21 Nisan 2013 Pazar

DENİZ HEP ÖĞRETİR...


Ne kadar pişsem de hâlâ denizin öğrencisi olduğumu bir kez daha anladım.

İstediğiniz kadar deneyimli olduğunuzu, dalgıçlıkla alakalı her bilgiyi yalayıp yuttuğunuzu iddia edin deniz bunları umursamaz. Her zaman bir sürprizi vardır. Fırsatını bulur bulmaz yapacağını yapar, hizaya getirir adamı.

Artık öğretmeyi mi sever yoksa iplerin daima kendisinde olduğunu mu hatırlatmak ister bilinmez ya, her seferinde kendinizi acemi hissetmenizi sağlamanın bir yolunu bulur.

Dur bakalım der hemen şımarma, daha ne gördün ki? Bende daha ne numaralar var!

***

Bu sabah fena aldandım Beykoz’un sakinliğine...

Bunca yıldan sonra evimin bahçesinden farkı yok diye düşünürdüm. Dipteki her taşı bildiğimi zannederdim: şurada kırık küpler, ötede dalyanın devasa çapası, denizin geri vermediği ağ kalıntısı, midyelerle kaplanmış klozeti görünce şişe döküntülerine yaklaştın demektir.

Koyun dibindeki nişanlar sayesinde hemen her şeyi elimle koymuş gibi bulurum derindeki bahçemde gezinirken.

Orkozun kaldırdığı dip çamuru kristalin altına yayılınca, bu sabah Beykoz’un dip suyunu sanki sis basmıştı. Her zaman az çok berrak olan derin suda göz gözü görmüyordu.

Nereye gitti nişanlarım? Kerterizlerin hepsi sanki buhar olup uçmuşlar! Bu sabah deniz hem karanlık hem de bulanık. 30 metre derinde körlemesine gidiyorum. Dip suyunu bulandırmakla kalmamış akıntıyı da hissedilir derecede hızlandırmış orkoz.

Gerçi Paşabahçe Koyu’nda biraz açığa çıktığınızda akıntı her zaman kendisini hafifçe hissettirir. Koyda boğaz yüzeyden ve dipten daima kuzeye doğru akar. Bazen koyun güneyinde İnciraltı çakarının önünden suya girip kuzeye doğru sürüklenmeye bırakırım kendimi. Sahili seyrederek dalyana doğru giderken canımın istediği yerde yüzdürücünün havasını boşaltır ve ortadan kaybolurum.

Eğer kullanmayı bilirseniz koydaki akıntı bedava bir vasıta gibi sizi istediğiniz yere götürür.

***

Su bulanık olunca boğazın derin karanlığı daha da kararır. Berraklığını yitiren suda fener işe yaramaz. Ne kadar güçlü olduğu o kadar önemli değil. Suda uçuşan parçacıklara çarpan ışık her seferinde geri yansır, insanı kör eden parlak bir engel olur çıkar bulanık suda.

Bu sabah Beykoz’un dibinde yaşadıklarım böyle özetlenebilir.

Feneri söndürdüğümde daha rahat görebiliyordum. Pusulayı neredeyse burnuma dayamış vaziyette geri dönerken eski avlardan kalma ağ leşlerine takılmamak için pür dikkat etrafı kolaçan ediyordum. Ağa takılmak berrak suda bile insana kâbus yaşatır, sis basmış derinliklerde başınıza ne gelir varın siz düşünün...

***

30, 29, 28, 27, 26, 25... Karşıma ne ağ çıktı ne de eski halat yığınları. Yol üzerindeki birkaç iri kıyım kayadan kılpayı sıyırmış olmamın dışında sorun yok.

24, 23, 22, 21, 20, 19... Eski camların saçıldığı derinlikteyim artık. Derinliği koruyarak iskeleye doğru giderken çevremi çok net seçemesem de şişe aramaya devam ediyorum.

Bugün çok uzatmasam mı ne? Şimdiye kadar elim hiç boş çıkmadım, öyle ya da böyle şansım hep yaver gitti. Ancak bu sabah filem hâlâ boş. Artık kırık mırık bir şeyler bulsam iyi olur.

Beykoz bu sabah hem sabrımı hem de kısmetimi sınıyor sanki...

***

Tam çıkmaya hazırlanıyordum ki önce küçük bir likör şişesi buldum, sonra da bir tane mürekkep şişesi...

Adetimdir, çıkmaya karar verdiğimde eğer yeterli havam varsa ilk şişeyi bulduktan sonra 5-10 dakika daha bakınırım. Bu seferde öyle yaptım. Mürekkep şişesini bulduğum yerin yakınında geçmiş zamana ait o narin şişeyi gördüm. Yarı yarıya kuma gömülmüştü. Tırmığı dikkatle taktım kırmamak için. Fileye bile koymadım, çantaya özenle yerleştirdim.

Evde temizleyince orta çıktı hikâyesi: 1950’lerden kalma “Necip Bey” marka losyon şişesi denizden aldığım bugünkü dersin hediyesiydi.

Hep öğreten deniz elim boş göndermemişti.

16 Nisan 2013 Salı

SABAHIN BEREKETİ...


Titriyorum...

Üzerimdeki kuru dalış elbisesine rağmen denizin soğuğu banamısın demiyor. Hazırlanırken biraz ağırdan mı
aldım nedir? Galiba yine hafifçe terledim suya girmeden önce. Oysa malzemeyle çok fazla yürümemek için arabayı yakına parketmiştim. Çekek yeriyle otopark arasında 20 metre mesafe ya var ya yok. Fakat onca ağırlıkla yürüyünce insanın gözenekleri coşuyor.

Aslında çok kafaya takmamak gerek. Azıcık üşümek kış dalışının zekâtı sayılır. Kuru soğuk olarak kaldığı sürece mesele yok...

***

Boğazın dibinde yine şişe peşindeyim. Sahil yolunun kenarında hazırlanırken Beykozluların çoğu daha
uyuyorlardı.

Sabah yürüyüşüne çıkmış olan emekliler çekingenlikle karışık bir merakla bakıyorlardı malzememe. Sordukları soru hep aynı: kaç saat yeter o oksijen tüpü?

“Derinde saf oksijen solumak insanı öldürür!” dediğimde şaşırıyorlar. Oksijenin derinlerde zehire dönüştüğünü akılları almıyor. Ne söylesem boş, sırtımdaki tüp onlar için yine de oksijen tüpü...

***

Planım aynı: 30-35 metreye kadar amaçsızca gezinip haftalık arınma turunu tamamla, zehrini at, rahatla, bu
arada ilginç bir şeyler görürsen durup bakarsın.

Dalışın ilk çeyreği hafifleme, sıkıntıları denize atma turu...

Sonra uzun bir yay çiz. Geriye dön ama kaçar gibi tam tornistan bir geri dönüş değil. Menzile erişirken dönüş yolundan da keyif almayı unutma ve gözünü dört aç yol üzerindeki fırsatlara!

Cam döküntüleri 20’li metrelerde birer ikişer belirmeye başlayınca işe koyulma vakti geldi demektir.
Bir elimde fener diğerinde tırmık...

Kuru elbisenin  boşaltma valfini sonuna kadar aç. Havanın fazlası kendiliğinden çıkıp gitsin. Şişe ararken,
daha doğrusu amaç ne olursa olsun dibi eşelerken yüzerlik ayarıyla uğraşmayı hiç sevmem.

Bu arada motorlar da gidip gelmeye başladılar. Ben denizle boğuşurken Beykoz yavaş yavaş uyanıyor...

***

Koyu yeşil bir deniz Beykoz’un denizi. Arkasındakini hayal meyal gösteren yarı saydam bir tül gibi. Görmekle görmemek arasında gidip gelen şeffaf gölgeler gibi dibe saçılmış nesneler.

Beykoz’un denizi sonsuz bir boşluk gibi değil, görünmeyen sınırları var.

Geçmişin camları saklı bu boşluğun derinliklerinde ve kumların altında. 
Onları bulmak için sabırla aramak gerek.

Deniz bazen cömert davranır, özenle sakladıklarının üzerini açar, ortaya çıkarır onları. Çok fazla uğraştırmaz, zahmete sokmaz arayanı. Akıntının güçlü eliyle kumları süpürür atar, hazinesini paylaşır.

Bazen de tersliği tutar, alabildiğine cimrileşir. Geçmişin izlerini öyle ustalıkla örter ki eskiden eser kalmaz geride.

Neyse ki Paşabahçe Koyu’nun kuzey yönündeki hafif akıntısı ve iskeleye gelen giden vapurların yarattığı
anafor yüzünden Beykoz’un denizinin cimrilik etmeye pek fırsatı olmaz. Burada dip aynı gün içinde bir kapanır bir açılır. Aynı yerden ikinci, üçüncü geçişinizde bunu farkedebilirsiniz. Yeterince sabırlı ve dikkatli davranırsanız eliniz boş dönmenize müsade etmez. Daha demin kumla kaplı olan düzlük şehir hatları vapurunun anlık gayretiyle tertemiz olmuştur. Artık tek yapmanız gereken eskileri yenilerden dikkatlice ayırmaktır.

***

İnsanın rızkı sabah dağıtılırmış. Erken uyanan sabahın bereketini toplar, kimi karada kimi denizin dibinde...


Tırmığıma ilk şişe takıldığında deniz aydınlanmaya başlamıştı çoktan. Sabahın ilk hediyesi koyu yeşil camdan
kırıksız bir Benedikt likörü şişesiydi.

Aşağı yukarı bir ay önce Hünkâr Köşkü’nün açığında gezinirken bir tane daha bulmuştum. Fakat ağzı kırık diye almamıştım. Sağlamını bulmak bu sabaha kısmetmiş.

Günümüzde hâlâ üretilen bu likör Benedikt rahipleri tarafından ilk kez 18.
yüzyılda şişelenmiş. Bulduğum el yapımı şişe muhtemelen ilk üretimlerden biri. Daha çok ilaç niyetine tüketilen bitki kokteylinin boşunu acaba kim atmıştı denize?

Zaman geçtikçe filem dolmaya başladı. Cidarlarında kalıp izi bulunmayan, ağızları sonradan eklenmiş iki şişe
de eski cam ustalarının emeğinin eseri.

Dibinde derin girintisi olan yeşil şarap şişesinin boynu ve ağzı, asırlar önce harcanmış çabanın, damla damla alın terinin belirgin izlerini taşıyor. Önce üflenmiş, şekil verilmiş, sonra ağzı eklenmiş. Belli ki üfleme çubuğundan ayırırken biraz kırmak gerekmiş. Soğuyan camda dünün ustalığından izler kalmış...

Bizden önceki zamanlarda sarfedilmiş çabanın camlaşmış delillerini ararken hissettiğim rahatlama duygusunu keşke karada da hissedebilsem. (Ailemin yanında bulduğum mutluluğu ayrı tuttuğumu belirtmeliyim.)

***

Deniz bugün daha bir eli açık mı ne? Dipten şişe fışkırıyor! Gerçi çoğu 30-40 yıllık rakı ya da ispirto şişeleri.
Aralarında daha yaşlı olanları da var ya bunları şimdiden almaya gerek yok. İleride belki Derin toplar onları...

Kumun içine saklanmış olan şişeler bizden önceki İstanbulluların tüketim alışkanlıklarını ele veren birer ipucu
aslında.

Çoktan unutulup gitmiş bir müsekkin olan Neurinase’nin kabartma yazılı kahverengi şişesi... 1950’lerden kalma Vel-Çit marka Alman tipi yağlı saç boyasının kadın beli gibi kıvrımlı şişesi... Yeni Laboratuvar’ın kabartma yazılı el işi kavanozu...

Filem bu sabah geçmişin camlaşmış izleriyle doldu taştı. Sabahın bereketi işte...

***

Titreme biraz geçti sanki. Sudayken mesele yok ama rıhtıma çıkarken insanı zorlayan bir denge mücadelesini tetikliyor bu durum. Titrerken dengeyi korumak zor. Ne bir yerimi ne de şişelerimi kırmak isterim. Onları toplamak için akla karayı seçtim uyku sersemi kentin kıyısında.

Ne zaman tam iyileşmeden dalsam hep böyle olur. Yine hafif nezleyim, yoksa bu serinlik vız gelirdi bana. Böyle günlerimde uzun dekompresyon gerektirecek dalış yapmamaya çok dikkat ederim. Bugün derinde çok oyalanmayınca dalış bilgisayarı da insaflı davrandı, 6 metrede 3 dakika beklemede tokalaştık. Onun da yarısı çıkış yolunda geçti gitti zaten.

Beykoz’daki çekeğin tek eksiği doğru düzgün bir merdiveni olmaması. Dipteki irili ufaklı gevşek taşlar da cabası!

Ayaklarım dibe değer değmez tesisatın ağırlığından düşecek gibi olsam da sağlı sollu bekleyen kayıkların
desteğiyle vaziyeti kurtardım.

İyi ki sıkıca bağlamışım şişeleri. Bu kadar yorgunluğun üzerine kırılmalarını istemem doğrusu. Denizin dibinde yıllar önce daldıkları uykudan bu sabah bambaşka bir İstanbul’da uyandılar. Sabahın bereketiyle iyice keyiflenen bu dalgıca her birinin anlatacak ayrı bir hikâyesi var...

8 Nisan 2013 Pazartesi

DENGE ÖNLÜĞÜ...


Eskiden dalmaktan daha zordu çıkmak.

Malzemenin altın değerinde olduğu zamanlarda öyle ya da böyle dalabilmek için mecruben bir şeylerden ödün verirdim...

Tüp ve regülatör tartışmasız öncelikliydi. İlk tüpümün ve regülatörümün hikâyelerini sizlere daha önce anlatmıştım (bkz. Mümkünler alemi; Güvenilir ve Zahmetsiz: MK10).

Dipten debelenmeden, ağırlık kemerimi atmadan çıkmamı mümkün kılan boyundan geçme sephiye dengeleyicinin hikâyesini anlatmaksa bu yazıya kısmetmiş...

***

Size birazdan anlatacağım dalışı tamı tamına 5 Ekim 1991’de yapmıştık.

Bunu çok iyi hatırlıyorum, çünkü Anna (Babaey) ile Kınalıada’daki keyifli maceralar serisinin de ilk dalışıydı. Bu nedenle 1 numaralı dalış defterine özenle kaydetmiştim hiç bir ayrıntıyı atlamamaya dikkat ederek.
O zaman ikimiz de çok gençtik, delidoluyduk. Saklamaya gerek görmüyorum, maceraperest kaçıklardık. Haftasonu binbir türlü beladan kılpayı kurtulup pazartesi günü kantinde maceralarımızı ballandıra ballandıra anlatmayı severdik. Laf lafı açardı. Denizle boğuşmaktan keyif alırdık...

Bünyemiz kuvvetliydi. Zaten başka türlü katlanamazdık kıt kanaat malzemeyle yaptığımız onca meşakkatli dalışa...

***

Gri bir gündü. Bulutlar ve deniz sözlemiş gibi aynı renk giyinmişlerdi.

Böyle günlerde dalış çok güzeldir. Su daha ilk metrelerde alacakaranlığa teslim olur. Hava yağışlı, deniz dalgalı olmadıkça gri günlerdeki dalışlarda saf bir huzur vardır.

O gün Anna’yla ikimizin malzemesini toplasanız büyükçe bir çantaya sığdırabilirdiniz. Ahtapotları olmayan iki
tane regülatör, iki takım elbise, maske, şnorkel, palet, iki tane uyduruk bıçak, fenerler daha da uyduruk, ışığının kendine hayrı yok; sol bileğimdeki G-Shock saatimle SOS marka derinlik göstergem, bir de dekompresyon tablom...

Parayı denkleştiremeseydik tüp sırtlıklarını bile paslanmaz hortum kelepçesinden ve eski ağırlık kemerlerinden yapmaya niyetlenmiştik.

Ağırlık kemerime inci gibi dizdiğim sekiz kilo kurşun bana beş öğle yemeğine patlaşmıştı ya sağlık olsun...
Bugünün standartlarında bir çok ayrıntısı eksik olan malzemelerimiz arasında sephiye (yüzerlik) dengeleyici yani “BC” bulunmaması o gün için bile büyük bir eksikti ama ne yapalım yoktu işte...

Adam sen de keyfimiz gıcırdı ya çok şükür, insan başka ne ister?

***

Dalış sorunsuz başladı, öyle de devam ediyordu...

Boğazı terkettikten sonra Marmara’nın kuzeyine bir yelpaze gibi açılan akıntının doğuya uzanan kolunu karşılayan ilk kara parçası Kınalıada’dır. Güney kıyısından biraz açılıp 20 metre civarında bir derinliğe geldiğimizde akıntının takviyesiyle kıyının selametinden tatlı tatlı uzaklaşmaya başlamıştık.

Mesafe arttıkça havamız azalıyordu. Bugün orta suda emniyetli dekompresyon yapmayı sağlayan makara-balon donanımı o zaman ne bende ne de Anna’da vardı. Malzemecilerde dahi gördüğümü hatırlamıyorum.

Hazır aklıma gelmişken belirteyim ‘o zaman’ derken 80’leri ve 90’ların başını kastediyorum...

Akıntıyla yol alırken ara sıra duraklıyor, ya örnek topluyor ya da fotoğraf çekiyorduk. Denge yeleğimiz yoktu ama Nikonos V marka fotoğraf makinemiz vardı!

En gerekli malzeme yoktu ama dipte yediğimiz her naneyi görüntüleyecek imkâna sahiptik. Kafaya bak! Hey gidi günler...

***

Derinlik 40 metre civarındayken göz ucuyla havamı kontrol ettim. 70 bar hava vardı tüpümde. Anna’nın durumu da benden farklı değildi. O kadar az havayla akıntıya karşı geri dönemeyeceğimizi anlamak için uzun uzadıya düşünmeye gerek yoktu. Palete kuvvet yükselmek zorundaydık. Artık nereden çıkarsak...

Zamanımın çoğunu suda geçirdiğim için bacaklarım iyice güçlenmişti. Hem salyangoza da fazla ağırlıkla
dalardık dipten kopmayalım diye. Yukarı çıkarken tayfanın hortumu aheste aheste toplaması yüzerliği ayarlamaya yeterliydi. Fakat Kınalıada’da dipten kurtulmaya çalışırken hortumcu tayfasının desteği yoktu. Paletlerimi olanca gücümle çırparken altımda küçük bir oyuk oluşmuştu. Gelgelelim kendimi bir türlü dipten kopartamıyordum. Ağırlık kemerimi atıp serbest çıkış yapmaktan başka çarem kalmamıştı.

Anna’ya yaklaşıp ağırlık kemerinin tokasını açmam kaşla göz arasında oldu bitti. Süzüle süzüle yükselirken yüzünü kaplayan şaşkın ifade daha dün gibi gözümün önündedir, bir de dolu ellerine aldırmadan yaptığı el işareti...

Vakit kaybetmeden kemerimi attım. Filesindeki örneklerin ağırlığından ve ciğerlerini iyice boşalttığından bizimki iyice yavaşlamıştı ona yetiştiğimde. Ağzında gevelediği regülatörden bildiği tüm küfürleri saydığını anlamıştım.

Hem gülüyor hem de sövüp sayıyordu sessizce...

***

Öldürmeyen Allah öldürmezmiş! Bunu o gün iyice anladım. Elimizden geldiğince yavaşlamaya çalışsak da şişe mantarı gibi çıkmıştık karanlıktan aydınlığa. Bizimkinin sayıp sövmesi de dile gelmişti yüzeye çıkar çıkmaz...

O söylene dursun ben katıla katıla gülüyordum. Önümdeki balıkçı kayığına bakarken “hadi şu kaçan dekoyu yapalım...” dedim. Adanın açığında çapari atan balıkçı Hızır gibi yetişmişti imdadımıza...

Alelacele çapa demirini attırdık. Hemen 3 metreye indik ve ipe kene gibi yapıştık. Gerçi tabloya göre çok kısa bir dekoyu kaçırmış olsak da tüplerimizde çok az bir hava kalıncaya kadar boşluğun içinde dakikalarca bekledik. Bizimkinin artık ağzı kıpırdamıyordu, belli ki yukarıdayken hırsını almıştı...

***

Malzemelerin ağırlığından kurtulup kayığın kıçüstüne oturunca derin bir oh çektim. Anna yakama yapışmakta gecikmedi haliyle. Aynı lafı tekrarladı durdu kıyıya kadar: “lan adi ne güzel çıkıyordum, niye söktün kemerimi?”

Gülüştük birlikte. İkimiz de balıkçının orada ne aradığını merak ediyorduk: “kabarcıklarımızı görüp merakından mı geldin?” diye sorduk. “Yok...” dedi. Çaparinin başındayken kendi haline bırakmış kayığı. Aka aka bizim çıktığımız yere kadar gelmiş koca denizde.

Nasip işte, daha yiyecek ekmeğimiz varmış...

***

O gri günden sonra daha bir süre sephiye dengeleyicim olmadı. 50’lerde hatta 60’larda İtalyan kırmızı mercan dalgıçlarının yaptıkları gibi naylon torbaya hava doldurup ağırlığımı hafifletmeyi bile düşündüm bir ara. Yol yakınken vazgeçtim sonu belli olmayan bu fikirden. Ben yana yakıla çözüm ararken rahmetli anneannemin yine tavanları boyatası geldi.

İlk tüpümün parasını evin tavanlarını boyayarak nasıl kazandığımı size daha önce anlatmıştım (bkz. Mümkünler alemi). Yaptığım işin rezaletinden rahmetli bu sefer işi bana vermemeye kararlıydı. Hatta çaktırmadan ucuz yollu bir boyacı bile bulmuştu mahalleden. Tam anlaşmak üzereyken şansımı deneyip fiyat kırdım...

Oldum olası pazarlık etmeyi beceremem, rahmetliyse cin gibiydi. Ee savaş görmüş, yokluk çekmiş. Zaten ilk seferdeki rezaletimden de ağzı yanmış. Tavan tavan pazarlık yaptı, bir sonraki tavanı bir öncekini santim santim inceledikten sonra boyamama izin verdi. Gözlerinde katarakt olsa da tavandaki her kusuru cam gibi görebilmişti...

Bir hafta boyunca çektiğim boyun ağrısını Allah düşmanıma çektirmesin. Rahmetli son kontrolünü yaptıktan sonra boncuk işlemeli nine cüzdanından 500.000 lirayı çıkarıp avucuma saydığında yorgunluktan bitmiştim. Sercan ağabeyin Şişhane Yokuşu’nda Saka İşhanı’ndaki dükkânında beni bekleyen Tauchteam marka ‘denge önlüğü’mü almaya gidene kadar sabahı iple çekmiştim...

***

Boyunduruğa benzeyen denge önlüğümün 200 bar basınçta dolan yarım litrelik tüpü, önlüğü aşağı yukarı 10 defa şişirmeye yetiyordu. Zamanında yedek hava kaynağı olarak kullandığım bile oldu. Önlüğün içindeki havayı solu, kirlenince tahliye et ve tekrar temiz havayla şişir...

Doğaçlama kapalı devremle zamanında kaç kez ipin ucundan döndüğümü Allah bilir. Bir seferinde oğlum Derin’e giydirdiğimde onun mama önlüğüne benzediğini farkedince yüzerlik ayarlayıcının adı da ‘denge önlüğü’ olarak kaldı.

On yıldan fazla kullandığım denge önlüğü çıkışı kolaylaştırmakla kalmamış orta sudaki deko beklemelerine hissedilir bir konfor getirmişti. En sonunda o da yoruldu ve yıprandı. 2002’den beri sakin bir emekliliğin tadını çıkarıyor evdeki müzede.

Aynı dolabı paylaştığı teknik dalış dengeleyicilerimle fısır fısır konuştuğunu duyarım bazen. Çılgın sahibinin
gençliğinde yaptığı delidolu dalışları anlatır onlara, değişip değişmediğimi sorar...

“Değişmedi” der dolabın acemileri tuz kokan, rengi solmuş deneyimli ihtiyara; “değişmedi, hâlâ hatırladığın gibi...”

***

Not: Bu yazının ana kurgusunu düşünmeye bolca zaman bulduğum 45 dakikalık dekompresyon sırasında arkadaşlığını esirgemeyen Vedat’a (Kürşün) sevgilerimle...

1 Nisan 2013 Pazartesi

HASTALIKTIR ŞİŞE DALIŞI...


Bir sebepten dolayı çoook uzun yıllar önce denizin dibini boylamış olan cam ya da seramik şişeleri dibin
keşmekeşinde arayıp bulmaya son zamanlarda fena sardırdım.

Zamanında deniz biyolojisi öğrencisiyken deniz kabuklarını toplar ve sınıflandırırdım. Deniz kabuklarının renkli dünyalarına hayran olmakla beraber, bu koleksiyonun amacı denizlerimizde yaşayan kabuklu hayvanların bir listesini çıkarmaktı. Fakülteden ayrılınca o iş de bitti.

Bilmem kaç metre derinden eski şişeleri toplamamın bambaşka bir sebebi var...

***

Dipte bulduğunuz bir şişe hiç ummadığınız bir hikâyenin başlangıcı olabilir!

Şişedeki hikâye anılardan bile çoktan silinmiş bir markanın hikâyesi olabileceği gibi, bugün var olan ancak zamanla kabuk değiştirmiş bir markanın zar zor hatırlanan geçmişini anlatabilir de...

Aslında dipte bulduğum hemen her eski şişe, İstanbulluların vaktiyle tanışmak fırsatını buldukları bir markanın derinlere uzanan ipucudur.

Onlar İstanbul’un ‘batmış’ markalarıdır...

***

Açık konuşmak gerekirse bu şişe toplama hastalığını başıma Osman (Yazla) ağabey sardı.

Bir gün Kızıltoprak’taki Marintek’in arka bahçesinde çayla karışık muhabbet ediyorduk Osman ağabeyle. Çok geçmeden iki adım ötedeki dükkânından zıpkıncı Emin de (Yiğitler) çıkageldi. Sizden iyi olmasınlar ikisini de çok severim...

Dalış piyasasının eski kulağı kesikleriyle dostluğumuz çoktan yirmi yılı devirdi...

Muhabbet koyulaştıkça koyulaştı, en sonunda döndü dolaştı ve uzun süredir birlikte dalışa gitmediğimize geldi takıldı.

“Ahırkapı’ya gidelim” dedi Osman ağabey...
“Ne var ki orada?” diye sormuş bulundum...
Çayından bir fırt çektikten sonra “sürpriz olsun, gelirken fileni getirmeyi sakın unutma!” diyerek sözünü bitirdi.

***

Konuşmamızdan bir kaç gün sonra pazar sabahı daha gün aydınlanmadan yine Marintek’in orada buluştuk Osman ağabeyle.

Tüp hariç tüm malzemeyi getirmiştim. Ahırkapı dalışı için on tane 12 litrelik tüpü imanına kadar doldurmuştu ihtiyar. İki dalış kafa başına iki tüp eder. Belli ki birileri daha gelecekti. Minibüsü yükler yüklemez yola çıktık.

Ahırkapı sahiline parkettiğimizde güneş doğuyordu. Eski bir servis minibüsünden bozma çayocağından sabahın ilk demli çayları geldiğinde Cenk’le Serdar yanımıza parketmişlerdi çoktan...

Her zaman söylerim arkadaşsız dalışın pek tadı yoktur diye. Ara sıra derinde bir başıma kalmak istesem de dostlarla paylaşılan dalış keyfini hiçbir şeye değişmem. Sizlere bu yazıda Cenk’le Serdar’ı uzun uzadıya anlatmak isterdim. Ancak asıl konu olan eski şişelerden sapmamak için bunu bir başka zamana bırakıyorum. Umarım alınmazlar...

***

Çaylı poğaçalı kahvaltımız biter bitmez hazırlanmaya giriştik. O zamanlar daha malzememi yenilememiştim. Eski elbisem, eski denge yeleğim, emektar Scubapro MK-10 regülatörüm... Birkaç sene önce satın aldığım Ikelite fener ve Sea&Sea 860G fotoğraf makinesi haricinde en yeni malzemem en az on yaşındaydı.

Geçmiş zamana yapılacak bir yolculuğun ruhuna fazlasıyla uygundu üzerimdeki eskiler. Ne de olsa şişe dalışı da bir bakıma eskileri toplamaktır yeniden hatırlansınlar diye...

Hazır yeri gelmişken sizlere şişe dalışının ne olduğundan kısaca bahsetmek istiyorum. Dünyanın farklı
yerlerinde dalgıçları cezbeden keyifli bir uğraştır şişe dalışı. İlla ki şurada yapılmalıdır diye bir sınırlaması da yok! Deniz, göl ya da akarsuda, derinde ya da sığda kolaylıkla uygulanabilir.

Aslında işin temelinde insanların asırlardır değişmeyen bir alışkanlığı yatıyor: içip bitirdiysen, içindekini yiyip yuttuysan, artık işine yaramıyorsa elindeki şişeyi, kavanozu, vs.’yi at denize gitsin. Deniz yoksa göl de olur dere de...

Mutlaka bir gemi enkazına dalmanıza gerek yok; hamallar eskiden de suya birşeyler düşürürlerdi, vinçlerin halatları eskiden beri kopmakta tıpkı bugün olduğu gibi...

Öyle ya da böyle şişeler eskiden beri denizin dibini boyluyorlar. Aradan zaman geçtikçe geçmişin çöpü bugünün kıymetlisi oluveriyor...

***

Giyinip kuşanma işini bitirdikten sonra Osman ağabey dalış planımızı hızla anlattı ve sonra cumburlop suya 
girdik. Çok değil 6-7 metre derinde bir döküntü yığını gözüme ilişti: bir sürü kırık tabak çanak sağa sola saçılmıştı.

Hâlâ keyifle sakladığım ilk şişemi o yığının arasından bulup çıkardığımda suyla karışık bir “hass...” diyip Osman ağabeye yöneldim ganimetimle. Maskesinin ardındaki gözleri pis pis sırıtıyordu...

Ahırkapı’daki ilk dalışı 2008'in haziran ayında yapmıştık. O gün ve o günden sonraki kırk küsür dalışta daha bir sürü güzel şişe buldum aynı yerde ve yakınlarında...

Önceleri ganimetimi zaman geçirmeden temizler ve vitrine dizerdim. Bugün bile tepem birşeylere attığında vitrinin önündeki koltuğa boylu boyunca uzanır koleksiyonumu seyreder ve rahatlarım. İkibuçuk yaşındaki oğlum Derin’e masallar uydurmama gerek kalmaz onları nasıl bulduğumu anlatırken...

***

Gel zaman git zaman evde o kadar çok şişe birikti ki bir süreliğine toplamamaya karar verdim. Kırılgan
koleksiyonu derinlemesine incelemenin zamanı gelmişti en sonunda.

Şişelerime yakından baktıkça yüzeylerine kazınmış hikâyelerde ortaya çıkmaya başlamıştı. Ahırkapı camlarının arasında neler vardı neler...

Hayatımı kazanmak için yaptığım işi -metin yazarlığı- belki de ilk kez sevebilmemi sağladı İstanbul’un ‘batmış’ markaları...


İnsanları sahip olduklarıyla yetinmemeye teşvik eden, tüketim ateşini kaleminin mürekkebiyle besleyen bir metin yazarının çoktan gelip geçmiş markaların büyüsüne kapılması benden başka kaç meslekdaşımın başına gelmiştir acaba?

Denizin dibinde hep iyilik geldi başıma. İşimin kıyıcı doğasına direnme gücüm de yine derin karanlığın hediyesi...

***

Gün geldi Ahırkapı’nın dışında da şişe aramaya başladım. Hem Osmanlı hem de
Cumhuriyet döneminin ilk cam ocaklarının tüttüğü Beykoz ve Paşabahçe'nin açıkları kısa sürede meyvelerini verdi.

Geçmişi onsekizinci yüzyıla kadar giden Beykoz cam atölyeleri, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk modern cam fabrikası olan Şişecam’ın Paşabahçe fabrikası, aslan sütünün şişelendiği Beykoz Rakı Fabrikası, bir zamanlar koyun kenarında sıralanmış olan irili ufaklı cam atölyeleri, kesme kristal işlikleri...

Sonra yalılar vardı sahil boyunca. Asırlardır boğazı izleyen sessiz tanıklardı onlar. Orada yaşayanlar kimbilir neleri fırlatıp atmışlardı önlerinden akıp giden kadim suya?

Öfkeli, efkârlı, aşk dolu, çakırkeyif anların derin bir ooof çektikten sonra dibi boylamış izlerini birer ikişer bulmaya başlayınca şişe dalışları da haliyle Ahırkapı’dan epey kuzeye kaydı...

Anadolu Hisarı’yla Kanlıca Koyu arasında Lacivert Restrorant’ın az açığında akıntıyla cebelleşirken bulduğum bir kavanoz olmasaydı, bir zamanlar İstanbul’da “Sevimli” marka reçeller satıldığını belki de hiç öğrenemezdim.


Kızılay maden suları ve SEK sütün kimbilir hangi ustanın elinden çıkma kabartma markalı şişelerinin işçiliği ve ayrıntıları, aynı markaların günümüzde üretilen boya baskılı şişeleriyle kıyaslanamaz. Bu nadide parçaları Beykoz’un az yukarısında Hünkâr Köşkü’nün yakınında gezinirken bulmuştum.


1900’lerin başında hayatımıza giren “Akif Bey Çamaşır Suyu”nun cam şişesi de günümüzde artık yok. Bir pazar sabahı Beykoz vapur iskelesinden açığa doğru aheste aheste giderken 20 metre civarında bulduğum şişenin üzerindeki fesli ve palabıyıklı Akif Bey’i eskiden bakkal raflarında dizili duran plastik şişelerin üzerindeki etiketten belki hatırlarsınız. (Son cümle 30 yaş ve üstü için söylenmiştir.) 

***

Eski camların her biri ayrı bir kişilik sergiler. Aynı kullanım amacı için yapılmış olan şişelerin biri diğerinden farklıdır çoğu zaman. Kimi yamuktur, kiminin cidarı kabarcıktan geçilmez. Ateşe şekil veren ustanın soluğu hapsolmuştur her kabarcıkta...

Ustanın ruh hali ve yorgunluğu kolayca okunur el yapımı şişeden!

İnsanın yerini makineler aldıkça şişeler kişiliklerini yitirdiler. Tıpkı modern insan gibi...

Artık bazı şişeleri denizden çıkardığım halleriyle saklıyorum. Sonuçta deniz de çaba harcıyor şişelerin üzerini
yaşamla kaplarken...

Zaten ustanın emeği denizinkiyle birleşince hikâye daha da güzelleşiyor...