24 Ekim 2010 Pazar

YAŞAMIN KÜÇÜK AYRINTILARI

Gece dalışını derin dalışla birleştirmeyi, felakete davetiye çıkarmak olarak görebilirsiniz. Gündüz dalışında bile koşulların yeterince zorlu olduğu bir yamacın derinlerinde gece gezintisine çıkmış bir dalgıç, yaşamını tehlikeye atıyormuş gibi gelebilir. Eğer geceye ve derinlere meydan okunan bu uçurumun yakınlarında, çok yakın bir tarihte, yaklaşık üç metre uzunluğunda bir bozcamgöz köpekbalığı yakalanmışsa, burada dalmayı göze alan dalgıcın mutlaka aklından zoru olmalıdır. Hem, insan gecenin bir vakti sıcak yatağında uyumak yerine, katran karası sulara neden dalar ki, öyle değil mi?

Niyetim, ne felakete davetiye çıkarmaktı, ne de yaşamımı tehlikeye sokmak... Aklımdan zorum da yok, ki hemen her dalışın ardından kaleme aldığım deniz yaşamı yazıları, derinlere her inişimin bir nedeni olduğunu kanıtlamaya yeterli olur diye düşünüyorum. 21 Eylül gecesi Darıca'da derin karanlıkta yol alırken, gündüz vakti keyifle gezdiğim mercan bahçemde, gece neler olup bittiğini görmekten başka niyetim yoktu.

Darıca'da gece dalışı yapmak, uzun zamandır aklımda olan, fakat bir türlü uygulayamadığım bir düşünceydi.  Artık avcumun içi gibi bildiğim derin sularda gündüz vakti gördüğüm yaşamın zenginliği, gecenin karanlığında ortaya çıkan daha da zengin bir yaşamı anlatmak ister gibiydi. Dev vatozlar, irinalar; tekir ve gümüş sürüleri; akıl almaz irilikte kiklalar... Uzunluğu yarım metreyi geçen kırlangıçlar, kiloluk haniler ve henüz karşılaşmamış olsam da, uçurumun ötesindeki derin düzlüklerde gezinen bozcamgözler... Burası, kitaplarda ve anılarda kalmış Marmara'dan arta kalanların saklandığı bir vaha benim gözümde. Kuyuya düşmekten farksız bir eğimle derinleşen yamacın derinlerinde gizlenen yaşam, güneş battıktan sonra neye benziyordu? Dipte cevap bekleyen o kadar çok soru var ki...

Şakır şakır yağan yağmurun altında, sentetik elyaftan dokunmuş içliğimi ve kuru elbisemin iç astarını ıslatmadan giymek için fırsat kolluyorum. Aslında o kadar sağnak bir yağış yok. Şiddetli poyrazın etkisiyle savrulan damlalar, değdikleri yerde sağnak etkisi yapıyor. Rüzgarın hafiflemesini beklemek yerine malzememi hazırlıyorum. Gece uzun dekompresyon gerektiren bir dalış yapmaya niyetim yok. Ana planım 30 metreye inmek ve burada en fazla 10 dakika kalmak, ardından yamaçtaki balık yuvalarına baka baka yüzeye çıkmak ve 6 metrede emniyet beklemesiyle dalışı noktalamak. Fakat teknik dalıştan gelen yedekleme takıntısı yakamı bırakmıyor! (İyiki de bırakmıyor...) Huyumun farkındayım, izlemeye değer bir şey görürsem, peşine takılıp daha derine gitmekten çekinmem. Gece keşfinin sürprizlerine uygun iki yedek plan çoktan hazır: 35 m / 10' ve 40 m / 10' tabloları kuru elbisemin bacak cebinde bekliyor. Yedeklemek güzel bir alışkanlık.

Rüzgarın hızını kesmesiyle yağmur kısa bir süre için gücünü yitiriyor. İçliğimi ve kuru elbisemi hızla giyiyorum. Dalış arkadaşım, sırttaki geçirimsiz fermuarı kapatınca, sulak dünyadan yalıtıldığımı hissediyorum. Ana ve yedek fenerlerimi, solunum gereçlerimi teker teker ve birkaç kez kontrol ediyorum. Derin gecede havasız ve ışıksız kalmak... Düşüncesi bile kötü.

Suya giriyoruz. Yüzeyde son kontrolleri yaptıktan sonra, baş parmağımı aşağıya doğru çevirerek, dalış arkadaşıma "dal" işareti veriyorum. Denge yeleğinin tahliyesinden hava boşaldıkça su fokurduyor. Fenerin beyaz ışığı derinlere giden yolu aydınlatıyor. İki yanı sonsuz karanlıkla çevrelenmiş daracık bir aydınlığa sığınarak derin suya doğru ilerliyoruz. Önce kayalık duvar sona eriyor, ardından parça taşlık başlıyor. Kumluğun üzerinde gelişigüzel yayılmış olan kaya blokları, kıyı doldurulurken buraya yuvarlanmış olmalılar. Kayaların üzerindeki ince beyaz dallar, mercan bahçesinin ilk sakinleri. Derinlik arttıkça bahçe daha da sıklaşıyor; en güzel mercanlar en derinde. Acaba geçenlerde yakalanan bozcamgözün ardından başkaları da gelmiş olabilir mi? Gündüz 100 metreden derinde yaşayan bozcamgöz köpekbalığı gece yüzeye gelebilir. Saat gece yarısını çoktan geçti. Karşıma bir tanesi çıkarsa hiç şaşırmam. 

Bozcamgöz bu sefer gelmedi ama gece dalışında pompalanan adrenalini artıran tek neden köpekbalığı değil.
Kıvılcım saçarak yüzen  gümüş  balıkları, karanlığın içinden çıkan denizanaları, bir sürü yanlış alarma neden oluyor. Fenerin parlak ışığının çekimine kapılan gümüş balıklarının vücudunuza çarpmadığı bir an bile yok. Siyahtan daha da siyan bir karanlığın içinde süzülen denizanaları, sanki bu dünyaya ait değiller. Bu gece mercan bahçem bile değişmiş. Gündüz çelimsiz dallar gibi suyun içinde dalgalanan mercanlar gece çiçek açmışlar. Her taşın üzerinde bembeyaz bir çiçek bahçesi var bu gece. Gündüz kapalı olan ya da olabildiğince az açılan polipler bütün güzellikleriyle karşımdalar işte. Her polip beslenme telaşında. Dokunaçlar, en küçük besin kırıntısını  yakalamaya hazır. Mercan, yüzlerce polip, bir o kadar ağız ve binlerce dokunaç demek. Bu gece doymayı bekleyen çok ama çok boğaz var mercan bahçemde.

Her mercan dallara takılan hayatlara da ev sahipliği yapıyor. Bu hayatları gündüz pek fark etmemiştim.  Aydınlık sayesinde çevrenizi iyi görebilir, büyük ayrıntıları fark edebilirsiniz. Ancak küçük ayrıntılar genelde
gözden kaçar. Görüş alanım daracık bir aydınlıkla sınırlanınca, minik ayrıntıları fark etmeye başlıyorum. Mercan tahtına kurulmuş bir yengeç pür dikkat beni izliyor. Işıktan yolun sonunda onu gördüğümde 30 metre derindeydim. Ona yaklaşmak için ilerledikçe dalış bilgisayarımın ekranındaki derinlik de artıyor. Size söylemiştim, ilginç birşey görürsem peşinden giderim diye. Mercan bahçesinin zırhlı bekçisi 35 metre derinde. Ne yapalım, oldu bir kere. Yaşamın peşine takılarak sınırı ilk kez aşmıyorum ki! Hem, yaşam peşine takılmaya değmez mi? Yaşamın küçük ayrıntılarıyla sizi başka türlü nasıl tanıştırabilirim?

18 Ekim 2010 Pazartesi

İSTANBUL İŞGAL EDİLİYOR

İstanbul, bugüne kadar birçok işgale göğüs germek zorunda kaldı. Doğu Roma'nın hazinelerini ele geçirmek isteyen kavimler, İstanbul'u karadan ve denizden defalarca kuşattılar, kentin kapılarını zorladılar, surlarını aştılar. Şehir birçok kez düştü, işgale uğradı, farklı kavimlerin buyruğu altına girdi. Çoğumuza göre İstanbul en son işgalini Birinci Dünya Savaşı'nın bitmesiyle yaşadı. Müttefikler geldikleri gibi gitmiş olsalar da, işgal kuvvetleri bu kez denizin altından şehri kuşatıyorlar.

Marmara'nın derinlerinde yaşanan bu kuşatmada top sesleri duyulmuyor, havada kan ve barut kokusu da yok; dalgaların gölgesine gizlenen işgal kuvvetleri savaş çığlıkları atmadan sessiz sedasız ilerliyorlar. Şehir kuşatılmakta olduğunun farkında olmayabilir; hatta ortaya çıkması muhtemel yıkım, karadaki yıkımlara benzemediğinden önemsenmeyebilir de. İşin kötüsü, sessiz sedasız ilerleyen işgalcileri durduracak etkili silahlarımız da yok. İşin trajikomik yanı ise, karşı koymakta zorlanacağımız bu işgalcileri burnumuzun dibine kendi elimizle getirmiş olmamız. Truva Atı'nı biz yaptık ve işgalcilerin emrine verdik; üstelik bu hataya ilk kez de düşmüyoruz!

Deniz tulumları ya da tunikatlar, sert cisimlere yapışarak yaşayan omurgasız hayvanlardır ve İstanbul kıyılarında yaşanmakta olan işgalin başlıca sorumlularıdır. Türüne göre, birbirine yakın ya da uzak konumda, belirgin olarak çıkıntılı iki açıklığı bulunan deri bir keseye benzeyen deniz tulumları, tek bireyler ya da kaynaşmış birey grupları olarak yaşarlar. Deniz suyundaki planktonik canlıları süzerek beslenen deniz tulumlarının Marmara'da bugüne kadar yaygın olarak görülen türleri, Ascidiella aspersa, Ascidia mentula ve Ciona intestinalis'ti. Ancak, doğal yaşama alanı kuzeybatı Pasifik kıyıları olan Styela clava türü deniz tulumu da, son yıllarda İstanbul kıyılarında giderek daha fazla görülmeye başladı. Yüzeyden ortalama 10 m derine kadar, ister doğal isterse insan yapısı olsun, bulabildiği her türlü sert cisme yapışarak yaşayan Styela clava tam anlamıyla bir baş belası, açgözlü bir işgalci...

Peki, doğal yaşama alanı dünyanın öbür ucunda olan Styela clava, binlerce kilometre uzaktaki Marmara'ya nasıl gelmiş olabilir? Onu karşı konulmaz bir "işgalci" yapan nedir?

Su canlılarının doğal olmayan yollarla ve çoğunlukla insan marifetiyle yabancı sulara yayılmalarını konu alan Aquatic  Invasions dergisinde 2007 yılında yayımlanan bir makale, işgale uğrayan tek yerin İstanbul olmadığına işaret ediyor. İşgal çok daha geniş bir alana yayılmış durumda. Kanada'nın Atlantik kıyıları, Britanya adaları, Almanya'nın Kuzey Denizi sahilleri ve Fransa kıyıları... Akdeniz'den Atlas Okyanusu'na kadar genişleyen binlerce kilometrelik sahil şeridi, uzaklardan gelen (daha doğrusu getirilen) yabancı bir canlının önlenemeyen istilasına boyun eğmiş durumda.

İngiliz araştırmacı Martin Davis'e göre Styela clava'nın kuzeybatı Pasifik'ten İngiltere kıyılarına taşınmasına Kore Savaşı neden oldu. 3 yıl süren savaş boyunca Kore sularında boy gösteren İngiliz Kraliyet Donanması'na ait savaş gemileri, taşıdıkları kaçak yolculardan habersiz olarak Britanya Adaları'na geri döndüler. Gemilerin dengesini sağlamak için sintine tanklarına basılan okyanus suyu, Pasifik Okyanusu ve Güney Çin Denizi'ne ait canlı türlerinin yumurta ve larvalarıyla kaynıyordu. Okyanustaki yaşam döngüsü sintine tanklarında da devam etti. Yumurtalar çatladı, larvalar büyüdü; İngiltere'ye dönen her geminin Manş Denizi'ne boşalttığı sintine suyu, kuzey Atlantik'in yabancısı olan canlı türleriyle doluydu. Yabancı sularda var olma savaşı kızışırken, kendine yer arayan türlerden biri de Styela clava'ydı.

Kore kıyılarından Akdeniz'e, Atlas Okyanusu'na ve Marmara Denizi'ne kadar uzanan işgal öyküsü üç aşağı beş yukarı bu şekilde gelişti. İnce uzun bir sapla sert yüzeylere tutunan Styela clava, boyu 20 cm'yi aşabilen, yüzeyi leopar kürkünü andıran desenlerle ve kabarcıklarla kaplı bir tunikat ya da deniz tulumu. İngiliz adalarının çevresinde ilk kez görüldüğü 1950'lerin başında yanlışlıkla yeni bir tür olarak tanımlanmış. Plymouth sularında rastlanan diğer tunikat türlerinden tamamen farklı olan bu deniz tulumu, 1954 yılında yine bir İngiliz araştırmacı Carlisle tarafından Styela mammiculata olarak isimlendirilmiş. Fakat, zamanla bulunan türün aslında yeni bir tür olmadığı anlaşılmış olmasına rağmen, Styela clava'ya gösterilen tedirgin ilgi azalmak şöyle dursun, daha da artmış. Bu ilginin başlıca nedeni, türün yabancısı olduğu kuzey Atlantik sularını fazlasıyla benimseyerek, deniz tabanına yerleşen diğer canlılara fırsat vermeyecek kadar hızlı ve açgözlü bir çoğalma sergilemesi. Günümüzde konu ile ilgilenen araştırmacılar arasında Styela clava'yı işgalci bir deniz canlısı olarak görmeyen yok gibi. Ayrıca türün sudaki planktonu aşırı tüketerek, özellikle midye ve istiridye gibi süzerek beslenen canlıların doğal besinine ortak olması da, bu yabancı türün yarattığı tedirginliği artırıyor. Fransa ve Kanada kıyılarındaki midye ve istiridye çiftliklerinde, üretim yapılan alanlarda hemen her yıl patlama derecesinde çoğalan Styela clava, artık ekonomik bir baş belası olarak da görülüyor.
İstanbul kıyısında Styela clava'yı ilk kez 2008 yılında Fenerbahçe parkının önünde dalarken gördüm. 5 m derindeki midye yatağında, Marmara'nın yerli tunikatlarının arasına çaktırmadan karışmıştı uzaklardan gelen kaçak yolcu. Güzel fotoğraf veren bu canlı başta çok dikkatimi çekmedi. Ancak bir sonraki yıl Ahırkapı'dan Kartal'a kadar uzanan kıyı şeridinde gördüğüm kalabalık gruplar, İstanbul'un yeni bir ekolojik istila ile karşı karşıya olduğunu gösteriyordu. 2010 yazında da durum değişmedi; yüzeyden 10-15 m derine inen kuşakta karşılarına çıkan her türlü sert cisme, taşlara, midyelere, istiridyelere, iskele bacaklarına, otomobil lastiklerine öbek öbek yapıştılar. Uygun koşulları bulmaya devam ettikleri sürece, önümüzdeki yıllarda da görüntü değişmeyecek. Üstelik işgalcilerin gizlendiği Truva Atı'nın uzak doğudan gelmesine de gerek yok artık. Styela clava'nın işgaline uğramış yakın bir limandan yola çıkması yeterli. Yeni kıyılar işgal edildikçe yerli türlerin yerleşme şansı bu durumdan nasıl etkilenecek? Besin zincirine eklenen bu yeni halkanın, geçmişte taraklı medüz (Mnemiopsis leidyi) işgalinde yaşandığı gibi, ekonomik sonuçları ne olacak? En önemlisi, gözlerden uzakta yaşanan bu istilayı kim araştıracak?

İstanbul bir kez daha işgale uğruyor ve gelenlerin bu sefer gitmeye niyetleri yok.

10 Ekim 2010 Pazar

ÖLÜNÜN BEDENİNDE YAŞAMAK

Gözümün önünde uzayıp giden deniz tabanı mıydı, yoksa ölmüş bir canlının derisine mi bakıyordum? Dibi kaplayan balçığa her değişimde, vıcık vıcık olmuş, çürümüş bir cesede dokunmuşum gibi iğreniyordum. Eldivenime yapışan balçık değildi sanki; ölü bir bedenin cıvık parçalarıydı elimde kalan. Günler önce ölmüş, lime lime olmuş, etleri eriyip gitmeye başlamış bir bedeni andırıyordu zemin. Balçığın bej rengi yapışkan yüzeyinin altındaki kapkara çamur macun kıvamını almıştı. İnsanı bir çırpıda yutan açgözlü bir bataklığa dönüşmüştü. Dipten kalkan çamur çevremizi kara bir bulut gibi sarıyordu. Fenerimin parlak ışığı kara bulutun içinde hemen kayboluyordu; açlığını ışıkla doyurmak ister gibiydi. Emip yok ettiği benim ışığımdı. Birkaç metre önümü zar zor görebiliyordum.

Silivri'ye dalmaya gelirken çok fazla beklentim yoktu, ama daha suya girer girmez bir hayal kırıklığı yaşamayı da beklemiyordum. İstanbul'un yanı başındaki birçok dalış noktasında karşılaştığımdan çok daha kötü olan su koşulları nedeniyle, Marmara'nın hiç görmek istemediğim yüzüne bakmak zorunda kalmıştım. Silivri'de su insanı körleştirecek kadar bulanıktı.

Deniz tabanı mı suyun rengini almıştı, yoksa tam tersi mi olmuştu? Su bulanıktı, dip de... Evet, yanlış duymadınız, Silivri'de sadece su değil denizin dibi de bulanık. Çok değil, sadece birkaç metre ileride su ve dip birbirlerine karışıyor ve sınırı belli olmayan bir boşluk gözünüzün önünde uzayıp gidiyor. Dipten sadece birkaç metre yükseldiğinizde, deniz tabanı kayboluyor; biraz daha yükseldiğinizdeyse, boyutları olmayan bir boşluğun içinde kaybolup gitmeniz işten değil. Bunlara bir de akıntıyı ekleyin; işte Silivri... Pusula yoksa, nereye gittiğinizi bilmeden döner durursunuz.

Derine dalmaya alışmışım ya, derinleşmemek için inat eden balçık zeminde bari 10 m'ye inelim diye inat ederken kıyıdan iyice açılmışız. Gözüm bi pusulada bi dipteki kaya balıklarında. Serçe parmağımdan pek de büyük olmayan kaya balıkları beni farkeder etmez kendilerini kumdaki bir deliğin içine atıveriyorlar. Kıvamlı balçığın belki de tek faydası, kayabalıklarının yuvanlamak için kullandıkları deliklerin kolay kolay kapanmaması. Çamur o kadar yapışkanlaşmış ki, dipteki delikler uzun süre çökmeden kalabiliyor. Bu deliklere bakınca aklıma avcı boy çukurları geliyor; hani tek askerin içine girebileceği kadar geniş boy çukurları vardır, ya mermilerden korur ya da mezar olur. İşte onlar gibi yüzlerce delik... Kayabalığı arada belirli bir mesafe kalana kadar sakinliğini koruyor, ama güvenlik mesafesinin aşıldığına karar verdiği an şimşek gibi yerinden fırlıyor ve deliğin içinde gözden kayboluyor. Bana da bunları yazmak düşüyor. Dipte geçen 54 dakikanın tek gözlemi, kumdaki deliklere girip çıkan kayabalıkları. Marmara yer yer yaşıyor olsa da, birçok yerde de ne yazık ki çoktan ölmüş. Marmara'nın çürüyen bir cesede dönüşmeye başladığı yerlerden biri de Silivri. Kayabalıkları bir ölünün bedenine açılan deliklerde var olmaya çalışıyorlar.