18 Ekim 2014 Cumartesi

‘BÜYÜK BEYAZ’IN 130 YILLIK HİKÂYESİ...

Korkuyla saygının bütünleştiği kusursuz bir yırtıcıdır büyük beyaz köpekbalığı. Bilim dünyası onu Carcharodon carcharias olarak adlandırmış olsa da, kana susamış bir katili tanımlamaya yetecek en az bir düzine adı daha vardır bilinmeyenlerle kuşatılmış olan bu muhteşem balığın. İnsan yiyen, beyaz ölüm, katil köpekbalığı gibi ipe sapa gelmez isimlerin zorla yakıştırıldığı büyük beyaz, köpekbalıklarının peşinde 25 yıldır aralıksız devam eden takibimin başta gelen öznelerindendir.


Büyük beyaz köpekbalığını konu alan ilk makalem 2003 yılında Annales dergisinin doğa tarihi serisinde yayınlandı. Bu ilk makaleyi ilerleyen yıllarda daha birçokları izledi. Nihayet 2014 senesinin Ekim ayında Marine Biodiversity Records dergisinde yayınlanan en son tarihli makalemle, büyük beyazın Türk sularındaki 100 yıllık öyküsü belki de ilk kez derli toplu bir şekilde yazıya döküldü.

Evet, bu 130 yıllık bir hikâye. Makalede bahsedilen en eski tarihli kayıt 1881’den kalma, en son tarihli olansa 2011 yılına denk geliyor. İkisi arasında tam 130 yıl geçmiş. Bu hikâyenin tam 46 tane kahramanı var. Çoğunlukla İstanbul Boğazı’nda ve kuzey Ege’de yakalanmış olan bizim beyazlara, İskenderun Körfezi, Marmaris ve Marmara Denizi’nde yakalanmış olan büyük beyazlar ya da balıkçıların tabiriyle ‘harharyaslar’ eşlik ediyor. Ancak, sayı bundan da fazla olabilir; çünkü, bu hikâyenin peşinde geçen uzun yıllar boyunca tanıştığım boğazın namlı orkinoz avcılarının beyanları, orkinozlar boğaza girdiğinde peşlerinden harharyasların da geldiğine işaret ediyor. Ancak elde yazılı ve görüntülü kanıt olmayınca sadece anılarda kalan harharyasları listeye eklemek doğru değil. Eldeki kayıtları birer birer eleyince geriye 46 tane harharyas kaldı ki, doğu Akdeniz’de bugüne kadar kaydedilmiş olan C. carcharias bireyleri arasında listenin 4’te 3’ünü yine bizim beyazlar oluşturuyor.

Bu hikâyeyi şekillendiren her bir kilometre taşı başlı başına bir hikâye aslında. 2008’de Edremit Körfezi’nde yakalanan yeni doğan harharyaslar... Boğazın orkinoz avcılarını saatlerce peşlerinden koşturan harharyaslar... Foça’da gırgırcıların güç bela tekneye aldıkları, Babakale’de yakalandıktan sonra Sarıyer’li bir balıkçının tezgâhında sergilenen harharyaslar... Gökçeada açıklarında yakalandıktan sonra Çanakkale’ye getirilen ve bir meslekdaşımın bir çift dişini bana gönderdiği –ki hâlâ saklarım onları- harharyas...

Büyük beyazın sularımızdaki varlığı 1500’lerden beri kayıtlara geçmişti. 20. yüzyılın çeşitli dönemlerinde Türk sularında balıkçılık araştırmaları yapmış olan Sadullah Ayaşlı, Karakin Deveciyan, Emilio Ninni ve Fethi Akşıray gibi balıkçılık uzmanları da C. carcharias’ın sularımızdaki varlığına defalarca işaret etmişlerdi. Ama nedense bugüne kadar birileri çıkıp bölük pörçük bilgileri biraraya getirip bu kusursuz yırtıcının hikâyesini hak ettiği şekilde anlatmamıştı.

2003’den bu yana yapmaya çalıştığım, büyük beyazın hikâyesini anlatmaktı.
Bizim beyazların hikâyesi dinlemeye değer bir hikâye.

15 Haziran 2014 Pazar

BİTMEK BİLMEYEN KOMŞU KAVGASI...

Balıkların yuvalanma davranışları en az türleri kadar çeşitlilik ortaya koyar. Yuva olarak kullanılan alt yapı ne olursa olsun, yuvanın kullanım amacını iki başlık altında toplamak mümkün: korunma ve üreme.
Balıklar hem günü kurtarmak hem de yumurtalarını güvence altına almak için buldukları her uygun nesneyi yuva olarak kullanabildikleri gibi, bunlardan kendilerine yuva da inşa ederler. İş başa düşmeye görsün balıklar bir anda inşaat ustası olur çıkarlar.


Bazen bir kovukta yuvalanır balıklar, bazen bir şişenin içinde. Kese şeklinde bir süngerin içinden meraklı bakışlarla çevresini kolaçan eden horozbinanın yumuşacık sığınağının derinliklerinde gözden kaybolması için küçük bir kıpırtı yeterlidir. Dürülüp bükülüp denize atılmış mukavva boruyu beğenmezse, içi boşalmış bir çift midye kabuğu yeni bir evsahibini ağırlamak için hazırdır. Denizin dibinde olanaklar sonsuzdur. Uygun olan her yer ve her şey, başını sokacak çatı arayan bir balık bekler.

***

Bu yazıyı düşünürken yıllar önce okuduğum bir başka yazıyı hatırladım. Birazdan kısaca bahsedeceğim bu yazıyı neredeyse 20 yıl önce okuduğum da bile o zamanlar için oldukça eski bir makale sayılırdı 1970’lerde İngiltere Deniz Biyolojisi Dergisi’nde yayınlanmış olan makale. Yazarının adını hatırlamasam da Symphodus melops türü kikla balığının yuvalanma ve yuva inşa etme davranışları anlatılıyordu.

Eskiden sadece kuşların çalı çırpı toplayarak yuva yaptıklarını zannederdim, ancak kiklaların da taş ve yosunlardan yuva yaptıkları ve bu yuvalarını inatla korudukları çok ilginç gelmişti. “Teritoryal ya da bölgeci” davranış olarak adlandırılıyordu kiklaların yuvalanma davranışları. Yıllar önce okuduğum bu davranışı geçenlerde Beykoz’da kıyının biraz açığında bizzat seyretme fırsatı buldum. Neredeyse adım başı bir kikla yuvası vardı 8-10 m derinde. Buradaki yuvaları inşa eden ustalarsa Symphodus rostratus türü kiklalardı. İnce çakıllı bir zeminde ustaca kazdıkları bir çukurun çevresini ve üzerini çeşitli yosunlarla kaplayarak kadife gibi yumuşak ama akıntıya karşı koyacak kadar dayanıklı yuvalar inşa etmişlerdi. Yumurtalarını çalmak için fırsat kollayan kaya balıklarına göz açtırmadan nöbet tutuyorlardı, ilk örneklerini mayıs başında görmeye başladığım mevsimlik yuvalarda.


***


Bütün balıklar yuva inşa etme konusunda kiklalarla aynı ustalığa ve hevese sahip olmayabilirler. Neyse ki denizin dibinde sığınmak için sınırsız olanaklar var. 1+1’i, 2+1’i, dubleksi, tripleksi, ne arasanız var dipte. Mesela taş delen midyelerinin asitli salgılarıyla delik deşik ettikleri bir kaya parçası onlarca horozbinanın ortak yaşam alanına dönüveriyor. Önce bir tane horozbina, sonra bir tane daha ve derken bir tane daha, taa ki kayada boş delik kalmayıncaya kadar yeni komşuların taşınma telaşı arkası kesilmeden devam ediyor. Taşınma telaşı bitince yerini bir başka telaş alıyor. Yuvayı kaybetmemek için verilen kavgada, güç bela bulunan deliği bir başkasına kaptırmamak için komşu komşuya göz açtırmıyor. Beslenmek için yuva kısa süreliğine terk edilse de en küçük tehditte bile horozbina hızla yuvasına geri dönüyor ve yuvasına göz diken beleşçiye fırsat vermemek için dikleniyor, sırt yüzgecini kabartıyor, malını başkasına kaptırmamak için gerekirse dövüşüyor. Dışarıdaki yemeğin maliyeti bazen beklenenden fazla olabilir. Eğer horozbina yuvasına dönmekte biraz gecikirse kendisini kapı dışarı edilmiş bulabilir. Horozbinaların dünyasında komşu kavgaları bitmek bilmez. Bölgecilik denilen davranışın en özet halidir komşular arasındaki bitmek bilmeyen çekişmeler.

6 Haziran 2014 Cuma

UMUT KAYNAĞI HOROZBİNA...

Oğlum Derin’in balıklara verdiği ilginç tepkilere geçenlerde bir yenisi daha eklendi: “Ama bu tavşana
benziyor...”

Aslında haksız da değildi, çünkü resmine baktığı horozbina balığı uzun kulaklı bir tavşanı andırıyordu.

Yine şişe peşinde dipte dört döndüğüm bir gündü. Kumdan belli belirsiz çıkıntı yapmış yeşil pırıltıyı farkedince, ne olduğunu anlamak için tırmığı özenle takıp şişeyi kumdan çıkardım. Oldukça eski, kalın çeperli, su yeşili camdan şişeyi evirip çevirirken, korkuyla yuvalarından fırlamış gözleriyle bana bakan horozbina yerleştiği şişeden çıkmamak için direniyordu. Belli ki bir şeyleri koruyordu.

İçine balıkların yuvalandığı şişeleri toplamamaya dikkat ederim. Daha sudayken şişelerin içini yıkamamın tek nedeni, yılların tortusunu temizlemek değildir. Es kaza şişede bir balık ya da yengeç kaldıysa çıksın gitsin ve yaşamaya devam etsin telaşıdır benimki, sırtımda en az 20 kilo ağırlıkla kıyıda dengede durmaya çalışırken.

Fakat ilkbahar sonu gelip de horozbinalar ve kaya balıkları şişelerin içine yumurtlamaya başladıklarında, içinde yumurta bulunan şişeleri değil çıkarmak dokunmam bile. Her birinde yüzlerce yumurta olduğunu düşünürseniz, gelecek sene yüzlerce balık demektir bu yumurtalar. Pürüzsüz cam cidara yapışmış yumurtaları koruyan anaç horozbina size tehditkâr bakışlar fırlatırken, adeta bir tıpa gibi kapatır yumurtladığı şişenin ağzını.

***

Derin’in tavşana benzettiği horozbina da canlı bir şişe mantarı olup çıkmıştı içi yumurta dolu rakı şişesinin
ağzında. Yüzüne cepheden bakınca, gözlerin hemen gerisinde dimdik yükselen uzun deri çıkıntıları gerçekten dik kulaklı bir tavşanı andırıyordu.

Ürkmesin diye şişeyi yavaşça yerine koyup bir başka cama yöneldim madende. Bu sefer de kırık bir kadehin içine iki horozbina birden yuvalanmışlardı. Deniz zamanla kadehin içini süngerle kaplayarak balıkların rahatça yuvalanmaları için keskin kenarları kapatmış ve yumuşacık bir beşik hazırlamıştı onlara.

Bu beşiklerin içinde büyüyen yavru iskorpitlerle, lapinlerle, hanozlarla boğazda o kadar çok karşılaştım ki...
Konuyu dağıtmamak için horozbinalara dönelim, diğerlerini başka bir zaman anlatırım.

***

Daha çocuklukta tanışılan balıklardandır horozbina. Blennidae ailesinin üyeleri olan horozbinalar gerekmedikçe çok hareket etmeyen, yuvalanmayı seven ve yuvalarını koruyan balıklardır. Dibi eşeleyerek ortaya çıkardıkları kurtçuklarla ve küçük kabuklularla beslenseler de dipte karşılaştıkları hemen hemen her çeşit leşten küçük bir parça koparmayı da ihmal etmezler. Av peşinde koştukları görülmemiştir, ama iş yuvalarını korumaya gelince sinir küpü olur çıkarlar. O küçücük cüsselerine bakmadan dalgıca kafa tuttukları bile olur.

İstanbul’un kıyı semtlerinde ya da adalarda oturan çocuk tayfasından horozbinayı bilmeyen nadiren çıkardı eskiden. Acemi oltacıların ilk avları bir kaya balıkları bir de horozbina olurdu vaktiyle. Annenin dikiş kutusundan bir kaç tane toplu iğne aşırılır, sonra elden geldiğince özenle bükülerek bunlardan iptidai olta kancaları yapılır ve sağlamca dikiş ipliğine ya da eskiden evlerde bolca bulunan dantel ipliklerine bu kancalar acemice düğümlenerek ilk olta hazırlanırdı.

Bir zamanlar benim de izlediğim yol aşağı yukarı böyleydi. Sonra mahalleden arkadaşlarla ver elini Bostancı sahile, orası olmazsa Kuzguncuk, eğer haftasonu adaya gidilmişse müsait olan ilk iskeleden midyeyle yemlenmiş olta denize bırakılırdı. Horozbina oltaya atlamakta çok nazlanmaz. Daha birkaç dakika geçmeden kovalar dolmaya başlardı. Horozbina tutmak benim gibi şimdilerde 40’ını aşmış çoğu İstanbullu’nun 70’lerdeki kıyı eğlencelerinden biriydi. Hemen hatırlatayım, tuttuğum horozbinaları hiç öldürmedim. Kancadan çıkarır kıyıdan topladığım bir iki yengecin beklediği su dolu kovama atar ve daracık dünyadaki kovalamacayı seyrederdim. Horozbina yeleyi andıran sırt yüzgecini kabartır, yengeç kıskaçlarıyla gözdağı verirdi. Sonra hepsi geldikleri gibi doğruca denize geri boca edilirdi. Dedim ya çocukluk eğlencesi...

***

Türkiye’de balık biliminin (ihtiyoloji) öncülerinden olan Rhasis Erazi, İstanbul Boğazı ve Marmara’da yaşayan horozbina türlerine ilişkin önemli bir makaleyi 1940’larda yayınlamıştı. Ondan önce 1937’de Sadullah Ayaşlı tarafından kaleme alınan Boğaziçi Balıkları adlı eserde de horozbinalara genişçe yer verilmiştir. Gerek makalede gerekse kitapta bahsedilen horozbina türlerinin çoğu İstanbul Boğazı’nda hâlâ yaşamayı sürdürüyor. Göçmen balıklar olmamaları ve bölgeci bir yaşam şekli sürmeleri nedeniyle, deniz koşullarında yaşanan olumsuzluklardan ilk etkilenen balık türleri arasında onlar da var.


Şükürler olsun İstanbul kıyılarındaki her dalışta horozbina görmeye devam ediyorum. Sevincim boşuna değil. Eğer bir yerde horozbina yaşıyorsa orası için daha umutlar tükenmedi denebilir.

10 Mayıs 2014 Cumartesi

DERİNLERDE KANAT ÇIRPMAK...

“Ama bunun parçası yok... Bunun kuyruğu kırılmış...”

Geçenlerde oğlum Derin’le televizyonda mantalarla ilgili bir belgesel seyrederken yumurcak aniden bu tepkiyi
verdi. Haftasonuydu, uykum kaçınca kendime okkalı bir sabah kahvesi yapmıştım. Kafeinin yardımıyla kendime gelmeye çalışırken kanaldan kanala atlamayı da ihmal etmiyordum.

Kim kimi aldatmış? Kimin eli kimin cebinde? Falanca filancayı hangi mekânda kiminle bastı? Klasik haftasonu programları. Denizin derinine dalmayı seven bendeniz başkalarının mahremine dalmayı çok şükür hiç sevmedim. Allah’tan belgesel kanalları var...

Digiturk 183’de yayınlanan BBC Science’ı izlemenizi öneririm. Her programı güzel olmasına güzel, ammavelakin “Okyanuslar” adında bir belgesel dizi var ki, görüntü ve içerik kalitesiyle benzerlerinden hemen ayrılıyor. Tabi bu benim fikrim.

Neyse lafı uzatmayayım, işte kanaldan kanala gezerken mavi dünyada yüzmekten çok kanat çırpan dev
mantalar bir anda ekranı doldurdular. Tam bu görüntünün tadını çıkarırken uyku mahmuru Derin gözlerini ovuşturarak içeri girdi. Koltuğa zıpladı ve hemen yanımda yerini aldı. Klasik baba oğul koklaşmasının daha başında bizimki ekranda balerin edasıyla süzülen mantayı gördü.

Önce klasik soru: “Baba bu ne?”
Cevap gayet basitti: “Manta balığı oğlum...”
Soruda ve cevapta hiçbir olağanüstülük yoktu ama yumurcağın takip eden tepkisi şapka çıkarttıracak cinlikteydi: “Ama baba bu balık değil, bunun parçası yok, kuyruğu kırılmış...”

***

Su Ürünleri Fakültesi’nde balık sistematiği dersi 2. sınıfın ilk döneminde okutulur. Denizlerimizde yaşayan irili ufaklı yüzlerce balık türünü dört ay içerisinde ve formaldehit sıvısında rengi solmuş şekli çarpılmış, kimbilir kaç sene önce toplanıp kavanozlara tıkıştırılmış örneklere bakarak öğrenmeye çalışırsınız. Benim gibi meraklı olanlar ellerine geçen her fırsatta olabildiğince canlılarını görmek için Kumkapı balıkhanesiyle denizin dibi arasında mekik dokurlar.

Sessiz dünyanın tuhaflıklarıyla ilk karşılaşmaların yaşandığı derslerden birisi de balık sistematiğidir. O
tuhaflıklar arasında kuyruk yüzgeçleri yok denecek kadar küçülmüş vatozlardan, kırbaç kuyruklu irinalara ve mantalara kadar çeşitlenen birkaç düzine yassı kıkırdaklı balık da vardır. Gerçi bu hayvanlara yassı köpekbalıkları diyenler de çıkar zaman zaman, ancak vatozlarla diğer benzerlerinin, kıkırdaklı balık olmaları haricinde  köpekbalıklarıyla uzaktan yakından ilgileri yoktur. Köpekbalıklarıyla aşağı yukarı aynı dönemde dünya sahnesinde yerlerini alan vatozlar ve benzerlerinin evrim yolculuğu farklı bir yolda ilerleyerek günümüze ulaşmış.

Alışılmış balık biçimiyle uzaktan yakından ilgisi olmayan vatozları ilk kez balık sistematiği laboratuvarında görünce birçoğumuzun tepkisi de oğlumunkinden pek farklı değildi: “Bunun kuyruğu yoksa nasıl yüzüyor peki?”

***

Vatozlar dost canlısı ve zarif yaratıklar. Ancak oldukça tembel olduklarını da eklemeliyim. Çoğunlukla dipte
yatarlar. Öyle ufak tefek dürtüklemeler onları yerlerinden kıpırdatmaya yetmez çoğu zaman. Şöyle bir kıpırdanır ama genelde yerini terketmez, terketse de çok uzaklaşmaz. Yüzmek doğasında yok zannedebilir onu tanımayanlar. Fakat böyle ağır kanlı bir balığın bile tahammül sınırı vardır ve nihayet orasının burasının kurcalanmasından bıktığında etli kanatlar gibi genişlemiş olan göğüs yüzgeçlerini önden arkaya dalgalandırarak yüzmekten çok uçarak yanınızdan uzaklaşır gider.

Vatozun gidişi hızlı bir kaçıştan çok genellikle zarif bir yer değiştirmedir. Eğer ille de bulucam derseniz arkasında bıraktığı kum bulutunu izlemeniz yeter.  Geçenlerde Darıca Yelkenkaya’da aşırı ilgimizden sıkılan vatoz da böyle kaçıp gitmişti yanımızdan. Karşımıza çıkan vatozun türü Raja radula’ydı. Taner (Aksoy) hayvanı yerinden kıpırdatıcam diye hatırı sayılır bir çaba sarfetmişti. Yelkenkaya’nın az ilerisinde Tuzla’da Mercan diye bir yer vardır. Bahar aylarında bunların birçoğunu bahsettiğim yerde kıyının yakınlarında gezinirken görebilirsiniz. Hatırı sayılır bir üreme telaşına denk gelirseniz şaşırmayın.

Karnını doyurmak, soyunu devam ettirmek ve derinlerde keyifle kanat çırpmak; vatozların yaşam felsefesi böyle özetlenebilir...

10 Mart 2014 Pazartesi

HAYATTA SEVEREK YAPTIĞIM TEK İŞ

Köpekbalığı hikâyem aşağı yukarı 26 yıl önce, Bakırköy Balık Pazarı’nda gördüğüm kocaman bir bozcamgözle (Hexanchus griseus) başladı. İstanbul Üniversitesi Su Ürünleri Fakültesi’de öğrenmeye iştahlı bir öğrenciydim. Derinlerden gelen ziyaretçinin haberini aldığımda ki, kuzenim bir solukta anlatmıştı bir gün önce gördüğü dev köpekbalığını, fotoğraf makinemi kaptığım gibi soluğu balık pazarında almıştım. Marmara’nın derin karanlığından koparılan dev bozcamgözü görmeye benden başkaları da gelmişti. Kimi derisine dokunuyordu, kimi uzaktan bakmakla yetiniyordu. Dişleri ölüyken bile korkutmaya yetmişti kara insanlarını. Hazır gelmişken bir kilo da balık alalım diyen meraklı kalabalığından fazlasıyla memnundu Balıkçınız Kenan. Evet yanlış duymadınız; özellikle kış aylarında Gürpınar’daki dükkânında sergilediği irili ufaklı bozcamgözlerle ve kurduğu deniz canlıları müzesiyle gündeme gelen Balıkçınız Kenan da o tarihlerde Bakırköy’deydi.

Bozcamgözü incelerken aklımda tek bir soru vardı: acaba bir punduna getirip bu dişlerden birini alabilir miyim? Etraf fazlasıyla kalabalıktı ve dişleri yerlerinden sökmek zor görünüyordu. Dev köpekbalığının birkaç kare fotoğrafını çekip doğrulmuştum ki balıkçının sesini duydum: - Selam delikanlı, gazeteci misin? Yok... - Madem değilsin ne halt etmeye hayvanın ağzına elini sokuyorsun o zaman?

Balıkçılık okulunda öğrenci olduğumu bir solukta söyledim, tabi ki dişlerden almak istediğimi de. Bıyık altından hafifçe gülümsedi, sonra kocaman palamut bıçağıyla birkaç tane dişi kesip verdi. Çenedeki dişsiz kalan yerler çok zavallı görünmüştü gözüme. Köpekbalığının dişleri olmadığında tüm kudretini yitirdiğini daha o gün anlamıştım. Onun sihri de şiddeti de dişlerindeydi. Adeta alamet-i farikasıydı sedef ışıltılı dişleri.

***

Size anlattığım bu kısa hikâye 1988’de soğuk bir Kasım günü yaşanmıştı. Akşam eve dönerken cebime
tıkıştırdığım naylon poşette köpekbalığı dişleri vardı. Hayatımda ilk kez büyük bir köpekbalığının fotoğrafını çekmiştim. Keyifliydim; belki o gün farkına varamamıştım ama hayatımın yönü belirlenmişti Bakırköy Balık Pazarı’nda. Gelecek 20 küsür yılda akademisyenlikten serbest çevirmenliğe, dalgıçlıktan metin yazarlığına kadar çeşitli işlere girip çıkacaktım. Hatta kısa sürelerle de olsa işsiz bile kalacaktım. Ancak, bazen balıkçı tezgâhlarında bazen açık denizde köpekbalıklarının peşindeki yolculuğum asla sona ermeyecekti. Hayatta severek yaptığım tek işin temeli buz gibi bir Kasım sabahı atılmıştı.

Onları asla kana susamış canavarlar olarak görmedim. Özellikle büyük köpekbalıklarıyla uğraşmanın
 beraberinde getirdiği tehlikeler her zaman aklımın bir köşesindeydi. Köpekbalıklarıyla birlikte dalarken ya da yeni avlanmış bir makoyu incelemek için yanına çömelmişken en küçük bir dikkatsizliğimin ciddi sonuçlar, hatta üzücü sonuçlar doğurabileceğinin farkındayım. Yırtıcı canlıların doğası onları incelerken çok dikkatli olmayı gerektiriyor. Neyse ki hâlâ tek parçayım. Çoğu insan benim sadece bir kelle avcısı olduğumu, çene ve diş toplamaktan başka bir şey yapmadığımı düşünür. Bu kesinlikle doğru değil. Şüphesiz fırsat buldukça bu kıymetli örneklerin yanı sıra genetik analizler yapmak için doku parçaları da topluyorum köpekbalıklarından. Fakat bu kıymetli örnekler basit bir aksesuar merakının özneleri değil. Onlar, denizlerimizde asırlardır süregelen ancak bugüne kadar çok az kulak verilen köpekbalığı hikâyelerinin elle tutulur kanıtları. Bugün Kabasakal Koleksiyonu’nda muhafaza edilen bu örneklerin tümü farklı araştırmalar için mercek altına alındı ve uluslararası bilimsel dergilerde makaleler halinde yayınlandı. Türkiye Köpekbalığı Kaynakçası’nın oluşturulmasında her birinin önemli bir yeri olduğunu düşünüyorum.

Balıkçınız Kenan’da geçirdiğim birkaç saat köpekbalığı bilimi ya da elasmobrankoloji alanındaki kariyerimi başlatmakla kalmadı, aynı zamanda İhtiyoloji (Balık Bilimi) Araştırmaları Topluluğu’nun da (İAT)  fitilini ateşledi. İAT’ı Türkiye’de çok az insan tanıyor olsa da farklı ülkelerdeki birçok köpekbalığı araştırmacısının gözünde önemli bir kurum haline geldi zamanla.

***

Yeni bir balıkçıyla ilk kez çalışmaya başlamanın her zaman kendine has sıkıntıları olur. Karşınızdakinin güvenini kazanmak bu işin kilit taşıdır. Aradan geçen 26 yılda en az bir düzine balıkçı teknesine gönül rahatlığı ile girip çıkabildiğim için şanslıyım. Aksi halde Türk sularında yaşayan köpekbalıklarının gizemli dünyasına giremezdim. Hepsinin bende ayrı bir hatırası var, ama içlerinden birinde gördüklerimi unutmam mümkün değil. ‘Şekerbaba 2’ydi bu teknenin adı. Gökçeada’da Kaleköy rıhtımına bağlı dururdu. Hacı ve Ramazan Çavuş adında iki balıkçı kardeşe aitti 17 m uzunluğundaki ahşap trol teknesi. Onları ilk tanıdığımda çok telaşlıydılar. Tekneyi yeni almışlardı ve donatmaya uğraşıyorlardı. Kaleköy’de eski Rum kilisesinin hemen yanıbaşındaki çınarın altında, demli çaylarımızı yudumlarken, onlara doktora tezimden ve köpekbalığı yakalamak zorunda olduğumdan bahsetmiştim.  1997 yılının Nisan ayıydı. Gökçeada’nın meşhur rüzgârlarının esmediği, güzel güneşli bir ilkbahar günü, ada sakindi. - İnceleyecek başka şey bulamadın mı?” diye sormuştu Ramazan. - Biz sana kasa kasa gönderelim, gelmene gerek yok...” demişti kardeşi. Evet bu da bir çözümdü, fakat ben onları sadece laboratuvarda değil, kendi yaşama ortamlarında incelemeyi de istemiştim. Düşünceme saygı duyup beni aralarına kabul etmişlerdi, ama delinin teki olduğumu yıllar boyunca hep gülerek, şakayla söylemeyi de ihmal etmedi bu kurt balıkçılar. Kuzey Ege’nin bazen hırçın, bazen sakin sularında, yıllarca sürecek maceramız böyle başlamıştı. Beraber çok güzel günler gördük, çok fırtınalar atlattık emektar trolün güvertesinde. Şekerbaba 2 adeta ikinci evimdi.

Eski ve yeni ustalardan çok şey öğrendim köpekbalıkları hakkında. Orkinozların peşinden Marmara’ya akın eden büyük beyazları (Carcharodon carcharias) onlar sayesinde tanıdım. Gerçi orkinozun da büyük beyazın da Marmara’dan eli eteği çekildi artık. Yaşlı kurtların sonuncusu da öldüğünde bu hikâye de sonsuza kadar unutulacaktı. Neyse ki KANIT (Türk Sulanda Yaşayan Köpekbalıklarının Tesbiti) Projesi kapsamında yürütülen geçmişe dönük incelemeler ışığında, unutulmaya yüz tutmuş köpekbalığı hikâyelerinin onlarcası kayıt altına alındı. KANIT Projesi’nin bir başka hedefi ise, sularımızda yaşayan köpekbalığı türlerinin güncel durumunu ortaya çıkarmaktı. İAT çatısı altında 2000 yılında başlatılan ve 2010’da ilk bölümü biten projenin bana göre en önemli sonucu ise, köpekbalıklarımızı diğer balık türlerinden ayrı tutarak anlatan ilk Türkçe kitabın yayınlanmış olmasıdır. 4Deniz Yayınları’ndan çıkan Türk Sularında Köpekbalıkları okuyucusunu bekliyor.

***

Bu işe başladığımda bıyıkları yeni yeni terleyen bir delikanlıydım. Bugün kafamda siyahtan çok beyaz saç var. Mikroskop başında geçen uzun saatler gözlerimi bozmuş olsa da şikâyetçi değilim. Köpekbalığı dokularındaki dünya görmeye değerdi. Domuz köpekbalığını incelemek için derin sularda dakikalarca gezinirken hissettiğim heyecanı, Gökçeada’da Kaşkaval Burnu açıklarında mavi köpekbalığıyla yaşadığım kapışmayı hiçbir şeye değişmem. Müzelerin tozlu koridorlarından, kitapların sararmış sayfalarına, derin deniz çukurlarına uzanan bir yaşam benimkisi. Kuzey Anadolu Fayı üzerinde dipsiz bir kuyuyu andıran Tekirdağ Çukuru’nun 1000 m’yi aşan derinliğinde çivili köpekbalığını (Echinorhinus brucus) kaçınız izlediniz?


26 yıl zordu ama çok keyifliydi. Umarım bir bu kadar daha devam edebilirim, hayatta severek yaptığım tek işi yapabilmeye.