24 Şubat 2013 Pazar

KALKAN VE DALYAN...


Elbisem mi su aldı, yoksa terim mi yoğuştu? Kuru elbise giydiğim dalışların hemen hepsinde bu soru kafamı kurcalar durur.

Belkoz Dalyanı’ndan Selvi Burnu’nun az berisinde Hünkâr Köşkü’ne doğru derinden giderken de yine aynı soru takıldı kafama.

Su mu, ter mi? Adam sende, neyse ne...

Tahmin ettiğim şey olduysa muhtemelen kıyıda oldu. Balıkçının biri sabah sabah sevinç çığlıkları attı beni görünce:

-Seni Allah mı gönderdi be? Şu halatı az ötedeki tonoza bağlasana hayrına... Çok derinde değil, taş çatlasın iki bilemedin üç kulaç...”

Kıramadım sonradan adaşım olduğunu öğrendiğim güleryüzlü balıkçıyı. Bir an evvel yoluma gitmek için elbisenin boşaltma valfini sonuna kadar açıp çapari kurşunu gibi indim halkalı taşın (yani tonozun) yanına. Bir sızıntı olduysa herhalde bu sırada olmuştur. Ne yapalım, sağlık olsun...

***

Şöyle bir yokladım kendimi, vıcık vıcık bir durum yok. Sol kolumdaki serinlik tahammül edilemeyecek gibi değil. Galiba boşuna huylanmışım...

Kalın halatı tonoza geçirdikten sonra ucuna elincesini bağladım. Sonra balıkçıyla anlaştığımız gibi üç kere çektim işin bittiğini anlasın diye. Kafamı yukarı kaldırınca küpeşteden sarkan adaşımın ipi hızlı hızlı çektiğini gördüm. Benden bu kadar, hadi eyvallah...

***

Beykoz, boğaz boyunca sıralanmış eski balıkçı köylerinden biri. Gerçi köylükle ilgisi kalmadı ya artık, boğaz kıyısı boyunca dizilen diğer yerleşimler gibi...

Beykoz’un balıkçılığının iki alameti vardır; biri kalkan balığı diğeri de dalyan...

Artık çok fazla kalkan çıkmaz oldu buralarda. Dalyansa her bahar suların ısınmasıyla beraber hâlâ kuruluyor. Bir zamanlar iri kıyım orkinosların kapana kısıldığı Beykoz Dalyanı yıllardır boğazın devlerine hasret.

Geçmişte dalyancılarla devlerin kıyasıya kapışmalarına sahne olan dalyanın çevresinde, hayal meyal hatırlanan savaşlardan geriye bir iz kalmış mıdır acaba?

Bu sabah derinlere giden yolum dalyanın nerdeyse tam ortasından geçiyor. Kapana kıstırılmış kadim devlerden kalan bir iz varsa rastlarım belki...

***

Su çok soğuk, 7 derece. Cam yeşili duru boğaz suyu yüzümün açıkta kalan yerlerini bıçak gibi kesiyor. Bu suya kuru elbisesiz dalmayı hayal bile edemiyorum. Yarı kuru falan hikâye. Balıklar bile kanalın nispeten ılık sularına çekilmişler bu sabah. Kayabalığı bile yok ortalıkta...

***

Sağa sola dağılmış çeşit çeşit şişe var yolumun üzerinde.

Rakı şişeleri, şarap şişeleri, deniz kenarı muhabbetlerin ortağı, sırdaşı, arkadaşı “Efes” şişeleri...

Şampanya şişeleri kimbilir hangi kutlamanın ardından denizin dibini boyladılar? Tepesi kırık asırlık konyak şişesi keşke sağlam olsaydı. Kalın koyu yeşil camı vitrinde güzel dururdu. Yine de elim boş kalmadı bu sabah. Beykoz’un eski cam ocaklarından çıkma elişi soda şişesi kuru elbisemin cebine çoktan girdi bile...

Deniz tabanı kıyıdaki zevk-ü sefanın, doymak bilmeyen yeme içme alemlerinin izleriyle dolu. Yiyip içip boşunu denize atmışız...

***

Birbirine geçen ağ odalardan yapılma bir tuzaktır dalyan. Eskiden bu tuzağa düşen orkinozlar çaresizce çıkış yolunu ararken bazen bir tarafa o kadar yüklenirlermiş ki dalyanın ağ duvarı zorlamaya dayanamaz patlayıverirmiş!

Dalyanın kurulduğu kumluktaki ağ yığını acaba o muhteşem firarların kalıntısı mı?

Etrafta o kadar çok ıvır zıvır var ki! Tırnakları kırılmış, ipleri kopmuş çapalar... Bazıları bomboş kumluktaki tek tük kayalara öyle usturuplu takılmışlar ki insana “kör şeytan” dedirtir.

Ee deniz hali bu, görmediğin derinliklerde kısmetine ne çıkar, Allah bilir. İnsan bazen denizden alır, bazen de vermek zorundadır...

***

Çok derine inmedim bu sabah. Dönmeye başladığımda 23 metredeydim. Bizim şebekenin elemanları son bir aydır ya hasta ya da ev bark telaşında. Biraz daha gitsem beş dakikayı bulmaz 50 metrede olurdum ya, onlar yokken derine inmenin de tadı yok...

Dönüş yolunda dalyanın çapa azmanı demirlerinden birine rastladım. En az iki adam boyunda dibe saplanmış bir pençeydi sanki! Zamanında devleri zaptetmiş dalyana da böyle pençeler yakışır.

Hünkâr Köşkü’ne yakın beyaz bir yalının önünde yüzeye çıktım. Sabah dinginliğinde keyif yapan iki hanım beni görünce başta biraz ürktüyseler de hemen toparladılar. Palete kuvvet topukladım.

Çekeğe doğru aheste aheste giderken eski yalıları seyrettim denizden. Kayıkhanelerinde kancabaşlar olurdu eskiden, şimdi yerlerinde yeller esiyor. Kıyıda beni bekleyen adaşımla arabaya yürürken balıktan, balıkçılıktan lafladık. Dalyandaki orkinos curcunasından, Çubuklu Burunbahçe’deki manyat yerinden konuştuk ben malzememi çıkarırken. Ortak anıları paylaşmak güzel...

***

Elbisenin fermuarını açınca korktuğum başıma gelmedi. Yoğuşan terin nemiymiş serinliğin kaynağı. Bu dalışı da olaysız atlattım şükürler olsun.

Malzemeyi toparlarken şöyle bir baktım; bir tarafta caddeden gelen geçen arabalar, bir tarafta boğaz, arada ben...

Hangi tarafa aidim acaba?

Biri göz önünde diğeri gözden uzakta iki dünyanın insanı olmak biraz yorucu olsa da, her hafta sonu yaşadığım o arınma duygusunun yanında yorgunluğun lafı bile edilmez.

12 Şubat 2013 Salı

GÜVENİLİR VE ZAHMETSİZ: MK10


Beraberliğimiz yirmibeşinci yılına girerken Scubapro MK10 regülatörümü emekliye ayırdım.

Bu süre içinde o kadar çile çekti, öyle zorluklara katlandı ki, yıpranma payını da hesaba katınca erken emekliliği haketti emektar can yoldaşım.

Ne maceralar yaşadık, ne badireler atlattık birlikte. Bazıları bugün bile tüylerimi diken diken eder...

Bir kere bile yorulmadı, benden bu kadar demedi!

Üstelik her nefeste hayat vermekle yetinmedi, alacakaranlık diplerin sessizliğinde yankılanan fokurtusuyla da arkadaş oldu bana.

Onu denizden, alışkın olduğu, tutkun olduğu derinliklerden ayırmış olmak beni üzüyor. Fakat artık zamanı gelmişti. Yıpranmış haliyle bile zamane regülatörlerine taş çıkartır. Ne de olsa eski toprak. Boğazın, Marmara’nın zorlu sularında birlikte piştik...

***

Onu kutusundan ilk kez çıkardığım gün daha dünmüş gibi gözümün önünde. Artık çizik içinde olan metal gövdesi ayna gibi parlıyordu. Diyaframı örten koruyucu metal kapaktaki “Mark X Dual Balanced” yazısının silikleşmesi için daha uzun maceralar vardı ikimizin de önünde...

Deniz salyangozu toplarken kullanmaya alıştığım, kâh hava kâh bir yudum deniz soluduğum Allahlık regülatörlerden sonra MK10’un güçlü nefesi adeta fırtına gibi esmişti ciğerlerimde. Az bir çabayla nefes almam yetiyordu havayı kasırga gibi üflemesi için...

***

Dalışa başlayalı daha bir yıl olmuştu. 18 yaşında yeni yetme bir dalgıçtım. İşte o emekleme günlerinde rahmetli babam hediye etmişti mücevher kadar değerli MK10’u.

Bu işi çok sevdiğimi, her ne pahasına olursa olsun dalmaktan vazgeçmeyeceğimi kabullenmek zorunda kalınca, derinlerde aldığım her nefesi belli ki güvenilir birine emanet etmek istemişti cebindeki bütün parayı benim selametim için harcarken.

MK10 ne babamın ne de benim güvenimi boşa çıkardı, ona emanet edilen canı asla soluksuz bırakmadı...

***

İç düzeneği çok basittir. Birinci kademesi klasik pistonlu mekanizmayla çalışır. Bakımı, ayarı düzgün yapılırsa, 60-70 metre derinde hiç zorlanmadan nefes almanızı sağlar.

Elinizde uygun araç gereç varsa söküp takması da çok kolaydır. Öyle incik boncuk parçası yoktur, kolayca ele gelir. Bir kere alıştınız mı bakımını kolayca yapabilirsiniz...

İkinci kademenin mekanizması da oldukça sadedir. Zamane regülatörleri gibi narin değildir. Anahtarı azıcı kaçırınca ne çatlar ne de ezilir. Sizin anlayacağınız eziyete tahammüllüdür. En sert koşullarda güvenle kullanılsın ve zahmetsizce bakım yapılsın diye tasarlanmıştır...

***

Aslında hâlâ iyi çalışıyordu. Son olarak Rumelihisarında Lok Pharba batığına ve Kanlıca Koyu’nun önündeki derin yamaca dalmıştık birlikte.

Hisarın açığında 50 küsür metrede uyuyan Lok Pharba’ya dalmak, derin suyla ve akıntıyla aynı anda mücadele etmeyi de göze almak demektir. Hal böyle olunca benim gibi nefes cimrisi birinin bile hava sarfiyatı ister istemez artar.

Lok Pharba dalışında sorun yaşamamak için kelle başına en az üç tüp gerekir. Geçen Kasım’da batığa inerken de üç tane tüp vardı yanımda. O gün sol askıda sallanıp duran 10’luğa takmıştım MK10’u.

Gidişte ve batığı gezerken sırtımdaki 15’liği tüketmiştim. Dönüş yolunda ve neredeyse 40 dakika süren dekompresyonun 3’te 2’sinde uzun uzun vedalaşmıştım sadık can yoldaşımla. O yorgun haliyle bile tık dememişti...

***

Ocak ayının ilk haftasıydı. Kanlıca Koyu’nda son hazırlıklarımı yaparken diyafram kapağını tutan metal kelepçelere takıldı gözüm.

Bronz kelepçelerin bir zamanlar pırıl pırıl parlayan krom kaplaması çizik içindeydi. Denizin dibinde yaşadığım keyiflerin ve korkuların arkasında kalan izlerdi onlar.

Belki de bu yüzden, kaç defa niyetlenmiş olsam da yeniden kromla kaplatmadım onu. Denizde birlikte piştik, birlikte yıprandık, birlikte yaşlandık.

İkimiz de deniz yorgunuyuz, zamanın izleri var ikimizin de teninde. Derinlerde geçen bir ömrün izlerini niye silip atalım ki üzerimizden?

Artık vitrinde dinlenmeye çekilmiş olsa da yüzyüze geldiğimiz her an sadece benim duyabileceğim bir fokurtuyla usulca seslenir bana:

“Buradayım, ne zaman istersen seninle yine derinlerde kaybolup gitmeye hazırım...”

7 Şubat 2013 Perşembe

KUMDA KIPIRDANAN HAYAT: DİL BALIKLARI...


İlk bakışta birbirlerine çok benzerler. Zaten bu benzerlikten dolayı kolayca birbirleriyle karıştırılırlar.

Tümüne birden dil balığı denen bu beyaz etli ve lezzetli balıkları hangisi hangisidir ayırmak için gözlerinin gerisindeki küçük ayrıntılara keskin bir gözle çok yakından bakmak gerekir.

Diple bütünleşen dil balıklarını farketmek ve aralarındaki farkları görebilmek dikkat ister.

***

Yumurtadan çıktıktan sonra çok kısa bir süre için orta suda gezinen ve ardından dibe çökerek dibi kaplayan hayatın sayısız motiflerinden birine dönüşen dil balığının geçirdiği değişimi size daha önce anlatmıştım (bkz. Bir taraf kaybeder diğer taraf kazanır).

Dil balığı larvasının bedeni yassılaşırken başın bir tarafındaki göz yerini terkederek diğer gözün yanına yerleşir. Bu durum, dil balığının anatomisini tanımayanların, gözlü tarafı sanki sırt tarafıymış gibi zannetmelerine neden olur. Oysa bu taraf dil balığının sol tarafıdır; gözlerin arkasındaki yüzgeçler de sırt değil göğüs yüzgeçleridir.

Karışık mı oldu? Devamlı sol kolunuzun üzerine yatarak yaşadığınızı, kafanızın sağ tarafında iki tane gözünüzü olduğunu hayal edin. Okula, işe, çarşıya, pazara sol kolu üzerinde yatarak gitmeye çalışan, bu haldeyken muhabbet eden, günü böyle geçiren insanlar...

Dil balığının yaşam tarzı biraz olsun gözünüzde canlanabildi mi?

***

Çavaledeki balıklar fiyatlarına göre sıralandıklarında dil balığı listenin üst sıralarına hemen yerleşir. İster evinizde pişirin ister lokantada ısmarlayın, eğer dil balığı yemeye niyetlendiyseniz, ziyafetin sonunda biraz kabarık bir hesap ödemeye de hazırlıklı olun.

Kendi tadı pek hafif olduğundan dil balığı genellikle başka lezzetlerle harmanlanarak pişirilir.

Karides kuyruklarına sarılmış dil balığı filetosu ya da sarımsaklı tereyağında pembeleştirildikten sonra limon sıkılarak fırınlanan bütün dil balığının yanında sade ızgarasının esamesi okunmaz.

Neyse, mutfağın derinlerinde kaybolmadan asıl konumuza geri dönelim...

***

Ne diyordum?

Aa, evet, dil balıklarını birbirlerinden ayırmak, aralarındaki farkları farketmek dikkat ister.

İstanbul’un Marmara ve Boğaziçi sularında birden fazla dil balığı türü yaşar. Bunlar arasında en sık rastlananlar Solea nasuta ve S. vulgaris’tir.

Bu yazının başında gözlerin gerisindeki küçük ve önemsiz gibi görünen göğüs yüzgecinden bahsetmiştim.

Dil balığının bazen bayrak gibi dalgalandırdığı, bazen bedenine yapıştırdığı göğüs yüzgeci, Solea cinsi dil balığı türlerinin ayırdedilmelerinde belirleyici bir rol oynar.

S. nasuta’nın göğüs yüzgecinin ön tarafı turuncudur, arkaya doğru siyah bir lekesi vardır ve yüzgeç beyaz bir bantla sonlanır. Bu dil balığı türünde göğüs yüzgecinin renk dizilimi turuncu > siyah > beyazdır.

Dış görünüşü açısından S. nasuta’nın neredeyse ikizi olan S. vulgaris, daha sade desenli göğüs yüzgeciyle ilk türden ayrılır. S. vulgaris’in göğüs yüzgecine yakından bakarsanız, ön tarafının kum rengi olduğunu ve arka tarafında siyah bir leke bulunduğunu görürsünüz.

***

Soleidae ailesinin üyeleri olan S. nasuta ve S. vulgaris’in dışında, İstanbul kıyılarında yaşayan iki dil balığı türü daha var: Citharus linguatula ve Arnoglossus thori...

Citharidae ailesinin üyesi olan C. linguatula, iri pulları ve sivri kafası ile Solea türlerinden kolayca ayrılır. Sırt ve anüs yüzgeçlerinin gövdeye birleştiği yerlerde koyu renkli küçük lekeler olduğu göze çarpar.

Oldukça küçük bir tür olan A. thori bothidae ailesinin üyesidir. Sırt yüzgecinin ikinci ışınının diğerlerinden çok uzun olması onu hemen ele verir.

Solea’lar gibi ticari kıymeti olan türlerin aksine ne Citharus ne de Arnoglossus türü dil balıkları değerli avlar olmadıklarından onları çarşı pazarda pek göremezsiniz.

Onlarla tanışmanın tek yolu dünyalarına misafir olmak, ziyaretlerine gitmektir...

***

Sizin için Ortaköy’ün nesi meşhurdur bilemem, ancak bu soruyu bana sorsalar cevaplarımdan biri mutlaka dil balığı olurdu.

Ortaköy Camii’nin az yukarısında Esma Sultan Yalısı’nın önünde deniz tabanı 20-25 metreye kadar dik bir yokuş gibi indikten sonra düzleşmeye başlar. Yavaşça derinleşmeye devam eden dibi izlediğinizde akıntının da yardımıyla ulaştığınız temiz kumlukta dil balıkları cirit atar.

Boğazın hemen her yerinde karşıma çıkan dil balıkları, artık her ne hikmetse burada toplaşırlar.

Yalıdan Boğaz Köprüsü’ne kadar uzanan kumlukta adım başı dil balığı görmek, cansız griliğin varlığınıza tepki vererek kıpırdandığına, canlandığına şahit olmaktır.

Rüzgârla savrulan yapraklar misali sağa sola kaçışan dil balıklarının arasında gözden uzak boğaz gezintisinin keyfi bir başkadır.

Dibi örten griliğin canlandığını farkettiğiniz an, dipteki dil balıklarını farkettiğiniz an, kuma karışıp giden hayatı, ıssız kumluğa can veren yaşamları da farkedersiniz.

Çevremi saran yaşam parçalarıyla derinlerde dolaşmak...

İşte bu bana çok keyif verir.