25 Kasım 2010 Perşembe

KORKUNUN ÖZNESİ 'BOZCAMGÖZ'

Ticareti canlandırmak için en akıl almadık yerlerde bozcamgöz cesetlerini sergilemek, artık bir İstanbul geleneği oldu. Cansız bedenlerin etrafını dolduran meraklı kalabalığın içinde bugüne kadar her türlü insanla karşılaştım. İçlerindeki akıl almaz köpekbalığı korkusu ise bu topluluğun daima ortak paydası olmuştur. Acaba yeryüzünde başka hangi canlı, bu denli yoğunlaşmış ortak bir korkunun öznesidir? Köpekbalıklarının hedef oldukları bilinçsiz nefret devam ettiği sürece, bu kanlı oyunda perdenin daha uzun bir süre kapanmayacağı gün gibi ortada.

Vahşi yaşamdan nefret etmenin bir mantığı, haklı bir gerekçesi olabilir mi? Yaklaşık 20 yıldır kesintisiz olarak sürdürdüğüm bozcamgöz araştırması yakın zamanda sonlandı. 1974’den 2009’a kadar olan dönemde balıkçılar tarafından avlanan 127 tane bozcamgözün ortak öyküsü, bu nefretin kesinlikle haklı bir gerekçesi olmadığını gösteriyor. İnsanların bozcamgöze olumsuz ve gerçekdışı bakışının altında yatan en önemli nedenlerden biri de, doğa haberciliğinde kesinlikle kullanılmaması gereken sorumsuz iletişim üslubu. Haberciler, denizin derinliklerinden koparılarak çelik güvertelerde can çekişmeye mahkum edilen hemen her bozcamgöze ‘JAWS’ yaftasını yapıştırmaktan her nedense vazgeçemiyorlar. Hemen her habere hakim olan suni korku, göstermelik sebeplerle sürekli taze tutuluyor. Ortaya atılan iddialarda akıldan ve bilimsel gerçeklerden eser yok. Bozcamgöz hakkında yazılmış sayfalar dolusu ‘gerçek’ bilgi varken, bıçak sırtında yaşama savaşı veren bu kırılgan tür hakkında atıp tutmaya neden bu kadar hevesliyiz? Soyu tükenme tehlikesi altında olan bir köpekbalığı türü hakkında, gerçeklere dayanan, sorumlu habercilik örneği yazılar kaleme almak bu kadar zor mu?

21 Kasım 2010 Pazar

ALACAKARANLIKTA GEZİNMEK

Yaşım ilerledikçe derin suları rüyamda daha az görür oldum. Oysa çocukken ne zaman gözümü yumsam, derin karanlıkta bulurdum kendimi. Henüz kapı eşiğinde beklediğim bir dünyanın hayal meyal görüntüleriyle avunmak zorundaydım. Bir gün keyifli gezintiler yapmayı umduğum alacakaranlık derinliklerin henüz yabancısıydım. Azotla uyuşmaya yazgılı bir aklın hayalleriydi, çocukluk düşlerimi dolduran renkler.

En derin okyanus çukurlarını araştırmaya yıllar önce başlamış olsak da, 30 m'den başlayıp 100 m derine kadar uzanan mezofotik kuşak, ne gariptir ki, denizin en az tanıdığımız bölgesi. Bir deniz biyoloğu olarak burayı mezofotik kuşak olarak adlandırmak zorunda olsam da, burası, güneş ışığının belirgin olarak seyreldiği, gölgeyle gerçeğin zaman zaman birbirine karıştığı, hemen her şeyin bir görünmezlik perdesi arkasına gizlendiği ve ancak yeteri kadar yaklaşıldığında görünür olduğu bir alacakaranlık kuşağı benim için. Derinlerin çekimine kapılmış diğer teknik dalgıçların da bu adlandırmaya itiraz edeceklerini düşünmüyorum.

Çok yakın bir geçmişe kadar burası, aletli dalışın güvenli olarak görülen sınırları dışında kabul ediliyordu. Dalmak için, özellikle hava ile yapılan dalışlar için, fazlasıyla derindi. Sualtı robotu gibi pahalı teknolojileri kullanmaya değmeyecek kadar da sığdı alacakaranlık kuşağı. Gerçi teknoloji geliştikçe ucuzladığından mıdır nedir, mezofotik kuşak araştırmalarında sualtı robotları artık daha fazla kullanılıyor olsa da, bu araçlar insanın el becerisinden hâlâ çok uzakta olduklarından, çok yakın vadede dalgıçların yerini almaları beklenmemeli.

Alacakaranlık kuşağı, uzun yıllar hakkında çok az şey bilinen bir boşluk olarak kaldı. Bugüne kadar mercan resifleri hakkında yayımlanan binlerce makalenin, çoğunlukla 20 m'den daha sığ sularda yapılan araştırmaların sonuçlarını içermesi, resif biliminin yıllarca 20 m'den daha derine inemediğini gösteriyor. Derin resifler hakkında bildiklerimiz, sığ resiflere ilişkin bilgilerin bir genellemesinden ibaretti. Bu durum uzun yıllar değişmedi. Oysa hayatın alışılmış sınırları aştığı, bilinen biçimlerle yetinmediği, şaşırtan, ürküten, düşündüren, ama en önemlisi keşif tutkusunu sürekli tazeleyen süprizlerle dolu olduğu bir dünyanın başlangıcı olan alacakaranlık kuşağı, küçümsenmeyecek zenginlikte bir yaşamın beşiği. Burası, sığda yaşayanların inebildikleri azami derinliklerle, derinde yaşayanların tahammül edebildikleri en sığ derinliklerin birbirine girdiği bir karışma bölgesi. Fırlak gözleriyle karanlıkta görmeye çalışan balıklar, kolları kuştüyünü andıran sepet yıldızları, kırmızı sübyeler, ama ille de mercanlar! Alacakaranlığı, yaşamdan yoksun dipsiz bir kuyu olmaktan alıkoyan yaşamlar arasında mercanların ayrıcalıklı bir yeri var.

Yerleştikleri taşları narin birer dantel gibi örten mercanların büyüsüne kapılarak dalmıştım alacakaranlığa. 20'li yaşlarımın başında derinlik korkusunu hiçe saymamın, alacakaranlıkta gezintiye çıkmamın en önemli sebebi onlardı. Doğanın sabır dolu çabasının zaferiydi mercanlar, alacakaranlık gölgelerin arkasında gizlenen hayatın kırılgan delilleriydi. Mercanlar, büyüdükçe daha az gördüğüm düşleri gerçeğe çevirmişlerdi.

Ben çok şanslıyım! Gerçeğe dönüşen çocukluk düşlerinin içinde gezinecek kadar, şanslı...

10 Kasım 2010 Çarşamba

FIRTINAYA YENİK DÜŞTÜ KENAN ŞEKER

Rumeli Feneri’ndeki dalıştan birkaç hafta sonra dalgıç Adnan’la bir sabah yine fakültenin kapısında karşılaştık. Ya kasım sonuydu ya da aralık başı... O vakitler daha bir dalış defterim olmadığı için, ilk nargile denemelerimin takvimi ne yazık ki sadece aylardan ve yıllardan oluşmakta. Günler ve saatler derinlerde kayboldu gitti. Allah’tan fotoğraf çekmeyi akıl etmişim; aksi takdirde o büyülü günlerden geride elle tutulur hiçbir anı kalmayabilirmiş.

Havanın soğuğu buzla yarış etse de, kıvırcık saçlı, tombiş deniz kurdunda yine yaka bağır açıktı. Bırakın kuru elbiseyi, deliksiz ve kalın bir dalış elbisesiyle dalmanın bile lüks olduğu yıllarda Adnan ve ekibi, insanı donduran kış denizinin dibinde ekmek peşine düşmekteydiler. İster inanın istemezseniz inanmayın ama 80’lerde malzeme sahibi olmak hiç kolay değildi. Bu nedenle Kenan Şeker’in Rumeli Feneri’nden ayrılıp Beykoz koyuna gelmesi, illede dalış diye yanıp tutuşan benim için bulunmaz bir nimetti.

Fenerdeki çekek yerinden niye ayrıldılar, Beykoz’a gelmelerinin sebebi neydi? Kantinde çay içerken birkaç kez sorsam da Adnan pek oralı olmadı, ben de bir daha üstelemedim. Adam sen de, bana ne... Laf lafı açtıkça birkaç arkadaşım daha ortak oldu sohbete. Söz döndü dolaştı ve yine aynı yere geldi: “abi bizde dalmak istiyoruz...” Öğlen yemeğini boş vermemize, gerekirse aradan sonraki ilk dersi de kırmamıza mal olan koyda nargile keyfi faslımız, aşağı yukarı işte böyle başladı.

Kenan Şeker’i Beykoz Belediyesi’nin önündeki eski su iskelesine bağlamışlardı. Beton kaplaması çoktan tarih olmuş iskelenin çelik yapısı sağlam görünüyordu. Bir elimde çanta, diğerinde ağırlık kemeriyle kaygan kirişlerin üzerinde on metre kadar yürüdükten sonra güverteye adım atmak bir nevi sınav gibiydi. İskeleyi geçebilen dalmaya hak kazanır... Suya düşmeden, kafamı kırmadan tekneye girince, her seferinde derin bir oh çektiğimi daha dün gibi hatırlarım.

Emektar nargile teknesinin koyda kaldığı 3 hafta boyunca hemen her gün dalış yaptık. Bulduğumuz her fırsatta kapağı tekneye atıyorduk, ama güvertede geçirdiğimiz zaman dipte geçirdiğimizden her zaman daha azdı. Acele etmeye gerek yoktu; malzeme de boldu, hava da... Artık dalgıçta bizdik, hortumcu da... Sakın yanlış anlaşılmasın; bizimki öyle milletin parasını son kuruşuna kadar hortumlamak maksatlı hortumculuk değildi! Tekneden uzaklaşan dalgıcın arkasından hortumu yavaş yavaş bırakmak, gevşediğinde hortumun boşunu almaktı hortumcunun görevi. Yemyeşil suda siyah bir çizgi gibi uzayıp giden lastik hortum, dipteki adamı yaşama bağlardı. O siyah çizginin ucunda bir yaşam vardı. Dikkatli olmak, hortumu koparttırmamak zorundaydınız. Kolayca açılması ve karışmadan toplanabilmesi için hortum güverteye “8” şeklinde istiflenmeliydi. Sonra hortum işaretleri vardı. Bir çekiş, iki çekiş, üç çekiş... Hepsi bir mesaj taşırdı yüzeyle dip arasında. Nargilecinin dili kısa ama anlaşılır olmalıydı. Sabah dalan, öğleden sonra hortumcu olurdu; düzen böyleydi. Yüzeyi köpürten hava kabarcıklarını pür dikkat izlerdik dalış sıramızı beklerken. Herkes birbirinin yaşamından sorumluydu.

Bizim sınıftaki çoğu arkadaş, Kenan Şeker’deki nargileyi hiç yoksa bir kere tecrübe etmiştir. Ayhan, Aziz, Mehmet, Murat ve Recep en net hatırladıklarım. Ben dahil bu altı kişi hemen her dalışa katılmış, Beykoz koyunun kokusu ve lezzeti sürekli değişen suyunu tatmak fırsatı bulmuş bir ekiptir. Bildiğim kadarıyla, benim haricimde içlerinden sadece Recep daha sonra da dalışa devam etti; ancak, duyduğuma göre Silifke’de vurgun yedikten sonra kafasını bile suya sokmuyormuş artık. Hey gidi Kenan Şeker hey... Kimbilir kaç kişi dalgaların altındaki dünyaya ilk kez senin güvertenden adım attı? Daracık kamarada saatlerce bitmek bilmeyen bol çaylı, bol kahkahalı sohbetlerimizin tadı hâlâ damağımda. Gün oldu iddiaya tutuştuk, gün oldu Cousteau’dan konuştuk, gün oldu memleket kurtardık sürekli rutubet kokan kamarada...

Aşağı yukarı bir yıl sonra Adnan’ı başka bir teknede gördüm. Yine dalış amiriydi. Yeni tekneyi de eski su iskelesine bağlamışlardı. Ekip birkaç fire vermişti ama asıl önemlisi eski ruhundan bir şeyler yitirmişti sanki. Hatırladığım lezzet yoktu sohbette. Durgundular, bezgindiler. Çoğu dalgıçlığa devam edip etmemeyi bile konuşuyordu ciddi ciddi. Sevmemiştim bu tekneyi. Yabancı bir güvertede dikilirken dalmayı bile istemedim o gün. “Kenan Şeker’e ne oldu?” diye sorduğumda, dalgıç İsmail üzgün bir ifadeyle yanıtladı sorumu. Kıyıköy’de kayalara vura vura parçalanmıştı çıraklık günlerimin geçtiği emektar; fırtınaya yenik düşmüştü bir kış vakti. Alelacele iki takım malzeme bulup dalmışlar, kurtarabildiklerini kurtarmak için çabalamışlardı, ama nafile. “Senin verdiğin fotoğraflar da gitti” demişti Adnan. Yeniden tabettirdiğim fotoğraflarla iki gün sonra tekneye gittiğimde, onlar çoktan Kıyıköy’ün yolunu tutumuşlardı deniz salyangozu toplamak için. Bu onları son görüşümdü. Ne kadar şikâyet ederlerse etsinler yine de yola çıkmışlardı. Tıpkı yeni bir yaşama alışmak gibi yeni teknelerine alışmak, sessiz derinliklerde kısmetlerini aramak zorundaydılar.

DAMDAN DÜŞER GİBİ DALGIÇ OLDUM

Sarıyer – Rumeli Feneri hattında çalışan 150 numaralı otobüse hiç bu kadar keyifle binmemiştim. Dumanı tüten mis gibi kıymalı kol böreğinin şüphesiz bu keyifte önemli bir payı vardı. Gerçi otobüse binene kadar biraz ılışmıştı ama, yine de Sarıyer böreğinin tadı bir başkaydı buz gibi kasım sabahı. Neredeyse iki saattir yoldaydım. Yeşilköy’den Eminönü’ne, oradan Sarıyer’e iki uzun otobüs yolculuğu yaptıktan sonra, nihayet Rumeli Feneri’ne az bir yolum kalmıştı. Uyku mahmuru gözlerim kapanmaya fırsat ararken, hem kahvaltı ediyor hem de virajı bol yolda otobüsü deli gibi kullanan şöföre veryansın ediyordum içimden. Garipçe’deki indibindi faslını da arkada bıraktıktan sonra Rumeli Feneri’ne birkaç dakikalık yolum kalmıştı ki o sabah rüzgarla yarış eden şöför sayesinde o mesafe de göz açıp kapayana kadar bitmişti.

1988’in kasım ayında ki günü tam olarak hatırlamıyorum, sabahın köründe bunca yolu sırf Sarıyer’den börek almak için tepmemiştim. Asıl sebep başkaydı! Rumeli Feneri’ne çocukluk hayalimi gerçekleştirmek, dalgıçlığa ilk adımı atmak için gelmiştim...

Denizi oldum olası çok sevdim; aramızdaki bağ öyle aşkmış, sevgiymiş, mavi tutkuymuş, deryaya özlemmiş gibi basmakalıp sözlerle açıklanamayacak kadar güçlü bir yakınlık. Hani “falanca balığın tadı neye benzer?” sorusuna hiç düşünmeden “tavuk eti gibi...” diye cevap verenler vardır ya, işte denizle aramdaki bağı temcit pilavı gibi tekrarlanan bu sözlerle tanımlamaya kalkarsam, kılıçbalığını tavuk yerine koymuş olurum. O yüzden ben denize ne aşığım, ne de maviye tutkunum... Joseph Konrad Tayfun isimli öyküsünün bir yerinde şöyle der: “...Son ana dek yaşamdan habersiz, onun barındırabileceği tüm vefasızlığı, şiddeti ve dehşeti görmeden. Denizde ve karada böyle şanslı adamlar vardır - ya da kaderin ve denizin böyle hor gördüğü adamlar.” Deniz beni daima kucakladı, asla hor görmedi. Dalgaların altında ne görmek istediysem, neyin hayalini kurduysam, zamanı geldiğinde bana gösterdi. Mercan bahçelerinin hayalini kurdum... Köpekbalıklarının, pırıl pırıl incilerin, kabukların, balinaların hayalleriyle uyudum çoğu zaman. Günü geldiğinde hepsini teker teker gördüm derinlerdeki dünyada. Ruhumun ihtiyaçlarını karşılayan bir varlık gibiydi çoğu zaman ki hâlâ da öyledir... Neyi düşleşem denizle ilgili, hâlâ sabırla gösterir, öğretir; kendisiyle ilgili öğrenmem gereken daha bir dünya sırrı olduğunu hatırlatarak öğretir her seferinde, bıkmadan. Aşk, sevgi, tutku, özlem... Zamanla zayıflayan, hatta sönen bu insani duygularla tanımlamam ben denizle aramdaki bağı.

Ömer Hayyam’da Kornişçi sokaktaki bir evde ilk düğümleri atılmıştı aramızdaki bağın. Beş yaşındaydım... Annemler Almanya’dan bir dalgıç maskesi göndermişlerdi. Hani eczanelerde satılan, oval camlı, turuncu maske var ya... 1976 senesinde artık benim de bir turuncu dalgıç maskem vardı.

O sene bütün bir yazı balkonda geçirdim desem yalan olmaz. Hemen her gün anneannemin balkona taşıdığı bakır çamaşır kazanını suyla doldurur, inşaat kumlarının arasında bulduğum deniz minarelerini de kazandaki suya atardım. Deniz gözlüğümü (o zamanlar adı buydu benim için) takıp deniz minarelerini seyrederdim nefesim kesilene kadar. Kıçı suyun dışında kalmış bir karabatak gibi, kafamı kazanın içinden çıkarmayı hiç istemezdim. Akranlarım mahallede top peşinde koşarken, İstanbul’un işgalinden kalma Fransız yapısı binanın üçüncü katında, bir kazan suyun içinde, hayatımın yönünü belirleyen çok geniş bir dünyanın kapısını aralamıştım 76 yazında. Çamaşır kazanının derinlerine ilk dalışımdan tam 13 yıl sonra, uzun süre şnorkelle girişinde gezindiğim dünyanın derinlerine gerçek yolculuğum başlamak üzereydi.

Rumeli Feneri’ndeki balıkçı barınağında kıçtan kara bağlamış bekleyen Kenan Şeker, yer yer boyası dökülmüş, hortum ve halat yığınlarının kapladığı kıç üstünde adım atacak yeri kalmamış, sigara dumanı kokan daracık kamarasında deniz yorgunu tayfaların fırtınaya, dalgalara, karaya çakılıp kalmaya ve denizcinin bitmek bilmeyen fukaralığına sövüp saydıkları sıradan bir dalgıç teknesiydi. Kıyıköy’deki deniz salyangozu avından yeni dönmüşlerdi. Bakım için barınakta bekleyen teknenin baş dalgıcı Adnan, artık nerden aklına estiyse, Beykoz’daki Su Ürünleri Fakültesi’ne geldi bir sabah. Nerden mi biliyorum? Çünkü o yıl aynı fakültede birinci sınıf öğrencisiydim ve Adnan'ın sabah binadan içeriği girer girmez burun buruna geldiği ilk kişi bendim...

- Selam genç...
- Buyur abi kime baktın?
- Dalgıç bulunur mu bu okulda?

Hayatımda keyif alarak yaptığım hemen her şey hep böyle damdan düşer gibi başlamıştır. Birkaç önemsiz istisna dışında, hayatımı şekillendiren güçler hep rastlantılardı. Artık cahil cesareti miydi, yoksa bilerek ve isteyerek tongaya mı basmıştım, “abi ben dalgıcım...” sözü sapan taşı gibi çıkmıştı ağzımdan. Adnan'ın cevabı kısa ve gayet açıktı: “iyi o zaman, haftasonu Rumeli Feneri’ne gel...”

Barınağa inen yokuşta yürürken hafif hafif yağmur çiseliyordu. Sıcak yatağımda kıvrılıp uyumak yerine sabahın köründe yollara düşmemi, üstüne üstlük denize dalma niyetimi ti’ye almaktaydı ahmak ıslatan. “Vazgeçmek yok! Kafanı kazana soktuğun gün ayarın kaydı senin...” diye diye Kenan Şeker’in salyangoz kokan ahşap güvertesine ilk adımı atmıştım.

Tayfayla tanışıp iki satır sohbetin üzerinden yarım saat ancak geçmişti ki nargile takımını kuşanmış olarak suya girmeye hazırdım. Sağolsunlar yine annemlerin aldığı 6.5 mm JWL dalgıç elbisem, askıda suları süzülen yıpranmış Technisub kreasyonunun yanında cillop gibiydi. Adnan başladı uzun uzun anlatmaya, öğüt vermeye: “Hortumu bir kere çekersen, okey; iki kere çekersen, hortumun boşunu al...” Peki ya üç kere çekersem? “Hortumu üç kere çektirecek bir belaya sokma başını...”

Tekneye gelmeden önce Hüseyin Şerif Sofular’ın evde ne kadar kitabı varsa okumuştum. Barınağın içinde derinlik taş çatlasın 5 m; vurgun tehlikesi yok, ama nefes tutarsam emboli olurum. Verebildiğin kadar nefes ver, hava bol nasılsa. Aradan geçen 13 yılda şnorkelle dala çıka kulak eşitlemek artık bir refleks olmuştu; suya alışkındım, ama basınçlı havayla dalmanın şakaya gelir yanı yoktu. Masum yalana son verip, “abi ben buraya dalmayı öğrenmek için geldim...” diyince biraz afalladılar önce. “Az bekle...” dedi Adnan; sonra dalgıç İsmail’e döndü: “sen de hazırlan, birlikte dalın...” Benim mum yatsıdan çok önce söndü sönmesine ama, çamur rengi suya ilk dalışımı yaparken İsmail’in yanımda olması tüm korkularımı bastırmıştı.

Sonra ne mi oldu? Bir süre onlarla salyangoz topladım. Teknede yemekler güzel, hava boldu. Kenan Şeker’de geçirdiğim her günü, yaptığım her dalışı, çok değerli birer tecrübe olarak kaydettim zihnime. Nargile dalışını orada öğrendim, ama daha da önemlisi, çilekeş deniz yaşamının kendine has kültürünü, bu yaşamın gözüpek insanlarından tanıma fırsatı buldum.

Aletli dalışa başlayalı 20 yıldan fazla zaman oldu. Kayıtlı kayıtsız birkaç bin dalışım olmuştur bu arada. “Ben dalgıcım...” diye Adnan'a kıtır atmam, ezbere bilgilerle dalıp gitmem, tek kelimeyle delilikti. Bunu inkâr edemem. Ama o gün vazgeçseydim, hatta biraz daha geriye gidip, kafamı o kazana hiç sokmamış olsaydım, bugüne kadar yaşadığım maceraların doyumsuz keyfinden mahrum olurdum. Deniz suyuyla ıslanmış anılarım arasında İstanbul dalışlarının her zaman özel bir yeri olacak. Ne de olsa dalmaya burda başladım. Hayalini kurduğum dünyayı ilk kez boğazın derinlerinde gördüm.

7 Kasım 2010 Pazar

YAŞAMI "YOK ETMEDEN" TANIMAK

Sepia orbignyana türü sübyeyi ilk kez 15 yıl önce "kafadanbacaklılar" dersinde, formaldehit içindeyken  görmüştüm. Rengi solmuştu, derisi yer yer parçalanmıştı, eti kaskatı kesilmişti. Etin bozulmasını önleyen, kanlı canlı bir yaratığı asla çürümeyen, lastik kıvamında bir cesede çeviren formaldehit sıvısı ile dolu bir kavanozun içinde duruyordu. Marmara'nın farklı yerlerinde algarnayla yakalanmış olan beş tane dişiyi laboratuvarda incelerken gözlerim çok fena yanmıştı. Gövdenin ön tarafındaki uzun, sivri çıkıntı, bu minik sübyeyi, kiloluk azman akrabalarından ayıran tek farktı. Bizden önce bir kez, 90'ların başında Marmara'da görülmüştü bu nadir sübye.

Formaldehit, denizin en kıvrak canlılarından biri olan dikenli sübyeyi kusursuz bir müze örneğine dönüştürürken, doğal renginden eser bırakmamıştı. İncelemek zorunda olduğumuz birçok müze örneğinde olduğu gibi, dikenli sübyenin renkleri de uçup gitmişti. İnsanın genzini yakan bu acı sıvı, canlıların renklerini soğuk ve zehirli bir alevle yakıp yok ediyordu. Marmara'nın bu nadir sübyesinin rengini o zamandan beri merak ederdim. Ta ki bu sabaha (7 Kasım 2010) kadar.

***

Yüzey suyunun berraklığına fena aldandık. Darıca'nın çoğu zaman berrak olan dip suyu bu sefer biraz bulanık. Ortalık beklediğimizden erken kararıyor. 30 m hiç bu kadar loş olmamıştı, 40'da ise tüm duyularımızı serseme çeviren yemyeşil bir bulanıklık çevremizi sardı. Bugün daha derine gitmenin bir anlamı yok. 46 m'den geriye dönüyoruz. Gözüm Teoman'da (Naskali)... Her iki elimin işaret parmaklarını yan yana tutarak, "uzaklaşma, tam yanımda ol" işareti veriyorum. Bu derinlikte incelemeye, peşinden gitmeye değer çok şey olduğunu biliyorum, ama bugün zamanı değil. Eğer şansımız varsa, çıkış sırasında bir şeyler görürüz. Yoksa da sağlık olsun. Darıca, bugüne kadar fazlasıyla cömert davrandı bize. Her dalışta, hazinesinden bir parçayı bizimle paylaşmak zorunda değil ya...

Kumun üzerinde kayarak ilerleyen kırmızı şeklin ne olduğunu başta anlamadım. Teoman'ın feneri hedefe  kilitlendi. Birkaç hızlı palet vuruşuyla kırmızı şeklin dibine sokuluyorum. Gözünü sevdiğim Darıca, gider ayak yine yaptı sürprizini. Daha önce birçok sübye gömüştüm ama, kırmızısıyla ilk kez karşılaşıyorum. Avucumun içine sığabilecek kadar küçük olmasına rağmen, kollarıyla, pörtlek gözleriyle bana gözdağı vermekten geri kalmıyor. Sakin davrandıkça o da sakinleşiyor. Bir ara arkasını dönüyor; işte tam o sırada, gövdesinin ucundaki uzun, sivri çıkıntıyı farkediyorum. Marmara'da sadece bir sübye türünde bu sivri çıkıntı var. Demek Sepia orbignyana'nın gerçek rengi kırmızıymış! Yıllar önce gördüğüm bir ders, gerçek anlamda bugün, hem de yüzeyin 40 m altında noktalanıyor. Marmara yaşayan bir deniz ve bu yaşamı, yok etmeden (!) tanımak isteyenlere, cömertçe sergiliyor.

5 Kasım 2010 Cuma

SADECE LÜFER Mİ?

Lüfer kavgası iyice kızıştı. Bir tarafta ille de lüfer diye tutturanlar, öbür tarafta lüferi avlayanı da ızgaraya koyanı da Taksim'de sallandırmaya kalkanlar. Her işte olduğu gibi, bu işte de arayı bulmayı beceremiyor necip Türk milleti. Biz, İstanbul'un sembol balığını kurtarmakla kurtarmamak arasında bocalayıp dururken, zaman akıp gidiyor. Bu geç kalmış ilginin sonunda, korkarım papazı bulan yine lüfer olacak. Adam sende, kimin umurunda? İstanbul'un kıyısında yaşayan balıklardan hangisi soykırıma uğramadıki?

Eskilerle ne zaman koyu bir sohbete dalsak, söz döner dolaşır ve bir zamanlar Marmara'nın derinlerini  mesken tutmuş olan tepsi gibi karagözlere, sargozlara gelir. Ama ne balıklar! Tanesi iki üç kilo gelen azman karagözler, yosun bağlamış sargozlar... Yaşlılıktan renkleri kararmış, dişleri aşınmış... Kalın kabuklu midyeleri, pavuryaları bir ısırışta tuzla buz eden... "Marmara'da böyle balıklar olmaz" demeyin. Soykırıma uğramadan önce, diz boyu sularda bile rastlanırmış onlara, zamanında. Artık yosun tutmuş yaşlı dalgıçlardan dinlediğim Marmara balıkları, eskiden bana bile, iyi niyetili palavralarla abartılmış masallar gibi gelirdi. Üstelik bu masalların karagözle sargozdan başka kahramanları da vardı. Mesela, Kız Kulesi'nin kıyısında sinarit, Yassıada'nın derin karanlığında fangri, Beykoz'da kılıçbalığı, Caddebostan'ın kumluklarında kan kırmızı kırlangıçlar, kıyıya vuran torikler, yüzüne bakılmayan palamutlar, Kabataş'ın iki adım önünde zıpkınlanan dev gibi orkinozlar, sonra oltaya takılmış orkinozu parçalamaya gelen büyük beyaz köpekbalıkları ya da nam-ı diğer harharyaslar... Şimdilerde mumla aradığımız keler balıkları, bir zamanlar Fenerbahçe'de, Kalamış'ta, Suadiye'de, iskelelerin gölgesiyle kararan sığlıklarda pusuya yatar, av beklerlermiş! Hey gidi günler... İstanbul balıkları hakkında kurduğumuz her cümlede artık "geçmiş zaman" kullanmak zorunda olmak yüreğimi acıtıyor. Bu paragrafın birkaç cümlesinin şöyle olduğunu bir düşünsenize:

- Kız Kulesi'nin çevresindeki taşlar sinarit kaynıyor...
- Yassıada'nın fangrileri balıkçıların yüzünü güldürdü...
- İstanbul bu sene orkinoza doydu...
- ...

Bir zamanların gerçeği, İstanbul'un balık kaynayan denizleri, hayal oldu. Her cümlenin öznesi bu kıyıları tamamen terketmiş olmasa da, sayılarının kıyım derecesinde azaldığını kimse inkar edemez. Haliç'te en son palamut volisinin üzerinden, belki de yarım yüzyıla yakın zaman geçti. Palamut akın balığıdır, mevsime göre bir gelir bir kaybolur. Tıpkı lüfer gibi... Palamut ve lüfer buraları terketseler bile, bir başka yerde var olmaya devam edebilirler. Bir zamanlar boğazın sularını çalkalandıran uskumrular da buraları çoktan terkettiler, ama başka yerlerde, mesela Gökçeada'nın açıklarında hâlâ bol bol avlanıyorlar. Ele avuca sığmaz kılıçbalığı ile orkinoz da İstanbul'u terkedenlerden. Onlar da artık Ege'de ve Akdeniz'deki son sığınaklarında yaşam savaşı veriyorlar. Oralardan ne zaman sürülürler, işte onu Allah bilir.

İstanbul'da rahatı bozulan tüm akın balıkları, belki de bir daha dönmemek üzere terk ettiler buraları. Onlar boğazın, Marmara'nın yerli balıklarıydı. Hepsi de İstanbullu'ydu. Çağlar boyu el değiştirmiş, milletten millete geçmiş daracık bir su yolunun ve küçük bir iç denizin gerçek sahipleriydiler. Belki bizlerden bile önceydi, buraya yerleşmeleri, boğazı, Marmara'yı yuva bilmeleri. Akın balıkları, göç balıklarıdır. Uzun yolculukların seyyahlarıdır onlar. Orkinoz, Marmara'dan çıkar ve taa Atlantik Okyanusu'na kadar gidermiş eskiden. Keza kılıçbalığı, palamut, uskumru ve lüfer... Vaniköy'den geçen binlerce, onbinlerce lüferin Foça'daki, Rodos'taki, hatta Malta'daki akrabalarına selam götürdüğü büyük, görkemli göç yolculukları bahsettiğim.

Giden gelmiyor artık! Giden, boğazdan, Marmara'dan bir parçayı da beraberinde götürüyor. Giden, yaşamın ta kendisi aslında. Bu gidişi, sadece tabağınızdaki balığın azalması olarak görmeyin. Denizi, yaşayan yüce bir varlık yapan zincirin halkaları eksiliyor her gidenle.

***

Geçen gece Darıca'da dalarken, 15 m civarında iki tane tepsi gibi sargoz gördüm! Herbirinin boyu rahat 30  cm vardı. Anlamayan birine, sinarit palazı diye yutturursunuz ve ruhu duymaz. Kırma taşlıkta öyle bir debeleniyorlardı ki, sanki dipte bir buldozer çalışıyordu. Koca kafalarını mıcırların arasına daldırıp, başlıyorlardı kuyruklarını hızlı hızlı çırpmaya. Birkaç saniyelik eşelemenin ardından kısa bir duraklama; çökeltinin altından çıkan etli mi etli deniz solucanları, küçük yengeçler, vs. artık Allah ne verdiyse lüp diye mideye! Aceleci yutkunmalardan sonra kazı işlemi tekrar başlıyordu. O gece dipte bir yığın yengecin, bir o kadar da solucanın kanına girdi bu haydut sargozlar. Afiyet bal şeker olsun, yarasın. Umarım bir zıpkıncı da onların kanına girmez.

Demek, eskilerin ballandıra ballandıra anlattıkları o meşhur sargozlar, gerçekmiş!

Akın balıklarının birer ikişer yitip gittiği boğaz ve Marmara'da, hâlâ önemsenmesi gereken bir balık nüfusu  var. Ey ahali, balık diyince aklına sadece lüfer, palamut ve hamsi gelmesin! Sargoz da balık, karagöz de, hanoz da, kikla da, denizatı da, kurbağa balığı da... İstanbul'un balıkları, sadece balıkçı tezgâhlarında gördüklerinle sınırlı değil! Norveç'ten devşirme somonla, İzlandalı uskumruların İstanbul'a sebeb-i ziyaretleri, sadece ihtiyaçtan. Yerli balıklar azalmayaydı zor girerdi onlar bizim pazarlara.

Sevgili İstanbul halkı, kömürcü kaya da boğazın, Marmara'nın çocuğudur, iskorpit de, lipsoz da, izmarit de...  Hepsinin deniz yaşamında ayrı bir yeri ve önemi var. Dedik ya deniz yaşayan yüce bir varlıktır, işte o varlığı hayatta tutan, adına ister besin zinciri deyin, ister ekolojik denge, o yaşam bütünlüğünde yediden yetmişe, büyükten küçüğe, renksizden renkliye, tatsızdan tatlıya, tüm balıkların yeri var. O yer bir boşalırsa, ne yaparsanız yapın dolduramazsınız. Akın balıklarının gidişiyle açılan gedikler kapanmak bilmiyor. Boğazın, Marmara'nın yaşam bütünlüğünde daha fazla boşluk açılmaması için, sadece lüferi değil, yaşamak için bu kıyıları seçen, öyle ya da böyle buralarda kalan tüm balıkları, tüm yaşamı korumak zorundayız. Dilerim lüfer güzel bir başlangıç olur. Dilerim bu yazı, eşiğinden dönülmüş doğal bir felaketin anısı olarak kalır.