15 Mayıs 2011 Pazar

YÜZSÜZ YIRTICILAR

Köpekbalığının yüzü, derinlerde kolgezen amansız yırtıcıların adeta ortak sembolüdür. Her zaman aralık duran ağızlarında hemen göze çarpan keskin dişlerin insana güven verdiği söylenemez. Yüzlerinden hiç düşürmedikleri sert ifadenin adeta çekim merkezidir bu keskin dişler. Çoğu deniz insanı için köpekbalığının gözleri adeta ölümün gözleridir. Hal böyle olunca köpekbalıklarıyla aramızın düzelmesini beklemek düpedüz saflık olur. Onlarla aramızda hüküm süren bitmek bilmeyen güven bunalımının başlıca nedeni yüzlerinden düşürmedikleri sert ifade ve bundan vazgeçmeye hiç mi hiç niyetleri yok. Ne de olsa delici keskin bakışlar, köpekbalığı doğasının ayrılmaz bir parçası. Bu bakışlar olmasaydı, denizlerin ağır abileri olmaya devam edebilirler miydi?

Sessiz dünyanın derinliklerinde yaşam, en sıradışı geometrilerle karşınıza çıkmak için fırsat kollar. "Böyle hayvan mı olurmuş?" sorusu, sadece bir soru değil bir şaşkınlık ifadesidir, dalgaların altında süregelen yaşamın sergilediği çeşitlilik karşısında. Deniz şakayıkları ya da anemonlarsa bu soruyu en fazla sorduran canlılar arasındadır. Kayalara yapışmış jöle kıvamında çiçekleri andıran deniz şakayıkları omurgasız hayvanlar olmalarının yanı sıra, doymak bilmez etoburlardır da...

Amansız bir yırtıcı olan deniz şakayığının köpekbalığından tek farkı "yüzsüz" olmasıdır. Ona baktığınızda ne keskin dişler görürüsünüz ne de tehditkâr bakışlarla sizi süzen acımasız bir yüz ifadesi... Öyle yerinden ayrılıp peşinize de düşmez. Av peşinde koşmak yerine, yerleştiği kayanın yakınlarına doyurucu bir lokma gelmesini bekler. Bazen kocaman bir deniz anası bazen de küçük bir balıktır kısmetine düşen. Dokunaçlarına değen eti çıplak gözle görülemeyecek kadar küçük olan binlerce kancanın yardımıyla sıkıca tutar. Avı debelenmesin diye zehirlemeyi de ihmal etmez. Kancaların muhafaza edildiği tomurcuklarda zehir de depolar deniz şakayığı. Genişleyen gövdesi avı yavaş yavaş yutarken yüzsüz yırtıcı ayağına kadar gelen ziyafetin tadını çıkarır.

Masumiyet maskesinin arkasına saklanmış "yüzsüz" yırtıcıyla aramızda bir sorun olmamasının tek nedeni, bugüne kadar bizlerden birini yemeye kalkmamış olması. Aksi halde, cansız kayaları yaşayan bir varlığa dönüştüren deniz şakayıklarını da yerlerinden kazımaktan geri kalmazdık. Öyle değil mi?

8 Mayıs 2011 Pazar

KUMDA AÇAN GÜLLER

İnce uzun kolları narin tüycüklerle kaplıydı. Alacakaranlığın içinde bir başınaydı. Kollarının birleştiği yerden çıkan bir sapla dibe tutunmuştu. Işığı olmayan bir yıldız gibiydi hafifçe balçıklaşmış gri kumun üzerinde. Fenerin beyaz ışığı sapsarı bir güzellik olarak yansıyordu sepet yıldızının bedeninden. Tek kelimeyle çok ama çok güzeldi. Tüm yönlerin anlamını yitirdiği, ışıktan yoksun, renklerden yoksun olan bu derinliğe sırf onun muhteşem güzelliğini görmek için bile olsa dalmaya değerdi.

53 m’den geri dönüyorduk Burak’la (Demircan). Etrafıma son bir kez bakındım belki bir şey görürüm diye. Dalışın başında bir tane dil balığı görmüştük, birkaç tane de hanoz... Buldukları her taşı kaplamıştı gorgon çalıları... Griliğin üzerinde görmeye alıştığımız gelişigüzel lekelerdi herbiri. Ama kumun güllerini görmek bu güne kısmetmiş...

Krinoitlere genel olarak sepet yıldızları da denir. Dibe sabitlenmiş olarak yaşayan ince kollu deniz yıldızları çok yanlış bir tanım değil. Şüphesiz deniz yıldızı değiller ama onlarla akrabadırlar. Ara sıra yer değiştirmek için tutundukları nesneden kendilerini ayırır ve yerleşmek için yeni bir cisim ararlar. Taş, tahta, konserve kutusu, batık gemi, artık aklınıza ne gelirse tutunabilirler. Yer değiştirirken kollarını topladıklarında bir sepeti andırırlar. İsimleri de zaten bu davranışlarından gelir. Ürkütülmediklerinde kollarını iyice açarlar. En zarif kuş tüyünü bile kıskandıracak kadar güzeldir bu narin kollar.

Kumda açan güllerin ilkine 45 m civarında denk geldik. Sarı bir merhabayla selamladı bizi. Karanlıkta ve derinde o kadar rahattı ki kollarını alabildiğine açmıştı. Büyüleyiciydi...

Çok geçmeden ikincisi çıktı karşımıza kumda açan güllerin. Gerçi bu seferki kumun üzerinde değildi. Dibe saplanıp kalmış kocaman bir çapanın tepesini birkaç tane gorgon ve bolca tüplü kurtla paylaşıyordu. Bu seferkinin rengi biraz turuncuya kaçan bir sarıydı. Şimdi şu sahneyi hayal etmeyi deneyin; kapkaranlık bir su, hemen hemen aynı renkte olan dip, 50 m derinde ezici basınç, dibin tekdüzeliğini bozan demirden bir çıkıntı ve ona tutunmuş olan renk renk, biçim biçim yaşamlar ve nihayet alacakaranlık hiçliğin, boyutları belli olmayan simsiyah bir evrenin boşluğunda asılı kalarak yaşamın renklerini seyreden bir çift meraklı göz...

Marmara’nın renk paletinde kimbilir daha ne tonlar var keşfedilmeyi bekleyen? Biraz sabır, biraz cesaret ve bolca saygı, hayata, gözden uzak derinliklere, Marmara’ya...

Güvenini kazandıkça Marmara’nın sizinle her dalışta daha fazlasını paylaştığını göreceksiniz.

1 Mayıs 2011 Pazar

PAZAR HEDİYEMİZ İSTAKOZ

Marmara'da çoook uzun zaman olmuştu istakoz görmeyeli. Artık ümidi kesmiştim kıskaçlı şövalyeye rastlamaktan. Oysa eskiden ne çok çıkarlardı karşıma Yassı'nın, Sivri'nin taşlıklarında. Şöyle özenle düzeltilmiş kumdan bir siper, hemen gerisinde çok yüksek olmayan genişçe bir kovuk, çevreyi kolaçan eden ince uzun iki anten ve her an kapmaya hazır iki güçlü kıskaç. Yuvasında gizlenen istakoz aşağı yukarı böyle bir şeydir ve el değmemiş taşlıklarda alışılmış bir görüntüdür. Gerçi Ege'de ve Akdeniz'de hâlâ çok şanslı olmaya gerek yok istakoz görmek için, çevreye biraz dikkatli bakmanız yeterli. Fakat İstanbul kıyılarında, ama açıktaki adalarda değil anakaranın yanıbaşında, kentin dibinde istakoz görmek biraz zorlama bir hayal. Kolay ulaşılan yuvalardaki istakozların kökü çoktan kurudu, kalanlarsa derinde sağ kalmaya çabalıyor. Gelgelelim bu sabah yine şeytanın bacağını kırdık. Dekompresyonun bitmesine az bir şey kalmıştı ki Darıca yine yaptı sürprizini...

Üç kafadar -ben, Burak Demircan ve Polat İnce- 1 Mayıs sabahı düştük yola, istikamet Darıca. Yer aynı yer, Aslan Çimento'nun biraz berisi. Yükleme iskelesinden uzak durduğumuz sürece ses etmiyorlar fabrikanın yakınlarında dalmamıza. Onlar bize alıştı biz de onlara. Oltacılarsa bir alem, artık dipte nokta sormaya başladılar.

Onca yükle yağmur kanalının beton duvarından inmek hayli zorluyor artık. Biraz ötede düz ayak bir yer bulduk; otur taşa giy paletlerini, ver malzemeye son ayarı, sonra sal kendini suya. İlk metreler bel hizasında sonrası dipsiz bir uçurum sanki. Allah ne verdiyse gidiyor. Aşağısı zifiri karanlık! Fakat siyah değil yeşil bir karanlıktı bu sefer. Böylesini ilk kez gördüm.

Burak'la Polat'ı 30 küsürde bıraktım 40'a doğru sallandım. Karanlık ama bulanık değil, fener yordamıyla birbirimizin farkındayız. Yakındaki kara mercan taşını aradım, ama denk gelmedi. Uzağına düşmüşüz, hafif akıntı da vardı hiç zorlamadım. Bizimkilerin ışığına doğru usul usul geldim, gece bekçisi gibi bekleşiyorlardı eteğin kenarında. Beni beklerken kocaman bir kırlangıç görmüşler. Onun dışında kayda değer balık yoktu bu sefer. Ağır yol yükselmeye başladık. Yanımızda deko tüpleri yok, kasmanın da alemi yok. Pazar keyfini yaptık, ufaktan eve yollanmalı artık...

Gözünü sevdiğimin Suunto'su parmağını suya sokunca bile deko yazıyor mübarek. Neyse ki profil hesaplayacak kadar zeki, fazla yaslamıyor dekoyu. Uzun zik zaklar çizerek çıkınca alet de rahatlıyor haliyle.

Ciiiiikkk 6 m... 3 dakika zorunlu istirahat. Su bulanık, fotoğraf makinesi dursun durduğu yerde. Bu sene bir türlü durulmadı sular diye içimden söylenirken biraz altımdan bir fokurdama geliyor, ardından Polat'tan usturuplu bir el hareketi. İşaret rehberinde karşılığı olmayanlardan, ama birlikte uzun zaman geçirince bunun da bir karşılığı var tabi ki aramızda.

İşaret ettiği kovuğa yanaşıyorum, Burak yanıbaşımda, elinde kamera alesta bekliyor. Önce iki ince uzun anten, turuncuyla ateş kırmızısı arası... Sonra iki güçlü kıskaç, geride fıldır fıldır dönen gözler. Fenerin ışığından ürküyor, ama kaçmıyor da. Hey gözünü sevdiğimin Darıca'sı, sen ne bereketli yermişsin böyle. Giderayak verdi yine pazar hediyesini. Bu seferki baboş bi istakoz. Yeri mi? Olduğu yerde duruyor tabi ki. İki üç kare fotoğrafını çektikten sonra kendi haline bıraktık keratayı.