanının derinlerine ilk dalışımdan tam 13 yıl sonra, uzun süre şnorkelle girişinde gezindiğim dünyanın derinlerine gerçek yolculuğum başlamak üzereydi.

Rumeli Feneri’ndeki balıkçı barınağında kıçtan kara bağlamış bekleyen Kenan Şeker, yer yer boyası dökülmüş, hortum ve halat yığınlarının kapladığı kıç üstünde adım atacak yeri kalmamış, sigara dumanı kokan daracık kamarasında deniz yorgunu tayfaların fırtınaya, dalgalara, karaya çakılıp kalmaya ve denizcinin bitmek bilmeyen fukaralığına sövüp saydıkları sıradan bir dalgıç teknesiydi. Kıyıköy’deki deniz salyangozu avından yeni dönmüşlerdi. Bakım için barınakta bekleyen teknenin baş dalgıcı Adnan, artık nerden aklına estiyse, Beykoz’daki Su Ürünleri Fakültesi’ne geldi bir sabah. Nerden mi biliyorum? Çünkü o yıl aynı fakültede birinci sınıf öğrencisiydim ve Adnan'ın sabah binadan içeriği girer girmez burun buruna geldiği ilk kişi bendim...

- Selam genç...
- Buyur abi kime baktın?
- Dalgıç bulunur mu bu okulda?

Hayatımda keyif alarak yaptığım hemen her şey hep böyle damdan düşer gibi başlamıştır. Birkaç önemsiz istisna dışında, hayatımı şekillendiren güçler hep rastlantılardı. Artık cahil cesareti miydi, yoksa bilerek ve isteyerek tongaya mı basmıştım, “abi ben dalgıcım...” sözü sapan taşı gibi çıkmıştı ağzımdan. Adnan'ın cevabı kısa ve gayet açıktı: “iyi o zaman, haftasonu Rumeli Feneri’ne gel...”

Barınağa inen yokuşta yürürken hafif hafif yağmur çiseliyordu. Sıcak yatağımda kıvrılıp uyumak yerine sabahın köründe yollara düşmemi, üstüne üstlük denize dalma niyetimi ti’ye almaktaydı ahmak ıslatan. “Vazgeçmek yok! Kafanı kazana soktuğun gün ayarın kaydı senin...” diye diye Kenan Şeker’in salyangoz kokan ahşap güvertesine ilk adımı atmıştım.

Tayfayla tanışıp iki satır sohbetin üzerinden yarım saat ancak geçmişti ki nargile takımını kuşanmış olarak suya girmeye hazırdım. Sağolsunlar yine annemlerin aldığı 6.5 mm JWL dalgıç elbisem, askıda suları süzülen yıpranmış Technisub kreasyonunun yanında cillop gibiydi. Adnan başladı uzun uzun anlatmaya, öğüt vermeye: “Hortumu bir kere çekersen, okey; iki kere çekersen, hortumun boşunu al...” Peki ya üç kere çekersem? “Hortumu üç kere çektirecek bir belaya sokma başını...”

Tekneye gelmeden önce Hüseyin Şerif Sofular’ın evde ne kadar kitabı varsa okumuştum. Barınağın içinde derinlik taş çatlasın 5 m; vurgun tehlikesi yok, ama nefes tutarsam emboli olurum. Verebildiğin kadar nefes ver, hava bol nasılsa. Aradan geçen 13 yılda şnorkelle dala çıka kulak eşitlemek artık bir refleks olmuştu; suya alışkındım, ama basınçlı havayla dalmanın şakaya gelir yanı yoktu. Masum yalana son verip, “abi ben buraya dalmayı öğrenmek için geldim...” diyince biraz afalladılar önce. “Az bekle...” dedi Adnan; sonra dalgıç İsmail’e döndü: “sen de hazırlan, birlikte dalın...” Benim mum yatsıdan çok önce söndü sönmesine ama, çamur rengi suya ilk dalışımı yaparken İsmail’in yanımda olması tüm korkularımı bastırmıştı.

Sonra ne mi oldu? Bir süre onlarla salyangoz topladım. Teknede yemekler güzel, hava boldu. Kenan Şeker’de geçirdiğim her günü, yaptığım her dalışı, çok değerli birer tecrübe olarak kaydettim zihnime. Nargile dalışını orada öğrendim, ama daha da önemlisi, çilekeş deniz yaşamının kendine has kültürünü, bu yaşamın gözüpek insanlarından tanıma fırsatı buldum.

Aletli dalışa başlayalı 20 yıldan fazla zaman oldu. Kayıtlı kayıtsız birkaç bin dalışım olmuştur bu arada. “Ben dalgıcım...” diye Adnan'a kıtır atmam, ezbere bilgilerle dalıp gitmem, tek kelimeyle delilikti. Bunu inkâr edemem. Ama o gün vazgeçseydim, hatta biraz daha geriye gidip, kafamı o kazana hiç sokmamış olsaydım, bugüne kadar yaşadığım maceraların doyumsuz keyfinden mahrum olurdum. Deniz suyuyla ıslanmış anılarım arasında İstanbul dalışlarının her zaman özel bir yeri olacak. Ne de olsa dalmaya burda başladım. Hayalini kurduğum dünyayı ilk kez boğazın derinlerinde gördüm.

7 Kasım 2010 Pazar

YAŞAMI "YOK ETMEDEN" TANIMAK

Sepia orbignyana türü sübyeyi ilk kez 15 yıl önce "kafadanbacaklılar" dersinde, formaldehit içindeyken  görmüştüm. Rengi solmuştu, derisi yer yer parçalanmıştı, eti kaskatı kesilmişti. Etin bozulmasını önleyen, kanlı canlı bir yaratığı asla çürümeyen, lastik kıvamında bir cesede çeviren formaldehit sıvısı ile dolu bir kavanozun içinde duruyordu. Marmara'nın farklı yerlerinde algarnayla yakalanmış olan beş tane dişiyi laboratuvarda incelerken gözlerim çok fena yanmıştı. Gövdenin ön tarafındaki uzun, sivri çıkıntı, bu minik sübyeyi, kiloluk azman akrabalarından ayıran tek farktı. Bizden önce bir kez, 90'ların başında Marmara'da görülmüştü bu nadir sübye.

Formaldehit, denizin en kıvrak canlılarından biri olan dikenli sübyeyi kusursuz bir müze örneğine dönüştürürken, doğal renginden eser bırakmamıştı. İncelemek zorunda olduğumuz birçok müze örneğinde olduğu gibi, dikenli sübyenin renkleri de uçup gitmişti. İnsanın genzini yakan bu acı sıvı, canlıların renklerini soğuk ve zehirli bir alevle yakıp yok ediyordu. Marmara'nın bu nadir sübyesinin rengini o zamandan beri merak ederdim. Ta ki bu sabaha (7 Kasım 2010) kadar.

***

Yüzey suyunun berraklığına fena aldandık. Darıca'nın çoğu zaman berrak olan dip suyu bu sefer biraz bulanık. Ortalık beklediğimizden erken kararıyor. 30 m hiç bu kadar loş olmamıştı, 40'da ise tüm duyularımızı serseme çeviren yemyeşil bir bulanıklık çevremizi sardı. Bugün daha derine gitmenin bir anlamı yok. 46 m'den geriye dönüyoruz. Gözüm Teoman'da (Naskali)... Her iki elimin işaret parmaklarını yan yana tutarak, "uzaklaşma, tam yanımda ol" işareti veriyorum. Bu derinlikte incelemeye, peşinden gitmeye değer çok şey olduğunu biliyorum, ama bugün zamanı değil. Eğer şansımız varsa, çıkış sırasında bir şeyler görürüz. Yoksa da sağlık olsun. Darıca, bugüne kadar fazlasıyla cömert davrandı bize. Her dalışta, hazinesinden bir parçayı bizimle paylaşmak zorunda değil ya...

Kumun üzerinde kayarak ilerleyen kırmızı şeklin ne olduğunu başta anlamadım. Teoman'ın feneri hedefe  kilitlendi. Birkaç hızlı palet vuruşuyla kırmızı şeklin dibine sokuluyorum. Gözünü sevdiğim Darıca, gider ayak yine yaptı sürprizini. Daha önce birçok sübye gömüştüm ama, kırmızısıyla ilk kez karşılaşıyorum. Avucumun içine sığabilecek kadar küçük olmasına rağmen, kollarıyla, pörtlek gözleriyle bana gözdağı vermekten geri kalmıyor. Sakin davrandıkça o da sakinleşiyor. Bir ara arkasını dönüyor; işte tam o sırada, gövdesinin ucundaki uzun, sivri çıkıntıyı farkediyorum. Marmara'da sadece bir sübye türünde bu sivri çıkıntı var. Demek Sepia orbignyana'nın gerçek rengi kırmızıymış! Yıllar önce gördüğüm bir ders, gerçek anlamda bugün, hem de yüzeyin 40 m altında noktalanıyor. Marmara yaşayan bir deniz ve bu yaşamı, yok etmeden (!) tanımak isteyenlere, cömertçe sergiliyor.

5 Kasım 2010 Cuma

SADECE LÜFER Mİ?

Lüfer kavgası iyice kızıştı. Bir tarafta ille de lüfer diye tutturanlar, öbür tarafta lüferi avlayanı da ızgaraya koyanı da Taksim'de sallandırmaya kalkanlar. Her işte olduğu gibi, bu işte de arayı bulmayı beceremiyor necip Türk milleti. Biz, İstanbul'un sembol balığını kurtarmakla kurtarmamak arasında bocalayıp dururken, zaman akıp gidiyor. Bu geç kalmış ilginin sonunda, korkarım papazı bulan yine lüfer olacak. Adam sende, kimin umurunda? İstanbul'un kıyısında yaşayan balıklardan hangisi soykırıma uğramadıki?

Eskilerle ne zaman koyu bir sohbete dalsak, söz döner dolaşır ve bir zamanlar Marmara'nın derinlerini  mesken tutmuş olan tepsi gibi karagözlere, sargozlara gelir. Ama ne balıklar! Tanesi iki üç kilo gelen azman karagözler, yosun bağlamış sargozlar... Yaşlılıktan renkleri kararmış, dişleri aşınmış... Kalın kabuklu midyeleri, pavuryaları bir ısırışta tuzla buz eden... "Marmara'da böyle balıklar olmaz" demeyin. Soykırıma uğramadan önce, diz boyu sularda bile rastlanırmış onlara, zamanında. Artık yosun tutmuş yaşlı dalgıçlardan dinlediğim Marmara balıkları, eskiden bana bile, iyi niyetili palavralarla abartılmış masallar gibi gelirdi. Üstelik bu masalların karagözle sargozdan başka kahramanları da vardı. Mesela, Kız Kulesi'nin kıyısında sinarit, Yassıada'nın derin karanlığında fangri, Beykoz'da kılıçbalığı, Caddebostan'ın kumluklarında kan kırmızı kırlangıçlar, kıyıya vuran torikler, yüzüne bakılmayan palamutlar, Kabataş'ın iki adım önünde zıpkınlanan dev gibi orkinozlar, sonra oltaya takılmış orkinozu parçalamaya gelen büyük beyaz köpekbalıkları ya da nam-ı diğer harharyaslar... Şimdilerde mumla aradığımız keler balıkları, bir zamanlar Fenerbahçe'de, Kalamış'ta, Suadiye'de, iskelelerin gölgesiyle kararan sığlıklarda pusuya yatar, av beklerlermiş! Hey gidi günler... İstanbul balıkları hakkında kurduğumuz her cümlede artık "geçmiş zaman" kullanmak zorunda olmak yüreğimi acıtıyor. Bu paragrafın birkaç cümlesinin şöyle olduğunu bir düşünsenize:

- Kız Kulesi'nin çevresindeki taşlar sinarit kaynıyor...
- Yassıada'nın fangrileri balıkçıların yüzünü güldürdü...
- İstanbul bu sene orkinoza doydu...
- ...

Bir zamanların gerçeği, İstanbul'un balık kaynayan denizleri, hayal oldu. Her cümlenin öznesi bu kıyıları tamamen terketmiş olmasa da, sayılarının kıyım derecesinde azaldığını kimse inkar edemez. Haliç'te en son palamut volisinin üzerinden, belki de yarım yüzyıla yakın zaman geçti. Palamut akın balığıdır, mevsime göre bir gelir bir kaybolur. Tıpkı lüfer gibi... Palamut ve lüfer buraları terketseler bile, bir başka yerde var olmaya devam edebilirler. Bir zamanlar boğazın sularını çalkalandıran uskumrular da buraları çoktan terkettiler, ama başka yerlerde, mesela Gökçeada'nın açıklarında hâlâ bol bol avlanıyorlar. Ele avuca sığmaz kılıçbalığı ile orkinoz da İstanbul'u terkedenlerden. Onlar da artık Ege'de ve Akdeniz'deki son sığınaklarında yaşam savaşı veriyorlar. Oralardan ne zaman sürülürler, işte onu Allah bilir.

İstanbul'da rahatı bozulan tüm akın balıkları, belki de bir daha dönmemek üzere terk ettiler buraları. Onlar boğazın, Marmara'nın yerli balıklarıydı. Hepsi de İstanbullu'ydu. Çağlar boyu el değiştirmiş, milletten millete geçmiş daracık bir su yolunun ve küçük bir iç denizin gerçek sahipleriydiler. Belki bizlerden bile önceydi, buraya yerleşmeleri, boğazı, Marmara'yı yuva bilmeleri. Akın balıkları, göç balıklarıdır. Uzun yolculukların seyyahlarıdır onlar. Orkinoz, Marmara'dan çıkar ve taa Atlantik Okyanusu'na kadar gidermiş eskiden. Keza kılıçbalığı, palamut, uskumru ve lüfer... Vaniköy'den geçen binlerce, onbinlerce lüferin Foça'daki, Rodos'taki, hatta Malta'daki akrabalarına selam götürdüğü büyük, görkemli göç yolculukları bahsettiğim.

Giden gelmiyor artık! Giden, boğazdan, Marmara'dan bir parçayı da beraberinde götürüyor. Giden, yaşamın ta kendisi aslında. Bu gidişi, sadece tabağınızdaki balığın azalması olarak görmeyin. Denizi, yaşayan yüce bir varlık yapan zincirin halkaları eksiliyor her gidenle.

***

Geçen gece Darıca'da dalarken, 15 m civarında iki tane tepsi gibi sargoz gördüm! Herbirinin boyu rahat 30  cm vardı. Anlamayan birine, sinarit palazı diye yutturursunuz ve ruhu duymaz. Kırma taşlıkta öyle bir debeleniyorlardı ki, sanki dipte bir buldozer çalışıyordu. Koca kafalarını mıcırların arasına daldırıp, başlıyorlardı kuyruklarını hızlı hızlı çırpmaya. Birkaç saniyelik eşelemenin ardından kısa bir duraklama; çökeltinin altından çıkan etli mi etli deniz solucanları, küçük yengeçler, vs. artık Allah ne verdiyse lüp diye mideye! Aceleci yutkunmalardan sonra kazı işlemi tekrar başlıyordu. O gece dipte bir yığın yengecin, bir o kadar da solucanın kanına girdi bu haydut sargozlar. Afiyet bal şeker olsun, yarasın. Umarım bir zıpkıncı da onların kanına girmez.

Demek, eskilerin ballandıra ballandıra anlattıkları o meşhur sargozlar, gerçekmiş!

Akın balıklarının birer ikişer yitip gittiği boğaz ve Marmara'da, hâlâ önemsenmesi gereken bir balık nüfusu  var. Ey ahali, balık diyince aklına sadece lüfer, palamut ve hamsi gelmesin! Sargoz da balık, karagöz de, hanoz da, kikla da, denizatı da, kurbağa balığı da... İstanbul'un balıkları, sadece balıkçı tezgâhlarında gördüklerinle sınırlı değil! Norveç'ten devşirme somonla, İzlandalı uskumruların İstanbul'a sebeb-i ziyaretleri, sadece ihtiyaçtan. Yerli balıklar azalmayaydı zor girerdi onlar bizim pazarlara.

Sevgili İstanbul halkı, kömürcü kaya da boğazın, Marmara'nın çocuğudur, iskorpit de, lipsoz da, izmarit de...  Hepsinin deniz yaşamında ayrı bir yeri ve önemi var. Dedik ya deniz yaşayan yüce bir varlıktır, işte o varlığı hayatta tutan, adına ister besin zinciri deyin, ister ekolojik denge, o yaşam bütünlüğünde yediden yetmişe, büyükten küçüğe, renksizden renkliye, tatsızdan tatlıya, tüm balıkların yeri var. O yer bir boşalırsa, ne yaparsanız yapın dolduramazsınız. Akın balıklarının gidişiyle açılan gedikler kapanmak bilmiyor. Boğazın, Marmara'nın yaşam bütünlüğünde daha fazla boşluk açılmaması için, sadece lüferi değil, yaşamak için bu kıyıları seçen, öyle ya da böyle buralarda kalan tüm balıkları, tüm yaşamı korumak zorundayız. Dilerim lüfer güzel bir başlangıç olur. Dilerim bu yazı, eşiğinden dönülmüş doğal bir felaketin anısı olarak kalır.

24 Ekim 2010 Pazar

YAŞAMIN KÜÇÜK AYRINTILARI

Gece dalışını derin dalışla birleştirmeyi, felakete davetiye çıkarmak olarak görebilirsiniz. Gündüz dalışında bile koşulların yeterince zorlu olduğu bir yamacın derinlerinde gece gezintisine çıkmış bir dalgıç, yaşamını tehlikeye atıyormuş gibi gelebilir. Eğer geceye ve derinlere meydan okunan bu uçurumun yakınlarında, çok yakın bir tarihte, yaklaşık üç metre uzunluğunda bir bozcamgöz köpekbalığı yakalanmışsa, burada dalmayı göze alan dalgıcın mutlaka aklından zoru olmalıdır. Hem, insan gecenin bir vakti sıcak yatağında uyumak yerine, katran karası sulara neden dalar ki, öyle değil mi?

Niyetim, ne felakete davetiye çıkarmaktı, ne de yaşamımı tehlikeye sokmak... Aklımdan zorum da yok, ki hemen her dalışın ardından kaleme aldığım deniz yaşamı yazıları, derinlere her inişimin bir nedeni olduğunu kanıtlamaya yeterli olur diye düşünüyorum. 21 Eylül gecesi Darıca'da derin karanlıkta yol alırken, gündüz vakti keyifle gezdiğim mercan bahçemde, gece neler olup bittiğini görmekten başka niyetim yoktu.

Darıca'da gece dalışı yapmak, uzun zamandır aklımda olan, fakat bir türlü uygulayamadığım bir düşünceydi.  Artık avcumun içi gibi bildiğim derin sularda gündüz vakti gördüğüm yaşamın zenginliği, gecenin karanlığında ortaya çıkan daha da zengin bir yaşamı anlatmak ister gibiydi. Dev vatozlar, irinalar; tekir ve gümüş sürüleri; akıl almaz irilikte kiklalar... Uzunluğu yarım metreyi geçen kırlangıçlar, kiloluk haniler ve henüz karşılaşmamış olsam da, uçurumun ötesindeki derin düzlüklerde gezinen bozcamgözler... Burası, kitaplarda ve anılarda kalmış Marmara'dan arta kalanların saklandığı bir vaha benim gözümde. Kuyuya düşmekten farksız bir eğimle derinleşen yamacın derinlerinde gizlenen yaşam, güneş battıktan sonra neye benziyordu? Dipte cevap bekleyen o kadar çok soru var ki...

Şakır şakır yağan yağmurun altında, sentetik elyaftan dokunmuş içliğimi ve kuru elbisemin iç astarını ıslatmadan giymek için fırsat kolluyorum. Aslında o kadar sağnak bir yağış yok. Şiddetli poyrazın etkisiyle savrulan damlalar, değdikleri yerde sağnak etkisi yapıyor. Rüzgarın hafiflemesini beklemek yerine malzememi hazırlıyorum. Gece uzun dekompresyon gerektiren bir dalış yapmaya niyetim yok. Ana planım 30 metreye inmek ve burada en fazla 10 dakika kalmak, ardından yamaçtaki balık yuvalarına baka baka yüzeye çıkmak ve 6 metrede emniyet beklemesiyle dalışı noktalamak. Fakat teknik dalıştan gelen yedekleme takıntısı yakamı bırakmıyor! (İyiki de bırakmıyor...) Huyumun farkındayım, izlemeye değer bir şey görürsem, peşine takılıp daha derine gitmekten çekinmem. Gece keşfinin sürprizlerine uygun iki yedek plan çoktan hazır: 35 m / 10' ve 40 m / 10' tabloları kuru elbisemin bacak cebinde bekliyor. Yedeklemek güzel bir alışkanlık.

Rüzgarın hızını kesmesiyle yağmur kısa bir süre için gücünü yitiriyor. İçliğimi ve kuru elbisemi hızla giyiyorum. Dalış arkadaşım, sırttaki geçirimsiz fermuarı kapatınca, sulak dünyadan yalıtıldığımı hissediyorum. Ana ve yedek fenerlerimi, solunum gereçlerimi teker teker ve birkaç kez kontrol ediyorum. Derin gecede havasız ve ışıksız kalmak... Düşüncesi bile kötü.

Suya giriyoruz. Yüzeyde son kontrolleri yaptıktan sonra, baş parmağımı aşağıya doğru çevirerek, dalış arkadaşıma "dal" işareti veriyorum. Denge yeleğinin tahliyesinden hava boşaldıkça su fokurduyor. Fenerin beyaz ışığı derinlere giden yolu aydınlatıyor. İki yanı sonsuz karanlıkla çevrelenmiş daracık bir aydınlığa sığınarak derin suya doğru ilerliyoruz. Önce kayalık duvar sona eriyor, ardından parça taşlık başlıyor. Kumluğun üzerinde gelişigüzel yayılmış olan kaya blokları, kıyı doldurulurken buraya yuvarlanmış olmalılar. Kayaların üzerindeki ince beyaz dallar, mercan bahçesinin ilk sakinleri. Derinlik arttıkça bahçe daha da sıklaşıyor; en güzel mercanlar en derinde. Acaba geçenlerde yakalanan bozcamgözün ardından başkaları da gelmiş olabilir mi? Gündüz 100 metreden derinde yaşayan bozcamgöz köpekbalığı gece yüzeye gelebilir. Saat gece yarısını çoktan geçti. Karşıma bir tanesi çıkarsa hiç şaşırmam. 

Bozcamgöz bu sefer gelmedi ama gece dalışında pompalanan adrenalini artıran tek neden köpekbalığı değil.
Kıvılcım saçarak yüzen  gümüş  balıkları, karanlığın içinden çıkan denizanaları, bir sürü yanlış alarma neden oluyor. Fenerin parlak ışığının çekimine kapılan gümüş balıklarının vücudunuza çarpmadığı bir an bile yok. Siyahtan daha da siyan bir karanlığın içinde süzülen denizanaları, sanki bu dünyaya ait değiller. Bu gece mercan bahçem bile değişmiş. Gündüz çelimsiz dallar gibi suyun içinde dalgalanan mercanlar gece çiçek açmışlar. Her taşın üzerinde bembeyaz bir çiçek bahçesi var bu gece. Gündüz kapalı olan ya da olabildiğince az açılan polipler bütün güzellikleriyle karşımdalar işte. Her polip beslenme telaşında. Dokunaçlar, en küçük besin kırıntısını  yakalamaya hazır. Mercan, yüzlerce polip, bir o kadar ağız ve binlerce dokunaç demek. Bu gece doymayı bekleyen çok ama çok boğaz var mercan bahçemde.

Her mercan dallara takılan hayatlara da ev sahipliği yapıyor. Bu hayatları gündüz pek fark etmemiştim.  Aydınlık sayesinde çevrenizi iyi görebilir, büyük ayrıntıları fark edebilirsiniz. Ancak küçük ayrıntılar genelde
gözden kaçar. Görüş alanım daracık bir aydınlıkla sınırlanınca, minik ayrıntıları fark etmeye başlıyorum. Mercan tahtına kurulmuş bir yengeç pür dikkat beni izliyor. Işıktan yolun sonunda onu gördüğümde 30 metre derindeydim. Ona yaklaşmak için ilerledikçe dalış bilgisayarımın ekranındaki derinlik de artıyor. Size söylemiştim, ilginç birşey görürsem peşinden giderim diye. Mercan bahçesinin zırhlı bekçisi 35 metre derinde. Ne yapalım, oldu bir kere. Yaşamın peşine takılarak sınırı ilk kez aşmıyorum ki! Hem, yaşam peşine takılmaya değmez mi? Yaşamın küçük ayrıntılarıyla sizi başka türlü nasıl tanıştırabilirim?

18 Ekim 2010 Pazartesi

İSTANBUL İŞGAL EDİLİYOR

İstanbul, bugüne kadar birçok işgale göğüs germek zorunda kaldı. Doğu Roma'nın hazinelerini ele geçirmek isteyen kavimler, İstanbul'u karadan ve denizden defalarca kuşattılar, kentin kapılarını zorladılar, surlarını aştılar. Şehir birçok kez düştü, işgale uğradı, farklı kavimlerin buyruğu altına girdi. Çoğumuza göre İstanbul en son işgalini Birinci Dünya Savaşı'nın bitmesiyle yaşadı. Müttefikler geldikleri gibi gitmiş olsalar da, işgal kuvvetleri bu kez denizin altından şehri kuşatıyorlar.

Marmara'nın derinlerinde yaşanan bu kuşatmada top sesleri duyulmuyor, havada kan ve barut kokusu da yok; dalgaların gölgesine gizlenen işgal kuvvetleri savaş çığlıkları atmadan sessiz sedasız ilerliyorlar. Şehir kuşatılmakta olduğunun farkında olmayabilir; hatta ortaya çıkması muhtemel yıkım, karadaki yıkımlara benzemediğinden önemsenmeyebilir de. İşin kötüsü, sessiz sedasız ilerleyen işgalcileri durduracak etkili silahlarımız da yok. İşin trajikomik yanı ise, karşı koymakta zorlanacağımız bu işgalcileri burnumuzun dibine kendi elimizle getirmiş olmamız. Truva Atı'nı biz yaptık ve işgalcilerin emrine verdik; üstelik bu hataya ilk kez de düşmüyoruz!

Deniz tulumları ya da tunikatlar, sert cisimlere yapışarak yaşayan omurgasız hayvanlardır ve İstanbul kıyılarında yaşanmakta olan işgalin başlıca sorumlularıdır. Türüne göre, birbirine yakın ya da uzak konumda, belirgin olarak çıkıntılı iki açıklığı bulunan deri bir keseye benzeyen deniz tulumları, tek bireyler ya da kaynaşmış birey grupları olarak yaşarlar. Deniz suyundaki planktonik canlıları süzerek beslenen deniz tulumlarının Marmara'da bugüne kadar yaygın olarak görülen türleri, Ascidiella aspersa, Ascidia mentula ve Ciona intestinalis'ti. Ancak, doğal yaşama alanı kuzeybatı Pasifik kıyıları olan Styela clava türü deniz tulumu da, son yıllarda İstanbul kıyılarında giderek daha fazla görülmeye başladı. Yüzeyden ortalama 10 m derine kadar, ister doğal isterse insan yapısı olsun, bulabildiği her türlü sert cisme yapışarak yaşayan Styela clava tam anlamıyla bir baş belası, açgözlü bir işgalci...

Peki, doğal yaşama alanı dünyanın öbür ucunda olan Styela clava, binlerce kilometre uzaktaki Marmara'ya nasıl gelmiş olabilir? Onu karşı konulmaz bir "işgalci" yapan nedir?

Su canlılarının doğal olmayan yollarla ve çoğunlukla insan marifetiyle yabancı sulara yayılmalarını konu alan Aquatic  Invasions dergisinde 2007 yılında yayımlanan bir makale, işgale uğrayan tek yerin İstanbul olmadığına işaret ediyor. İşgal çok daha geniş bir alana yayılmış durumda. Kanada'nın Atlantik kıyıları, Britanya adaları, Almanya'nın Kuzey Denizi sahilleri ve Fransa kıyıları... Akdeniz'den Atlas Okyanusu'na kadar genişleyen binlerce kilometrelik sahil şeridi, uzaklardan gelen (daha doğrusu getirilen) yabancı bir canlının önlenemeyen istilasına boyun eğmiş durumda.

İngiliz araştırmacı Martin Davis'e göre Styela clava'nın kuzeybatı Pasifik'ten İngiltere kıyılarına taşınmasına Kore Savaşı neden oldu. 3 yıl süren savaş boyunca Kore sularında boy gösteren İngiliz Kraliyet Donanması'na ait savaş gemileri, taşıdıkları kaçak yolculardan habersiz olarak Britanya Adaları'na geri döndüler. Gemilerin dengesini sağlamak için sintine tanklarına basılan okyanus suyu, Pasifik Okyanusu ve Güney Çin Denizi'ne ait canlı türlerinin yumurta ve larvalarıyla kaynıyordu. Okyanustaki yaşam döngüsü sintine tanklarında da devam etti. Yumurtalar çatladı, larvalar büyüdü; İngiltere'ye dönen her geminin Manş Denizi'ne boşalttığı sintine suyu, kuzey Atlantik'in yabancısı olan canlı türleriyle doluydu. Yabancı sularda var olma savaşı kızışırken, kendine yer arayan türlerden biri de Styela clava'ydı.

Kore kıyılarından Akdeniz'e, Atlas Okyanusu'na ve Marmara Denizi'ne kadar uzanan işgal öyküsü üç aşağı beş yukarı bu şekilde gelişti. İnce uzun bir sapla sert yüzeylere tutunan Styela clava, boyu 20 cm'yi aşabilen, yüzeyi leopar kürkünü andıran desenlerle ve kabarcıklarla kaplı bir tunikat ya da deniz tulumu. İngiliz adalarının çevresinde ilk kez görüldüğü 1950'lerin başında yanlışlıkla yeni bir tür olarak tanımlanmış. Plymouth sularında rastlanan diğer tunikat türlerinden tamamen farklı olan bu deniz tulumu, 1954 yılında yine bir İngiliz araştırmacı Carlisle tarafından Styela mammiculata olarak isimlendirilmiş. Fakat, zamanla bulunan türün aslında yeni bir tür olmadığı anlaşılmış olmasına rağmen, Styela clava'ya gösterilen tedirgin ilgi azalmak şöyle dursun, daha da artmış. Bu ilginin başlıca nedeni, türün yabancısı olduğu kuzey Atlantik sularını fazlasıyla benimseyerek, deniz tabanına yerleşen diğer canlılara fırsat vermeyecek kadar hızlı ve açgözlü bir çoğalma sergilemesi. Günümüzde konu ile ilgilenen araştırmacılar arasında Styela clava'yı işgalci bir deniz canlısı olarak görmeyen yok gibi. Ayrıca türün sudaki planktonu aşırı tüketerek, özellikle midye ve istiridye gibi süzerek beslenen canlıların doğal besinine ortak olması da, bu yabancı türün yarattığı tedirginliği artırıyor. Fransa ve Kanada kıyılarındaki midye ve istiridye çiftliklerinde, üretim yapılan alanlarda hemen her yıl patlama derecesinde çoğalan Styela clava, artık ekonomik bir baş belası olarak da görülüyor.
İstanbul kıyısında Styela clava'yı ilk kez 2008 yılında Fenerbahçe parkının önünde dalarken gördüm. 5 m derindeki midye yatağında, Marmara'nın yerli tunikatlarının arasına çaktırmadan karışmıştı uzaklardan gelen kaçak yolcu. Güzel fotoğraf veren bu canlı başta çok dikkatimi çekmedi. Ancak bir sonraki yıl Ahırkapı'dan Kartal'a kadar uzanan kıyı şeridinde gördüğüm kalabalık gruplar, İstanbul'un yeni bir ekolojik istila ile karşı karşıya olduğunu gösteriyordu. 2010 yazında da durum değişmedi; yüzeyden 10-15 m derine inen kuşakta karşılarına çıkan her türlü sert cisme, taşlara, midyelere, istiridyelere, iskele bacaklarına, otomobil lastiklerine öbek öbek yapıştılar. Uygun koşulları bulmaya devam ettikleri sürece, önümüzdeki yıllarda da görüntü değişmeyecek. Üstelik işgalcilerin gizlendiği Truva Atı'nın uzak doğudan gelmesine de gerek yok artık. Styela clava'nın işgaline uğramış yakın bir limandan yola çıkması yeterli. Yeni kıyılar işgal edildikçe yerli türlerin yerleşme şansı bu durumdan nasıl etkilenecek? Besin zincirine eklenen bu yeni halkanın, geçmişte taraklı medüz (Mnemiopsis leidyi) işgalinde yaşandığı gibi, ekonomik sonuçları ne olacak? En önemlisi, gözlerden uzakta yaşanan bu istilayı kim araştıracak?

İstanbul bir kez daha işgale uğruyor ve gelenlerin bu sefer gitmeye niyetleri yok.

10 Ekim 2010 Pazar

ÖLÜNÜN BEDENİNDE YAŞAMAK

Gözümün önünde uzayıp giden deniz tabanı mıydı, yoksa ölmüş bir canlının derisine mi bakıyordum? Dibi kaplayan balçığa her değişimde, vıcık vıcık olmuş, çürümüş bir cesede dokunmuşum gibi iğreniyordum. Eldivenime yapışan balçık değildi sanki; ölü bir bedenin cıvık parçalarıydı elimde kalan. Günler önce ölmüş, lime lime olmuş, etleri eriyip gitmeye başlamış bir bedeni andırıyordu zemin. Balçığın bej rengi yapışkan yüzeyinin altındaki kapkara çamur macun kıvamını almıştı. İnsanı bir çırpıda yutan açgözlü bir bataklığa dönüşmüştü. Dipten kalkan çamur çevremizi kara bir bulut gibi sarıyordu. Fenerimin parlak ışığı kara bulutun içinde hemen kayboluyordu; açlığını ışıkla doyurmak ister gibiydi. Emip yok ettiği benim ışığımdı. Birkaç metre önümü zar zor görebiliyordum.

Silivri'ye dalmaya gelirken çok fazla beklentim yoktu, ama daha suya girer girmez bir hayal kırıklığı yaşamayı da beklemiyordum. İstanbul'un yanı başındaki birçok dalış noktasında karşılaştığımdan çok daha kötü olan su koşulları nedeniyle, Marmara'nın hiç görmek istemediğim yüzüne bakmak zorunda kalmıştım. Silivri'de su insanı körleştirecek kadar bulanıktı.

Deniz tabanı mı suyun rengini almıştı, yoksa tam tersi mi olmuştu? Su bulanıktı, dip de... Evet, yanlış duymadınız, Silivri'de sadece su değil denizin dibi de bulanık. Çok değil, sadece birkaç metre ileride su ve dip birbirlerine karışıyor ve sınırı belli olmayan bir boşluk gözünüzün önünde uzayıp gidiyor. Dipten sadece birkaç metre yükseldiğinizde, deniz tabanı kayboluyor; biraz daha yükseldiğinizdeyse, boyutları olmayan bir boşluğun içinde kaybolup gitmeniz işten değil. Bunlara bir de akıntıyı ekleyin; işte Silivri... Pusula yoksa, nereye gittiğinizi bilmeden döner durursunuz.

Derine dalmaya alışmışım ya, derinleşmemek için inat eden balçık zeminde bari 10 m'ye inelim diye inat ederken kıyıdan iyice açılmışız. Gözüm bi pusulada bi dipteki kaya balıklarında. Serçe parmağımdan pek de büyük olmayan kaya balıkları beni farkeder etmez kendilerini kumdaki bir deliğin içine atıveriyorlar. Kıvamlı balçığın belki de tek faydası, kayabalıklarının yuvanlamak için kullandıkları deliklerin kolay kolay kapanmaması. Çamur o kadar yapışkanlaşmış ki, dipteki delikler uzun süre çökmeden kalabiliyor. Bu deliklere bakınca aklıma avcı boy çukurları geliyor; hani tek askerin içine girebileceği kadar geniş boy çukurları vardır, ya mermilerden korur ya da mezar olur. İşte onlar gibi yüzlerce delik... Kayabalığı arada belirli bir mesafe kalana kadar sakinliğini koruyor, ama güvenlik mesafesinin aşıldığına karar verdiği an şimşek gibi yerinden fırlıyor ve deliğin içinde gözden kayboluyor. Bana da bunları yazmak düşüyor. Dipte geçen 54 dakikanın tek gözlemi, kumdaki deliklere girip çıkan kayabalıkları. Marmara yer yer yaşıyor olsa da, birçok yerde de ne yazık ki çoktan ölmüş. Marmara'nın çürüyen bir cesede dönüşmeye başladığı yerlerden biri de Silivri. Kayabalıkları bir ölünün bedenine açılan deliklerde var olmaya çalışıyorlar.

26 Eylül 2010 Pazar

DAHA DÜŞMEDİ, SADECE SENDELİYOR

Hani ilginizi çekmeye çalışan çocuklar vardır... Bakımsız, itilmiş, ama gözlerinde zekânın, iyi niyetin ışıltısı parlayan... Sizden sadece bir fırsat bekleyen... Ve çoğunlukla görmezden gelinen... Marmara'yı hep o kimsesiz, fırsat bekleyen çocuğa benzetirim. Daima çirkinlikle yaftalandığı için, güzel olan bir şey Marmara ile asla bağdaşamaz. Bi'gram suyunu bile yutmanız hasta olmanız için yeterlidir. Çevreyi zerre umursamadan sürdürdüğümüz sorumsuz yaşamın artıklarını her an sineye çekmek zorunda kalan denizi kirli olmakla suçlarken, onu kirletenin biz olduğunu, yavuz hırsız gibi her seferinde üste çıktığımızı unuturuz. Çünkü unutmak işimize gelir. Söz ne zaman Marmara'dan açılsa, artık bu sularda yaşayan bir şey olmadığını söylemek işimize gelir. Bu yalana inanmak işimizi kolaylaştırır, denize karşı kendimizi sorumlu hissetmekten bizi kurtarır. Çoktan ruhunu teslim etmiş olan bir denizi korumak gereksizdir.

Madem Marmara çoktan öldü, madem içdenizin suları yaşayanlardan arındı, o zaman her yıl yüzlerce balıkçı teknesi ne halt etmeye Marmara'nın derinliklerini karış karış tarıyor? Kıyıların her metresine keyifle yerleşen oltacılar da cabası... Yoksa onların oltalarına birileri balık mı takıyor dipte çaktırmadan?

Lütfen kendimizi kandırmayalım! Hele, kendi pisliğimizi örtmek, kendi yarattığımız kirliliği haklı çıkarmak, kendi açgözlülüğümüzün Marmara'da açtığı derin yarayı gizlemek için yapılan haksız karalamalardan bıktım artık. Marmara'nın öldüğü falan yok. Tamam, içdeniz zor durumda, hatta can çekişiyor. Eskiden olduğu gibi, yüzeyden baktığınızda çoğu yerde dip görünmüyor artık. Dev orkinoslar, kılıçbalıkları çoktan terkettiler Marmara'yı. Ama her şey bitmiş değil. Marmara'yı yaşayan bir bütünlüğe, bir yaşam oyununa dönüştüren oyuncuların çoğu hâlâ burada. Kaçmaya gücü yetmeyen, olduğu yerde yaşamak zorunda olan yüzlerce canlı türü, Marmara'nın derin yeşilinde var olma savaşı veriyor. Yediği onca yumruğa rağmen rakibin karşısında yıkılmayan, her seferinde ayağa kalkan bir boksör gibi Marmara da, uğradığı tüm ekolojik yıkıma rağmen ayakta! Sendeliyor olabilir ama ayakta kalmak için ısrarla direniyor.

İstanbul kıyılarında dalarak geçirdiğim 23 yıl boyunca, Marmara'nın verdiği yaşam savaşına defalarca şahit oldum. Ona sokuşturduğumuz artıklarımızı sineye çekse de, zamanla onları yaşamla örtüyor. Belki yapılarını değiştiremiyor ama hayatın özenli dokunuşlarıyla biraz olsun görüntülerini değiştiriyor. Denize düşen otomobil lastiği birkaç yıl geçmeden Marmara'nın renkleriyle kaplanıyor. Deniz bizim suçumuzu örtbas etmek için çabalarken, biz onun gayretini görmezden geliyoruz. 50 yılda kirlettiğimiz Marmara'nın göz açıp kapayıncaya kadar düzelmesini bekliyoruz kimi zaman. Böyle olmayınca da içdenizi suçluyoruz.

Geçen cumartesi sabahı Teoman'la (Naskali) dalmak için Kartal'a geldik. Eski iskelenin çevresi, yaz kış, gece gündüz, soğuk sıcak demeden keyifle daldığımız, kent yaşamının üzerimize sinen sıkıntısından biraz olsun kurtulduğumuz bir kurtuluş limanı. Bırakın tropikal denizleri, Akdeniz'in renkleri bile yoktur burada. Çoğu zaman bulanık ve yeşil bir suda pusula yardımıyla yön bularak ilerlemek zorunda kalırsınız. Dibi kaplayan çöpler de cabası... Yine de Kartal'da dalmak keyiflidir. Bütün bu curcunanın ortasında hayatta kalmaya çalışan bir yaşam kırıntısıyla karşılaşınca bu keyif daha da artar. Kartal'ın bu seferki süprizi ise bir üzgün balığıydı (Callionymus lyra). Kumda hareketsiz yatarken birden üzerine yöneltilen parlak ışıklardan biraz afallasa da, istifini hiç bozmadı. Yıllardır İstanbul kıyısında rastlamadığım, açıktaki adaların derinliklerindeyse sık sık gördüğüm üzgün balıkları da, yeniden birer ikişer kentin yakınlarına yaklaşıyorlar. Artık kitapların sayfalarında kalan balıklar geri döndükçe, Marmara çöplerimizin arasından yeniden doğuyor. Kendisini toplamak için bizden fırsat istiyor.

***

Kartal'daki dalışın kısa filmi http://vimeo.com/15295195 adresinde.

15 Eylül 2010 Çarşamba

KARA MERCANIN GERÇEK DEĞERİ

Kum yamaç insanın başını döndüren bir eğimle derin karanlıkta kayboluyordu. Güneş ışığı çoktan gücünü yitirmişti. Milyonlarca kilometre uzakta tüm görkemiyle parlayan güneşin gücü, derinlerdeki karanlık dünyayı aydınlatmaya yetmiyordu. Sualtında algımız, fenerlerimizin aydınlatabildiği mesafeyle sınırlıydı. Kendi yarattığımız aydınlığa sığınarak ilerliyorduk Marmara'nın derin karanlığında. Hayalle gerçek arasındaki sınırı çoktan aşmıştık.

TDI teknik dalış eğitmeni Hakan'la (Eğilmez) Darıca kıyısına geldiğimizde sabahın ilk saatleriydi. Deniz süt limandı. Suya bir taş atsanız, cılız dalgalar İzmit Körfezi'nin karşı kıyısına kadar ulaşabilirdi. Uzun süredir keyifle bahsettiğim kıyıdan derin dalış fikri Hakan'ın çok hoşuna gitmişti. Vakit kaybetmeden hazırlandık ve kendimizi suya bıraktık. Daha beş dakika önce, kuru, güvenli, aydınlık ve sıcak bir dünyanın insanlarıydık. Oysa şimdi yüzeyin 45 m altında, derin ve karanlık bir dünyanın belirsizliğinde yol alıyorduk. Sanki her derinliğin altında başka bir derinlik vardı. Fenerlerimizin ışığı bir başka derinliğin örtüsünü aralarken, arkamızda kalan metreler karanlıkta kayboluyordu. Algımız açık, bilincimiz yerindeydi; tüm şekillerin karanlığa teslim olduğu gölgelerle kuşatılmış bir evrende ilerlediğimizin farkındaydık.

Marmara'nın derin suları çok zengin bir mercan yaşamına ev sahipliği yapıyor. Gerçi söz mercanlardan açıldığında çoğu insanın aklı hemen sıcak tropikal denizlere kayar. Ancak Marmara'nın derinlerinde soğuk suyu seven mercan türlerinin kalabalık kolonileriyle karşılaşmak mümkün. Kum yamacın derinlerinde yol alırken keyifle seyrettiğimiz Eunicella singularis türü gorgonlar, Marmara'nın zengin mercan yaşamından sadece bir kesit. Bu yaşamı görmek için derinlere inmekten başka çare yok. Zorlu dalışları anlamlı kılansa, yaşamdan yoksun alduğu iddia edilen derin sulardaki yaşamları bulmak. Hele bir de yıllardır görülmeyen, hatta artık tamamen tükendiği düşünülen bir yaşamı bulursanız, derindeki gezinti bir anda sıra dışı bir keşif yolculuğuna dönüşüyor. Darıca'daki dalışı derin keşife dönüştürense, kar beyaz gorgonların arasına saklanmış sapsarı bir deniz çalısıydı.

İskeleti takı yapımında kullanılan kara mercan (Gerardia savaglia) canlıyken sarıdır ve bu nedenle bazı kaynaklarda 'altın mercan - golden coral' diye de adlandırılır. İskeleti cıvık bir tabaka gibi kaplayan sarı polipler sıyrıldığında ortaya çıkan parlak, siyah ve sert iskelet türe adını verir. Özellikle güney Marmara adaları çevresinde yaygın olarak bulunan kara mercanlar, değerli bir takı hammaddesi olmaları nedeniyle yıllarca o kadar çok avlandılar ki, bir ara içdenizde soyları tükenmeye ramak kalmıştı. Yerinde bir kararla koruma altına alınan kara mercanlar, günümüzde güney Marmara'da kendilerine güvenli bir sığınak buldular.

Gerardia savaglia'nın kuzey Marmara'daki varlığı ise, 1950'lerde kaleme alınmış birkaç satırı saymazsanız, hep cevaplanmayı bekleyen bir bilmeceydi. Darıca'da yüzeyin 45 m altında yaşamaya çalışan kara mercan, türün kuzey Marmara'da da bulunduğunu gösteriyor. 1990'da güney Marmara'da gördüğüm birkaç metrelik muhteşem bireylerle kıyaslandığında, boyu 30 cm'yi geçmeyen bu küçük birey yaşamın daha çok başında. İnce ve narin dallarını kaplayan polip tabakasının canlılığı, yerini sevdiğinin ve sağlıklı olduğunun kanıtı. Bir zamanlar takı yapmak için katledilen değerli kara mercan, Marmara'nın derinlerini araştırmayı gerekli kılan değerli bir sebep.

17 Ağustos 2010 Salı

KEYİFLİ BİR SÜRPRİZ

Kartal sürprizlerle dolu. İlk kez iki yıl önce eylül ayında dalmıştım burada. Dalış defterine baksam tam tarihini ve saatini de söylerdim ama, yerimden kalkıp arka odaya gitmeye fena üşendim. Daha ilk dalışta tepsi gibi bir kalkan balığı, kumun üzerinde tüp anemonları falan derken, Kartal'daki deniz yaşamı epey hoşuma gitmişti. Bir zamanlar kum gemilerinin yanaştığı, şimdilerde oltacıların tüneği haline gelmiş eski iskelenin dibinden başlayıp, gemilerin alargada bekledikleri, kıyıdan 150 bilemediniz 200 m açıktaki kumluğa kadar, yaz kış, gece gündüz, soğuk sıcak demeden yaptığımız her dalışta cıvıl cıvıl bir deniz yaşamı görmedik desem yalan olur.

Tamam, formalı dalgıçlar zamanından gelen kıdemli abilerimizin ya da onların tornasından çıkmış daha az kıdemli abilerimizin gördükleri yanında bizim Marmara deneyimlerimiz bulanık suda balık avlamaya çalışmaktan farksız olsa da, ara sıra keyifli bir sürpriz yaşamıyor değiliz.

Geçen çarşamba akşamı tası tarağı topladık ve Teoman'la (Naskali) Kartal'a gece dalışına gittik. İskeleye geldiğimizde saat 11'e geliyordu. Tuhaftır, iskelenin müdavimi biracılardan bu sefer eser yoktu. Artık Ramazan'dayız diye mi nedir, anlamadım, ama iyi oldu. İlk defa sessiz sedasız, sakince hazırlandık. Takım taklavatı kuşandıktan sonra, kayaların üzerindeki kısa denge oyunu ve ardından cup suyun içindeyiz. Bu arada saati neredeyse 12 etmişiz ki bu saatte çoktan evlere dönmüş olmayı umuyorduk. Karım ne söylese haklı! (Allah'tan bir şey söylemiyor.) Milletin evinde, yatağında olduğu saatlerde ben denizin dibinde balıklarla oynuyorum. Hal böyle olunca, her dalışta farklı bir sürpriz yapan Marmara, zahmetimin karşılığını fazlasıyla ödüyor...

Peki bu gecenin karşılığı neydi? Marmara bu dalışta nasıl bir sürpriz yapmıştı?

Dalışı bitirmeden önce, iskelenin balıkçı barınağı tarafında kalan kayalıkların çevresinde son bir tur atıyorduk. Dönüş yolunda bir tane kırlangıç, bol miktarda Pachycerianthus anemonu, yeni yeni büyüyen Sagartia anemonları ve tek tük tarak midyeleriyle keyifli bir Kartal gecesiydi. Kayalığın eteğinde uyuklayan bir iskorpitle oynarken, Teoman'ın OMS feneri dipte mekik dokuyan, antenli boğum boğum bir yaratığı aydınlattı. Bir an istakoz yavrusu sandım ve hemen kamerayı hazırladım. Fenerin ışığından ürkünce kaçacak delik arayan kabuklu yaratık, en yakındaki yosun öbeğinin yolunu  tuttu. Marulların arasına girince artık kendisini güvende mi hissetti nedir, sakinleşti, durakladı. Fırsat bu fırsat hemen iki kare fotoğrafını çektim ve başladım incelemeye...

Marmara'da jumbo karides olur mu? Olur... Madem olurmuş, peki Kartal gibi milletin eline ne geçerse denize fırlatıp attığı bir yerde olur mu? Valla o da oluyormuş, onu da bu dalışta gördük.

Bu sefer eve o kadar yorgun dönmüştüm ki, fotoğrafı inceleyip tür tayini yapmak, sonra da yazısını yazmak bugüne kaldı. Gördüğümüz dev karides aslında Marmara'nın yabancısı değil. Muzaffer Demir hocanının "Adalar ve Boğaz Sahillerinin Omurgasız Dip Hayvanları" kitabında da bahsettiği Penaeus kerathurus türü bir jumbo karidesmiş o gece gördüğümüz. Gerçi Muzaffer hoca kitabında türü Penaeus trisulcatus olarak adlandırmış, ama bu isim artık kullanılmıyor. Türün güncel ismi Penaeus kerathurus. Kitapta yazdığına göre 1950'lerde bile Marmara'da ender rastlanan bir türmüş. Tek tük görülürmüş.

İşte böyle... Senelerdir İstanbul'da balıkçı tezgâhlarında görmeye alıştığım jumbo karidesi, bu sefer kendi doğal ortamında görmüştüm Marmara'da. Gecenin bir yarısı Kartal yine keyifli bir sürpriz yapmış ve içdenizde artık yaşayıp yaşamadığını bilmediğim bir türü, uykusuzluğun ödülü olarak karşıma çıkarmıştı.

11 Ağustos 2010 Çarşamba

UNUTMAK KOLAYIMIZA GELİYOR

Acaba denizin hafızası var mı? Ona yapılan iyilikleri ve kötülükleri zamanla unutur mu? Ya da ona karşı yapılanları - iyi ya da kötü - içinde biriktirerek, zamanı geldiğinde karşılığını vermek için sabırla bekler mi?

Denizin hafızası olmadığını, ona yapılanları unuttuğunu düşünmüyorum. Başına gelen - çoğu insan elinden çıkma - felaketlerin ardından hemen karşılık vermemesi, denizin 'unutkan' olduğu gibi tehlikeli bir yanılgıya zemin hazırlıyor. Denize boşalttığımız çöplerin, arkası kesilmeyen kanalizasyon sellerinin nedeni hep bu yanılgıydı. Deniz biter mi be? Deniz dolar mı be? Korkma canım, deniz kendisini temizler! Ne atarsan at, göz açıp kapayana kadar yutar, yok eder...

Düşünmeden kaldırıp attığımız milyon kere milyon ton atığı hemen yuttu, ama yok edemedi deniz. Pisliğimiz midesine çok fena oturdu.

Yaptıklarımızı unutmadı ama hemen karşılık vermedi, bekledi. Çünkü 'kindar' değildi! Kökleri kendisine kadar uzanan bir yaşam biçiminin - insanın - kendi varlığının kaynağına karşı takındığı tahripkâr, acımasız, vurdumduymaz ve duygusuz tavrın değişmesini umutla bekleyecek kadar sabırlı ve insaflıydı...

Denizin sabrını daha ne kadar zorlayabiliriz? Bu engin hoşgörü daha ne kadar devam edebilir? Belki de sınırı çoktan aştık ve açgözlülüğün karattığı gözlerimiz, derindeki 'sabır taşı'nın çatladığını görmezden geliyor.

Evet, denizin 'ekolojik' bir hafızası var! Yeryüzünün dörtte üçünü kaplayan, en küçük koylardan uçsuz bucaksız okyanuslara kadar tüm dünyaya yayılan bu hafıza, herşeyi hatırlıyor. Elli yıl önce boşaltılan zehirli atıklara maruz kalmış deniz canlıları, genetik kusurlar taşıyan sakatlanmış nesilleri geleceğe miras bırakabiliyor. 1950'lerde ve 60'larda Mariana Çukuru'na atılan 'sinir gazı' dolu varillerin, tam 10.000 yıl boyunca parçalanmadan kalacağı iddia edilmişti. Peki ya 10.000 yıl sonra ne olacak? Bir damlası bile onlarca canlıyı kolayca öldürebilen bu zehirli mirası hak etmek için, henüz yaşamaya başlamamış - üstelik bu gidişle yaşayıp yaşamayacağı bile belli olmayan - nesiller ne yapmış olabilirler ki? Örnekleri çoğaltmak zor değil. Çünkü doymak bilmeyen açgözlülüğümüz her an bir yenisini yaratıyor.

Meksika Körfezi'ni petrole bulayan sondaj kazasının denizin hafızasından silinmesi sizce ne kadar sürer? Bana kalırsa o kaza denizin belleğinden kolayca silinmeyecek izler bıraktı. Buna rağmen unutmaya hazırız. Çünkü unutmaya alışkınız! Denize çektirdiğimiz acıları geçmişte kolayca unuttuk. Çünkü unutmak kolayımıza geliyor.

18 Haziran 2010 Cuma

MARMARA’NIN KAYBOLAN MAVİSİ – II. BÖLÜM

Siz en çok hangi balığı seversiniz bilmiyorum ama benim gözde balığım izmarittir. Masmavi şeritlerle süslü gümüş rengi sırtı karnına indikçe sarımsı beyaza çalan, gözleri altın sarısıyla sürmelenmiş izmaritin yüzgeçleri de gövdesini kaplayan mavi şenlikten payına düşeni fazlasıyla alır. İzmarit yüzgeçlerini açtığında mavi bir leke gibi süzülür derinlerde. Dipte ne zaman izmarit sürüsüne denk gelsem işi gücü bırakır ve bu mavi cümbüşü izlemeye başlarım. Akdeniz'de ya da Ege'de, denizin hâlâ mavi olduğu yerlerde bu mavi cümbüş izleyene sıradan gelebilir. Fakat, mavisini yıllar önce insanlara kurban veren Marmara'da izmaritlerin gümüş sırtlarından yansıyan çivit rengi pırıltılar, içdenizin mavi geçmişini hatırlatmak ister gibi. Marmara mavisini yitirmeden önce sanki birazını izmaritlere emanet etmiş...

Söz canlı renklerden açılmaya görsün Marmara daha baştan kaybediyor. Balçık sarısı deniz yatağı ve onu dolduran bulanık yeşil sular... İşte Marmara’nın kısa özeti. Dalgaların altını bir kere bile görmemiş olduğu halde içdeniz hakkında ahkam kesenler için Marmara, tek kelimeyle bir “bok çukuru”dur; içinde zerre canlılık barındırmayan bir boşluktur.

Uzun süredir Kartal'da gece dalışı yapmadığımı düşündüm geçenlerde. En son Burak (Demircan), Cenk (Özen) ve Polat'la (İnce) dalmıştık. Galiba Mart ayıydı. Milletin battaniye, kalorifer, katalitik soba ya da artık yanında ısı kaynağı ne varsa ona sıkı sıkı sarıldığı buz gibi bir Mart gecesi, biz dört kafadar dipte İstanbullu balıklarla ahbablık tazeliyorduk. Pullarına dahi zarar vermeye çekindiğimizden zamanla aramızda güvene dayalı bir dostluk oluştu. Fotoğraf çekerken diplerine kadar girmemden, hatta fazla kurcalamadan sağa sola çevirmemden bile rahatsız olmuyorlar artık. Neyse...

Dedim ya en son üçüncü ayda gece dalışı yapmıştık Kartal'da. Burak da aynı şeyi söyleyince eski mekânı ziyaret edip diptekilerin halini hatırını sormanın vakti geldi dedik ve 16 Haziran akşamı düştük yola. İş çıkışı buluşup dar attık kendimizi eski iskelenin yanına. Nasılsa hava ısındı diye kuru elbiseleri getirmemiştik. Zahmetsiz hazırlanmayı özlemişiz. Gece dalışı için biraz erken vakitte gittiğimizden, ki suya girdiğimizde saat 22'ye çeyrek vardı, Kartal'ın klasik biracı tayfasının patinajlı sorularına da fazlasıyla muhattab olmuştuk.

-Abijim ne iş...
-Lan oğlum bunlar hajine arıyo!
-Oraşı keşin...
-Hişş, başka hortum var mı?
-Balığa mı?

Ohh, nihayet huzur. Allah'tan bu geyik muhabetti suyun altında devam etmiyor. Bünyesinde ne varsa, o an için müsait olan her açıklıktan keyifle yeryüzüne gönderen aziz milletim neyse ki suyun altına girmeyi o kadar sevmiyor. Belki de sorun burada başlıyor; belki de zamanında dalgaların altındaki Marmara'yı görenlerin sayısı bir elin parmaklarını kat be kat geçseydi; okulda uzak coğrafyaların yanı sıra yakınımızdaki yaşamlar da gösterilseydi; rakı-balık kültürüyle birlikte kıymet bilici bir deniz kültürü de beyinlerde ve kalplerde filizlenebilseydi, dalışın öncüsü abilerimizin anlattığı "Mavi Marmara"yı ağzımızın suyu akarak dinlemek zorunda kalmazdık.

Marmara'nın mavisi artık emanet edildiği canlarda yaşıyor ve o canları korumak yine bize düşüyor.