23 Temmuz 2012 Pazartesi

SES VAR GÖRÜNTÜ AZ...

Paşabahçe Koyu’nun kuzeyinde, Beykoz çekek yerinin yakınındaki yalıların önünde deniz aniden derinleşir. Başta irili ufaklı kayalarla, eski inşaatlardan kalan yosun bağlamış molozlarla kaplı olan dip, derine indikçe midye kabuklarından bir örtü çeker üzerine.

Örtünün etekleri boz bulanık bir çamura battığında, kanala kadar devam eden sevimsiz balçık başlar.

Renk arsızı olmuş dalıcılar için albenili bir manzara vaadetmez burası. Sonuçta örtünün üzerindeki hakim desen, boğazın bildik balıklarıyla yengeçleri saymazsanız, midye kabuklarından ibarettir.

Kanalın karanlığında kaybolup giden boz çamur da, ufak tefek kıpırtıların haricinde başta ıssız gibidir.

Eskilerin dillerinden düşürmedikleri boğazın bereketinden eser yoktur. Herşeye rağmen burada kalmış olan son sakinleri görmek için gözünüzü dört açar, adamakıllı dikkat kesilirsiniz dipte gezinirken...

***

Boğazın bir zamanlar cömertlikle sunduğu hayattan arta kalanlar, dünyanın en işlek biyolojik kavşaklarından birinin, İstanbul Boğazı’nın geçmişte kucakladığı yaşamın zenginliği ile asla boy ölçüşemez.

Zamanla kaybedilenleri yazmaya kalksam liste uzar gider...

Geride kalanların farkında olmak, onları izlemek, korumak ve boğazın başına gelen onca ekolojik felakete rağmen geride hâlâ birşeylerin kaldığını başkalarına gösterebilmek bu nedenle çok önemli.

Buralarda daldığım için hiç eleştirilmedim. Engellemeye kalkan da olmadı. Ama, deli misin der gibi bakan hayret dolu gözlerle çok karşılaştım.

***

Geçen pazar yine bir delilik yaptık. Paşabahçe Koyu dalmadığımız yer değil. Ancak, arabaları park etmesi, suya girişi çıkışı kolay diye tercih ettiğimiz İncirköy yerine, bu sefer Beykoz’dan suya girelim dedik.

Beykoz’un keşmekeşinde otopark aramamak için arabaları yine İncirköy’e çektik Burak’la (Demircan). Gerçi başta niyetimiz malzemeleri kuşanıp İncirköy’den Beykoz’a kadar yürümekti. Fakat otuz kilo yükle elli metre yürümek, bunun bel sağlığımız açısından pek iyi bir fikir olmadığını anlamamıza yetti de arttı.

Beykoz Korusu'nun önündeki rıhtımda kıraçaya çapari atan oltacıların arasından atladık suya. Koyun içinde kuzeye doğru kıvrılan akıntı sayesinde kalan yarım kilometreyi, yüzeyden oldukça konforlu ve ferahlatıcı bir sürüklenmeyle kolayca aştık. Çekeğe en yakın yalının hizasına gelince, son kontrolü fazla uzatmadan dalıp gittik...

***

Önce midyeli örtüyü geçtik. Denizatlarının akrabası olan deniziğnesi balıkları, kaya balıkları, horozbinalar, lapinler, üzgün balıkları...

Balıkçı tezgâhında beş kuruş etmeyen, bu yüzden önemsenmeyen balıklar...

Bir fiyatı olmadıkça hayata önem vermiyor olmamız ne acı! Oysa denizin bütünlüğünde, denizin sağlığında, denizin dengesinde hepsinin kendisine özgü yeri ve önemi var.

Denizin, sadece istediklerimizle dolu bir kiler, bir buzdolabı olmadığını görmezden gelmekte o kadar ısrarcıyız ki...

Boğazın bugün çektiği sorunların altında, onu kendi çıkarlarımız doğrultusunda şekillendirme isteğimiz ve inadımız yatıyor. Denizlerin sürdürülebilirliği üzerine kara bir bulut gibi çöküyor bu inat, burada veya dünyanın herhangi bir yerinde...

***

Denizde herşeyin bir değeri var. Savurganlığa yer yok dalgaların altındaki dünyada. Yürek midyesinin içi boşalmış kabukları, minicik kayabalığına korunaklı bir yuva olabiliyor.

Bizim attıklarımızı bile sahipleniyor deniz yaşamı. Kendisine ait olmayan, insan elinden çıkma nesneleri kendisine benzetmek için yosunuyla, süngeriyle, envai çeşit canlısıyla denize has bir makyaj yapıyor bira şişelerine, konserve kutularına, kamyon lastiklerine. İnsanların göstermediği özeni gösteriyor çöplerimize.

Herbiri özenle makyajlanmış, denizin renkleriyle sahiplenilmiş, kimine horozbinanın, kimine lapinin yuvalandığı insan çöplerinden Beykoz da nasibini fazlasıyla almış.

Aslında bu bile bir kazanç kapısı olabilir!

Vurdumduymazlığın, açgözlülüğün deniz yaşamına neler yapabileceğini, nasıl zarar verebileceğini yerinde gösteren ekofelaket turizmi için ideal mekânların başında geliyor denizaltı çöplükleri.

***

İstanbul'un sualtı seslerini dinleyerek ilerliyoruz. Tekneler geçiyor tepemizden. Aramızda otuz metre derinlik var. Bir diğerinin zincir sesi karışıyor suyu karıştıran uskurların çırpıntısına. Uzaklardan gelen ve yine uzaklara giden büyük tonajlı gemilerin denizi döven bronz yumrukları önce yaklaşıp sonra uzaklaşıyor...

Beykoz’un dibinde görüntüden çok ses var artık. Oysa bir zamanlar orkinozların, kılıçların beşiğiydi buralar. Kamyon lastiklerinin arasında kocaman bir orkinoz kafası dikkatimizi çekiyor. Yengeçler etlerini lime lime etmişler. İncelemek için tuttuğum çenesi elimde kalırken, büyükçe bir parça kafadan kopup dibe düşüyor. Kıyıdaki balık lokantalarından ya da bir balıkçı teknesinden fırlatılıp atılmış olsa gerek. Beykoz Dalyanı orkinozu unutalı o kadar uzun zaman geçti ki...

Yengeçlerin ziyafet sofrasında iskorpit de var. Dipteki pörtlek gözlü iskorpit kafalarına üşüşen yengeçler, çorba tenceresi yerine denize atılan lezzetli etle tıka basa doymuşlar.

İsraf... Halbuki iskorpit kafasından çorba ne güzel olur...

***

Gezinirken eski bir tanıdıkla rastlaşıyoruz. Uzun zamandır pisi balığı görmemiştim. Dipte keyifle çamur banyosu yapan orta boy pisi balığı, bu dalışın ödülü olmaya aday. Görmekten çok dinlediğimiz bir dalışın en akılda kalan görüntüsü oldu kendisi.