12 Kasım 2013 Salı

BOĞAZ İNADINA YAŞIYOR...

Gece gündüze dönmek üzere. Deniz akşamdan kalmış, hâlâ katran karası. Sanki sabahın yaklaştığını
umursamıyor, aydınlanmaya niyeti yok gibi. Yeni gün boğazın sırtlarını belli belirsiz aydınlatarak haber veriyor gelişini. Tepeler yavaşça kızarırken hava ha aydınlandı ha aydınlanacak. Deniz daha sıyrılamamış karanlığından. Şafak vakti sanki geceye dalıyorum boğazın kıyısında bir yerde.

Boğaz... Denizler içinde en sevdiğim! Evimden uzaktaki evim...

Her taşı tanıdık. Balığından yengecine, yosunundan midyesine içinde kim varsa hepsi dost, kardeş bana derinlerde. Yabancısı değilim buranın. Boğazda her dalış tanıdıkları ziyaretten farksız benim için...

***

Çeyrek asrı geçti boğazda dalmaya başlayalı. Başka yerlere gittiğim de oldu bu zaman zarfında, ama hep
burayı özledim. Boğazın yeri başkadır benim için. İçini dışını avcumun içi gibi bilirim onun. Kıyısında gezerken, üzerinden geçerken, şıpırıtılı sularına bakıp çayımı yudumlarken yanımdakilere “bak buradan biraz açıkta, şu kadar kulaç derinlikte bu var” demek çok hoşuma gider. Hemen birisi atlar ve sorar “nereden biliyorsun ki?” diye:

“Gördüm” derim, “dokundum, etrafında dolaştım, izledim onu” derim,
artık o an için bahsettiğim her neyse. Bazen bir batıktır anlattığım, uzun yıllar önce boğazın karanlığında yitip giden; bazen bir deniz şakayığı veya menevişli bir eşkina balığıdır...

Gün olur çevremi arı sürüsü gibi sarmış istavritleri, palamutları, izmaritleri, lüferleri anlatırım yanımdakilere.
“Gelincik balıkları, allı morlu kiklalar, yaldız yakamozlu trakonyalar da var” derim, sabırsızın biri yine dayanamaz ve sorar yüzünde gizleyemediği hayretle ve çoğu zaman inanmazlıkla: “Bunların hepsi burada mı yaşar?”

Haklıdır sorusunda, ne de olsa yıllarca öldü, bitti, bok çukuruna döndü, artık adam olmaz diye fişlenmiş bir denizin kıyısında delinin biri çıkmış ve ona burasının ölmediğini, bağrındaki türlü çeşit yaşamla inadına direndiğini, günden güne hayata daha sıkı bağlandığını söylemektedir. Üstelik bu deli dipten getirdiği yaşam dolu görüntüleri ona gösterip aklını iyice bulandırmakta, boğazın öldüğünü iddia edenlere olan inancını temellerinden sarsmaktadır da!

İnanması zordur dibini görmemiş olanlar için, ama gerçek budur, boğaz inadına yaşamla doludur...

***

Çılgındır boğazın denizi. Çılgın derken abartmıyorum, boğazın bazı yerleri azgın nehirlerle boy ölçüşebilecek
kadar akıntılıdır da. Doğrusunu söylemek gerekirse en sakin gibi görünen koylarında bile hafif hafif akar boğaz. İstanbul’u ayıran denizin karakteridir hiç durmamak, hep akmak. Üstelik akan sadece su değildir, yaşam da akar boğazın içinden. Boğazdaki hayat akıntısına karışanlar arasında güleç yüzlü yunuslar vardır. Gemilerin sağında solunda fırdönerler, boğazın haylaz çocuklarıdır onlar. Karadeniz’den Marmara’ya ve sonra aksi istikamete giden balık sürüleri boğazdan gelip geçerken derinlerde gümüş rengi bir ışık akıntısı yaratırlar. Su önce karanlıktır sonra bir bakarsın gümüş rengi bir ışık seli akmaya başlamıştır derin karanlıkta.

Bugüne kadar neyi görmek istediysem, neyi hayal ettiysem cömertçe çıkardı karşıma. Derinlerinde kaybolup
gitmiş nice hikâyeleri paylaştı benimle asla cimrilik etmeden. Usta nefeslerin üflediği, emek zahmet şekillendirdikleri şişelerini paylaştı mesela. Şehr-i İstanbul’da ahalinin eskiden nasıl yaşadığına, neler yiyip içtiklerine, hayat şekillerine, hayatlarına girmiş olan markalara dair ucundan kıyısından bir fikir sahibi olmamı sağladı.

Akmaktan yorulan suyunu az dinlendirmek için hafifçe dirsek kırarak şekil verdiği koylarda - Paşabahçe, Kanlıca, Tarabya, İstinye sakinliklerinde- ne hikâyeler fısıldadı kulağıma bir bilseniz. Ara sıra paylaşıyorum sizlerle bunları, ama emin olun gençliğimden beri dinlediklerimi anlatmaya ömrüm yetmez.


Coştuğu yerde ayrı, soluklandığı yerde ayrı yaşar boğazın denizi. Eee ne de olsa zamanın özenle, sabırla
şekillendirdiği bir hayat yolu burası. Oluşması da yaşamla kalabalıklaşması da binlerce yıl almış. İnsan sabrının ötesinde bir sabırla yaratılmış, tanrının elinden çıkmış ne de olsa. Az uzağına kazmaya niyetlendikleri boğaz bozuntusu günün birinde hakikaten kazılırsa, gerçeğinin içindeki hayat akışını bakalım nasıl etkileyecek?

20 Ekim 2013 Pazar

PAS TUTMUŞ YAŞAMLAR...

Giderek daha çok bağlanıyorum bu paslı demir yığınına. Ara sıra dalmazsam hemen özlüyorum. Millet
Ortaköy’e iki lokma bir şeyler yiyip üstüne bir de boğaz havası almaya gidedursun, ben yirmi kulaç derinde yan gelip yatan eski bir batıkta ararım huzuru ferahlığı. Yanımda getirdiğim nevaleyi yer yemez cumburlop suya...

Ortaköy batığı caminin az önünde beni bekler...

***

Neyin nesidir bu batık? O kadar araştırmama rağmen bir türlü öğrenemedim hikâyesini. Panayır gemisi
olduğu, sirk hayvanları taşıdığı söylenir. Vaktiyle boğazın namlı dalgıçlarından Şalvarlı Ahmet dinamitle patlatarak sökmüştür kazanını ve sair kıymetli metal aksamını. Para eden kısımları sökülünce geriye pruvasıyla paramparça olmuş pupasından başka bir şey kalmamıştır.

Enkazın ortasındaki büyük boşlukta belki buhar kazanıyla bacası vardı. Kaç tane pervanesi olduğuna dair herhangi bir ize rastlamadım pupasında. Gemiyi patlatırken kıçını fena dağıtmışlar, şaft delikleri kalmış olsaydı pervane sayısını da bilebilirdik...

***

Kıyıya yakınlığı insanı fena aldatır. Göz açıp kapayana kadar gidebileceğinizi zannedersiniz önce, ama poyraz
varsa daha dalışın başında Marmara’ya doğru sürüklenmeye başlarsınız. Lodoslu havalardaysa dip akıntısı iyice azıtır ve sizi batıktan koparıp Karadeniz’e götürmek için vargücüyle zorlar bedeninizi!

Böyle günlerde batığa yakın olmak ve gerektiğinde batıktan destek alarak akıntıya karşı koymaya çalışmak akıllıca bir seçimdir. Fakat paslı enkazı kat kat örten açgözlü ağ kalıntıları bu sefer sizi yakalamak için fırsat kollar.

Akıntıyla sürüklenip gitmememek ve ağ leşlerine yakalanmamak için gözünüzü dört açar palete kuvvet mücadele edersiniz. Yirmi kulaç derinde sürüp giden mücadeleden -denizle insanın kavgasından- kara insanlarının zerre haberleri olmaz. Kahvelerinden bir fırt çekip boğaza karşı iç geçirirken boğazın içinde, karanlığın yüreğinde olup biteni bilmezler.

***

Kumluğun ortasında bir sığınaktır burası. Eşkinalar, lapinler, karagözler, ispariler, hanozlar batığın sabit
yaşayanlarıdır. Kalabalık izmarit ve istavrit sürüleri, mevsiminde çinakoplar ve lüferler, hatta palamutlar boğazdaki gezintileri sırasında buraya uğramayı ihmal etmezler. Batığın çevresinde telaşla gezinirken ara sıra hayalet ağlara yakalandıkları da olur. Ağ leşlerindeki irili ufaklı kılçıklar dibe takılıp kalmış ağların öldürmekten geri kalmadıklarını anlamaya yeter de artar.

Ara sıra bu ağ kalıntılarını temizlediğim de olur. Makasla kıtır kıtır kestikçe ağ örtülerin altından batığın daha
önce hiç görmediğim bir ayrıntısı da ortaya çıkar. Aslında bizim tayfadan “kapalıdevre” Teoman’ın sözünü dinleyip biraz uğraşsak, şu hayalet ağları iyice temizlesek, belki batığın asıl hikâyesi de çıkar o doymak bilmez örtünün altından. Önümüzdeki kış belki bu işin üzerine düşerim.

Sadece balıklar yuvalanmaz paslı demirlerin arasına. Üzerindeki boyası iyice silinip gittiğinden midir nedir,
midyelerin ve tüplü deniz kurtlarının istilasına uğramıştır batığın demirden derisi. Bu canlı örtüyü gemilerden uzak tutmak için teknelerin karinaları -yani su içinde kalan gövdeleri- zehirli boyalarla boyanır. Ortaköy batığı da bir zamanlar bu şekilde boyanmış olsa bile koruyucu boyanın artık hükmü kalmamış olmalı. Paslı demir şimdilerde yaşamla kaplanmış durumda, bir karış boş yer yok. Yapışıcı organizmalar batığı çoktan teslim almışlar, onların yarattığı canlı katmanın üzerine de deniz yıldızları, deniz tavşanları, süngerler ve daha bir dolu canlı yerleşmiş. Ortaköy Cami’nin az açığında alın size yapay bir resif...

Dört bir yanı yaşamla sarılmış paslı demir yığını belki bir gün gerçek öyküsünü de paylaşır benimle.

***

Ortaköy batığı filmini buradan izleyebilirsiniz.

3 Ekim 2013 Perşembe

MACERA DAHA BİTMEDİ...

Beni az koşturmadı peşinden. Gün oldu uzak bir limandan aldım haberini, gün oldu İstanbul’da bir ara
sokakta çıktı karşıma. Yaz kış, soğuk sıcak, uzak yakın demeden buluşurduk.

Sırlarını paylaşırdı benimle sessizce,  ama her şeyini hemen anlatmazdı. Zamana bırakmıştım onu tanımayı, acele etmeden, sabırla, her seferinde biraz daha. Böylece 25 yıl geldi geçti.

***

Evet, tam 25 yıldır bozcamgözün peşinde koşturuyorum. Basit bir merakla başladı bu uzun koşu. Önceleri büyük bir köpekbalığı görmek, denk gelirse birkaç tane de dişini almak, birkaç tane de fotoğrafını çekmekten başka bir amacım yoktu. Derinlerden gelen bu az bilinen yırtıcının hayatını anlamaya pek uğraşmıyordum önceleri.

Zamanla yaşam hikâyesini merak etmeye başladım derinleri mesken tutan bu az bilinen yırtıcının. Bozcamgöz
hakkında giderek daha fazla okumaya başladıkça onun hakkındaki sorularım da artmaya başladı. Daha fazla araştırdıkça bozcamgözün yaşam hikâyesini biraz daha öğreniyordum ya da bana öyle geliyordu. Ancak yazılanlar hep uzak denizlerde yaşayan bozcamgözlere ait ayrıntılardı ve yanı başımızda yaşayanlar hakkında neredeyse hiçbir şey bilinmiyordu.

Yıllar geçtikçe hikâyesini dinleme fırsatı bulduğum bozcamgözlerin de sayısı arttı. Üniversitede deniz biyolojisi asistanıyken ara sıra laboratuvara getirdiğim de olurdu onlardan birini. Derken makaleler yazmaya da başladım onlar hakkında. Bizim bozcamgözlerin hikâyeleri de en sonunda yazıya dökülmeye başlamıştı. Türk sularında yaşayan bozcamgözler hakkında yazılmış olanların önemli bir kısmı kalemimin eseri. Bu beni mutlu ediyor. Bir araştırmacının üniversiteden ayrılmış olsa da araştırma yapmaya ve bunların sonuçlarını yayınlamaya devam edebileceğinin delilleri onlar.

***

Çeyrek asırdır aralıksız sürdürdüğüm bozcamgöz koşturmacasında tamı tamına 150 bireyin yaşam
hikâyelerini öğrenme fırsatım oldu. Bedenlerinden örnekler aldım, fotoğraflarını çektim, ölçtüm, biçtim, ben doğmadan önce ağlara takılmış olanların hikâyelerini açığa çıkarmak için arşivlerde gazeteleri satır satır taradım. Akdeniz’den Karadeniz’e kadar takip ettim onları.

Bizim bozcamgözlerimizi tarih sırasına göre aktaran düzenli bir arşiv listesini -bizim bozcamgözlerimizin nüfus kayıtlarını- yayınlamanın vakti gelmişti en sonunda. Slovenya’da yayımlanan ANNALES - Doğa Tarihi Serileri dergisinde bir hafta önce basılan Türkiye Bozcamgözleri Veri Bankası, Türk suları dışında Doğu Akdeniz genelinde şu an için en kapsamlı veri arşivi olarak dikkat çekiyor.

25 yıl önce bozcamgözlerimizi yok denecek kadar az tanıyorduk, şimdi onlar hakkında elle tutulur bilgilere
sahibiz. Ama hâlâ yolun başındaymışım gibi geliyor. Bu kadar zaman geçtikten sonra kafamdaki sorular öğrendiklerimden daha fazla. Bozcamgözün Türk Boğazlar Sistemi -İstanbul ve Çanakkale boğazları ve Marmara Denizi- boyunca hareketlerinin izlenmesi ve anlaşılması şart. 1990’larda Çanakkele Boğazı’nda karaya vuran bozcamgöz, türün boğazın sığ sularından geçebildiği ihtimalini akla getirdi. Diğer yandan Karadeniz’de yakalanan üç tane bozcamgöz, türün aynı yolculuğu İstanbul Boğazı’nda da yapabildiğini düşündürüyor.

Bozcamgöz Türk Boğazlar Sistemi’nde düzenli göçler yapıyor olabilir mi? Karadeniz’deki bozcamgözlerin
kökeni Marmaralı bireyler mi? Acaba bozcamgözün Marmara’da yalıtılmış bir nüfusu mu var? Çoğu zaman topluma bir korku kaynağı, bir ölüm makinesi olarak tanıtılan bozcamgözün neslini korumak mümkün olabilecek mi? Sorular sorular...

Her cevap beraberinde yepyeni sorular getirdi. Galiba bu macera daha bitmedi. Bu ilginç yırtıcının yaşamında daha derinlere dalmanın vakti geldi artık.

***

25 Ağustos 2013 Pazar

DERİNLER ÖDÜLLENDİRİR BENİ...

Haftasonunu kuru geçirmeyi unutalı o kadar uzun zaman oldu ki!
Denizin tuzunu tatmadan geçirdiğim her 
pazarı ömrümden bir kayıp sayarım. Uykumdan vazgeçip şafak vakti yollara düştüğüm, sıcak yatağımın rahatından deniz uğruna vazgeçtiğim her pazarın mutlaka bir ödülü oldu derinlerden gelen.

Camlı dolabımın içinde durur derinlerdeki İstanbul’un bana armağanları; günün birinde artık dalamayacak hale geldiğimde bana bugünleri, bu kentin kıyılarında ve derinlerinde yaşadıklarımı anımsatacak, uzun uzun düşlere dalmamı, belki de o zamanlar geldiğinde çoktan kaybetmiş olacağım yoldaşlarımı anımsamak için geçmişe ait, en güzel zamanlarıma ait hatıralar verir derinlerdeki İstanbul...

***

Birkaç yıl önce bir Ahırkapı dalışında kadim İstanbul’un derinlerde yitip gitmiş hikâyelerinin peşine düşmüştüm yine. Bu seferki armağanı küçük bronz bir kutuydu. Öyle kararmıştı ki dibin rengiyle hemen hemen bir olmuştu. Üzerine titizlikle kazınmış oymaları dipteyken çok zor farkediliyordu. Zamanın tortusu birikmişti kabartmaların arasındaki boşluklarda. Gerçek güzelliği evde temizleyince ortaya çıktı. Eskiden bambaşka bir zevkmiş üretmek. Alın teri döken, el emeği göz nuru harcayanların hatırı sayılır estetik kaygıları varmış üretirlerken. Geçmişten kalan hemen her şeyin üzerinde bu zevk dolu kaygıyı görebiliriz.


Charles Lewis Posner ki kutunun üzerinde yazan marka buydu,
Viktorya döneminin tanınmış divit kalemi
markalarından. Hokkadaki mürekkebe batırılarak kullanılan divit kalemlerini, benim gibi kalem emekçileri bir zamanlar yaygın olarak kullanırlarmış. Gerçi bugünün yazı üstatları ve meraklıları da divit kalemlerine olan ilgilerini kaybetmiş değiller. Geçmişteki yaygınlığından eser kalmamış olsa da divit geleneğini yaşatan meraklılar daha tamamen yok olmadılar. Az ama öz...

Bronz kutunun sırtı tıpkı bir kitap cildi gibi şekillendirilmiş. Yapan usta bir
de “cilt 1” yazısını eklemiş, sanki kutunun içindekilerin amacını anlatmak ister gibi. O kutudaki kalem uçlarıyla kimbilir ne ciltler yazıldı, ne öyküler anlatıldı? Zamanın derinliklerinde kaybolmuş bir meslekdaşımın, bir başka kalem emekçisinin miydi acaba? Neden denize fırlatılmıştı? Bazı sorular yanıtsız kalır...

***

Bugünlerde Yedikule’de hummalı bir deniz doldurma çalışması yürütülüyor.
İstanbul’a milyonluk bir gösteri meydanı kazandırmak için hergün tonlarca moloz denize dökülüyor. Geçenlerde bizim çocuklar dalmak için Ahırkapı’ya gitmişlerdi. Yelkenkaya’dan dönerken aradılar, Ahırkapı’daki dalış noktasına kıyıdan giriş kapatılmış, nereye gidelim diye soruyorlardı.

Kocaman bir şantiye kurulmuş kıyıya, ne çekekten ne de radarın ordan
denize girmek mümkün değilmiş. Hani kıyıyı güzelleştirmek, düzene sokmak için bir çalışma yapılacaksa eyvallah. Ama orayı da doldurmaya başlarsalar, yandı gülüm keten helva! Kentin hiç duyulmamış, gün yüzü görmemiş hikâyelerinin molozun altında kalması endişesi sardı beni birkaç haftadır. Denizin altından gelen hikâyelere karşı giderek daha duyarsızlaşan, ilerlemenin önünde engel olarak gören insanlar haline geldik. Varsa yoksa bugün ve yarın, geçmişin pek bir önemi kalmadı artık. Ha denizin dibinde kalmış ha molozun altında. İki kıta yetmedi İstanbul’a, kıyısındaki denize de göz dikti. Hoş çok da yeni bir şey değil bu. Kentin şekillendiği karasal alanları plansızlığa kurban et, sonra yer kalmadı diye denizi doldur.

Bu şehir bir zamanlar deniziyle dosttu. Bu dostluk sayesinde her zaman ödüllendirilmişti bu kentin yaşayanları, lüferle, orkinozla, kolyozla, uskumruyla, pırıl pırıl bir denizle, adımbaşı plajlarla, çöpe çamura bulanmamış martılarla, eksiksiz bir deniz yaşamıyla...


Kendine has bir deniz kültürüydü İstanbul’un denizle olan ilişkisi. Şimdi molozlara gömülen sadece deniz değil, kentin günyüzü görmemiş hikâyeleri, geçmişine dair ipuçları...

15 Ağustos 2013 Perşembe

DERİNLERDE TARİH DERSİ...

Boğazda dalmak İstanbul’un geçmişini anlatan bir kitabı ağır ağır okumak gibi. Her dalışta kentin geçmişinden
bir sayfa daha açılır ve çoktan unutulmuş bir hikâyenin derinliklerinde yol alırsınız. Yukarıdakiler bugünü yaşarken diptekiler geçmişin içine dalıp giderler.

İstanbul derinliklerine ne zaman dalıp gitsem kadim kente dair bir şey daha öğrenirim. Duvarların arasına hapsolmayı gerektirmeyen, sınav korkusu ve not kaygısı olmayan bir tarih dersini dipte gezinirken dinlemenin keyfini varın siz düşünün...

***

Birkaç yıl önce yine bir kış sabahı Ahırkapı’da sahilin az açığında geziniyordum. Oldukça uzun bir dalışın sonlarıydı. Önce açıktaki bayırın eteklerinde dolaşmıştım. Bilgisayarın gösterdiği birkaç dakikalık deko beklemesi, derin dalışlarımla kıyaslandığında beklemeden bile sayılmazdı. Üç beş dakika beklemenin lafı mı olur? Az buçuk tanıdınız artık beni eğer eski yazıları da okuduysanız.

Fileye tıkıştırdığım şişeleri kırmamaya çalışırken 5-6 metre derinde dibi eşelemeye de devam ediyordum bir yandan. Son ana kadar aramaya devam etmeli! Bazen turnayı gözünden vurmak son dakikaya kısmet olur, tıpkı bu dalışta olduğu gibi...

Astigmattan az buçuk nasibini almış miyop olmama rağmen dibin keşmekeşine karışmış ıvır zıvırı bulmakta üzerime yoktur. Dalış maskeme numaralı cam dahi takılı değildir. Bu yaşa kadar ihtiyaç duymadım bundan sonra da Allah kerim...

Önce kararmış bir metal parçası gibi görünmüştü gözüme. Fakat düzgün geometrisiyle etrafındaki deniz
kabuklarından kolayca ayırdedilebiliyordu. Uzanıp aldım. Biraz kurcalayınca hafifçe büküldü ama sonra hemen düzeldi eski haline geri döndü. Lastikten yapılmıştı. Parmağımı üzerinde şöyle bir gezdirince kabartmaları olduğunu farkettim. Ne yazdığını o an okuyamamış olsam da belli ki damga ya da mühür gibi bir şey bulmuştum.

***

Osmanlı zamanında çoğu Avrupa ülkesi imparatorluk sınırları içinde ve dışında kendi postalarını taşıma imtiyazına sahiplerdi. Bu iş için Osmanlı topraklarında postaneler açmış olan devletlerden birisi de Alman İmparatorluğu’ydu.

Alman Kraliyet Posta İdaresi’nin (Reichpost ya da Kaiserlich Deutsche Post) üçü İstanbul’da olmak üzere
Beyrut, Hayfa, Kudüs ve İzmir’de de birer şubesi vardı ki  ilk postane 1 Mart 1870’de İstanbul’da açılmıştı. Alman Kraliyet Posta İdaresi’nin Osmanlı topraklarındaki varlığı Birinci Dünya Savaşı’nın çıkmasını takiben 30 Eylül 1914’de sona erdi. Büyük ihtimalle pul ve posta tarihi meraklılarının hatıralarında kalan bu hikâyeyi öğrenmek de yine bir Ahırkapı dalışına kısmetmiş...

***

Damgayı fileye koyduktan sonra fazla oyalanmadan çıkmıştım sudan. Lastiği kaplayan tortu zamanla
kabartmaların arasını iyice doldurduğundan başta ne yazdığı tam okunmuyordu. Yarı yarıya sulandırılmış sirkeyle ve yumuşak bir diş fırçasıyla tortuları iyice temizledikten sonra, neredeyse bir asırdır denizin dibinde kalmış olan lastiğin emdiği tuzu uzaklaştırmak için ılık tatlı suda birkaç hafta bekletmiştim. Temizlik bittiğinde yazı nihayet okunur hale gelmişti. Tersten basılmış kabartma harflerle “Kaiserlich Deutsches Postampt CONSTANTINOPEL” yazılıydı siyah lastiğin üzerinde. Alman Kraliyet Posta İdaresi’nin İstanbul çıkış damgasını bulmuştum şehrin kıyısında gezinirken.


Bir zamanlar İstanbul’dan Almanya’ya yollanmış nice mektubun, kartpostalın, kolinin, bilumum zarfın üzerine basılmıştı ve şubesi kapanmış olsa da o gitmemiş, burada kalmıştı.

11 Ağustos 2013 Pazar

BOĞAZ’IN BATIK MARKALARI...

Aslında basit bir heves olarak başlamıştı yıllardır keyifle sürdürdüğüm şişe arayışı. Hemen her dalgıcın
gönlünde yatan aslandır, ufak çaplı bir maceranın beraberinde dipte değerli bir şeyler bulmak. Hoş, en basit haliyle bile dalış başlı başına bir maceradır, suyun altındaki her kayboluş sonu belli olmayan bir serüvendir ya, zamanla yetmemeye başlar. Derinlerde alınan her nefes sıradanlaştıkça dalgıç da başka hikâyelerin peşine düşer.

Bana gelince, dalışa başladığım ilk günden beri dipten sürekli bir şeyler topladım durdum.

Önceleri bir salyangoz dalgıcıydım. Nargile kayıklarında geçirdiğim onca zaman içinde ne kadar salyangoz topladım artık Allah bilir. Bu macerayı size daha önce de anlatmıştım, burada tekrar etmeye gerek yok. Merak edenler yandaki yazıya bakabilirler: (bkz. Damdan Düşer Gibi Dalgıç Oldum)

Sonra mercan dalgıçlığı başladı. Fakat bu sefer para için değil, bu değerli canlıların yaşam hikâyelerini ortaya çıkarmak için başlatılan bilimsel projeler çerçevesinde derinlere dalıp gitmiştim (bkz. Alacakaranlıkta Gezinmek).

Dedim ya başından beri hep bir şeyler topladım dipten, bazen keyif için bazen de geçimimi sağlamak için. Sağ
olsun bugüne kadar deniz hiç eli boş çevirmedi beni, az ya da çok artık o gün kısmetimde ne varsa, hep filem dolu uğurladı. Bugüne kadar topladıklarım hep tabiat ananın elinden çıkmış şeylerdi. Canlıları denizden koparma hevesim zaten uzun zamandır azalmış hatta hiç kalmamıştı. Acaba ne arasam ne çıkarsam derken içimdeki toplayıcı bir kez daha dürttü beni. Dipten canlı olmayan bir şeyler toplamanın vakti artık gelmişti.

***

Çok değil beş sene önce bir Eylül akşamı evde tek başıma “The Deep” filmini kimbilir kaçıncı kez
seyrediyordum. Hani iki tatilci balıkadamın Karayiplerde bir batığa dalarken dipte bir takım ıvır zıvır bulmaları ile başlayan ve derken altın, morfin, kan, barut ve bolca aşkla harmanlanmış serüvenlerinin anlatıldığı 1977 yapımı film var ya, belki yüz defa seyrettim ama hâlâ her seferinde bıkmadan izlerim. DVD aşındı neredeyse...

İşte o filmi seyrederken aklımdan şöyle  bir geçti: “acaba boğazda dalarken etrafıma biraz daha dikkatle baksam eski şişeydi, çatal kaşıktı bir şeyler bulur muyum acaba?” Kaç asırlık şehir, kimler gelmiş kimler geçmiş, her biri bir şey düşürmüş, dökmüş ya da fırlatıp atmış olsa ohooo dipte neler birikmiştir neler...

Fikrimi bizim tayfaya açınca Osman (Yazla) ağabey cevabı aynen yapıştırdı: “koçum o kadar uzun boylu aramana gerek yok, istediğin eski şişeler nerede var ben biliyorum...” Bu konuşmanın üzerinden daha birkaç gün geçmeden soluğu nasıl Ahırkapı’da aldığımızı ve eski şişe toplama maceramızın nasıl başladığını da size daha önce nakletmiştim (bkz. Hastalıktır Şişe Dalışı). Eski ayrıntıları burada tekrarlamanın gereği yok. Bu yazıda sizlere beş senedir bitmeyen bu şişe avının ürünlerinden bahsetmek istiyorum...


***

Denizin dibi tam bir markalar curcunasıydı. Eski insanlar neleri şişelemişler, o
narin şişelerin üzerine hangi markaları basmışlar, o markalardan hangilerinin yolu İstanbul’a düşmüş ve onlardan hangileri tekrar denizin dibini boylamışlar? 1800’lerin sonu ve 1900’lerin başında İstanbulluların tükettikleri markalar arasında neler varmış? Osmanlı’nın son zamanları ve genç Cumhuriyet hangi markalarla tanışmış? Ticaret hayatımızdan neler gelip geçmiş?

İnkâr etmiyorum başta basit bir hevesti benimki ama sonradan sadece
şişelerin değil markların peşinde tatminsiz bir serüvene dönüştü şişe dalışları. Ne zaman biteceğini de Allah bilir. Bulduğum her şişe yukarıdaki sorulara verilen bir cevaptı. Bugüne kadar ne bulduğumun özeti ise aşağıdaki kısa listede. Belki bir gün bu konuda bir kitap yazar ve hepsinin detaylı öyküsünü de sizlerle paylaşırım. Merak etmeyin her şişenin ve üzerindeki markanın kökenini de tek tek araştırdım. Ham bilgi hazır iş zamana kaldı. Şimdilik aşağıdaki liste var elimde, gerisi kısmet.

Şimdi kalın sağlıcakla...

***

Boğaz’ın batık markalarına kısa bir bakış:

Ecza / Itriyat / Zehir
Ed Pinaud Paris, Liquid Venter, Galbrun, Lysoform, Neurinase, Eugen Dellasuda Pharmacien, L. Steiner,
Cytobiase, Gastorsodine, Comprimes de Vichy, Chaulk’s Improved Petroid Cement, Gelle Freres Paris, Extrait Mouchoir, Monpelas Paris, Parfumerie Egyptia, Creme Simon, Houbigant Paris, Necip Bey Losyonları, Vel-Çit Saç Boyası, Boehringer Arsenferratose, De Schiens Hemoglobine, A. Mazon Meyva Tuzu, J&E Atkinson London, Muhayyer Hasan Şevki Kolonya ve Losyonları, Ziya Boyer Eczanesi, Ephedryl Biofarma, S. Ferit Kolonyası, Yeni Laboratuvarı, Enbil...

Gıda
Mellin’s Food, Moutarde Diaphane Louit Freres & Co, Moutarde Amieux
Freres, Moutarde Francaise Tivoli, Moutarde Surfine Delizia Le Piree Tsiakos & Fres & Cie, Maggi, Brasserie Bomonti Constantinople Societe Anonyme, Les Etablissements Poulenc Freres Paris, The Nectar Brewery Co Constantinople, Brauerei Liesing, Salonique Brasseries Olympos Niaussa, Kızılay Maden Suyu (eski şişesi), SEK Süt (eski şişesi), Sevimli Reçelleri Çubuklu Memba Suyu, Oziyer Hardal...

Mürekkep
Denby Bourne, N. Antoine Paris, Field’s Ink & Gum...

Alkollü İçküler

İnhisarlar Rakısı, Benedicten Likörü, Tekel rakılarının el işi şişeleri...

28 Temmuz 2013 Pazar

DENİZ KAKA OLMASIN...

Balıklar yuvalanmak için hiçbir fırsatı kaçırmazlar. İçine sığınabilecekleri ne bulurlarsa hemen sahiplenir ve
yerleşirler. Sırtlarını sağlam bir yere dayamakta üstlerine yoktur. Şöyle bir göz atar ve uygun olduğuna karar verdikleri yere hemen kapağı atarlar. Ondan sonra kolay kolay çıkaramazsınız girdikleri yerden onları.

İçi boşalmış bir çift midye kabuğu...
Bira kutuları, şarap şişeleri, şık bir kadeh...
Her nasılsa kıvrılıp kalmış bir parça mukavva...
Bu saydıklarımın tümü, içine girebildikleri ve de içine sığabildikleri sürece,
balıkların yuvalanmalarına fazlasıyla uygun yerlerdir.
Bizlere belki de en fazla benzeyen yanlarıdır, başlarını sokacak bir yer arayışları...

***

Biz çöp diye atarız deniz onu alır sahiplenir ve elinden geldiğince saklamaya çalışır. Kavanozu, şişeyi, kutuyu, demiri, tahtayı, camı, bize ait olup da denize attığımız ne varsa bir güzel süsleyip püsler, hazır eder belki birileri gelip içine yerleşmek ister diye.

Çöplerimizin albenisini artırır tüm renkleri ve desenleriyle. Zaten hoşlanmaz derin mavi dünyaya ait olmayan
bu bir yığın ıvır zıvırdan. Bari biraz bana -benim dünyama- benzesinler, belki o zaman daha kolay katlanırım varlıklarına diye düşünür sanki.

İnsan denizi bok çukuruna çevirir hiç ama hiç umursamadan, deniz ise sabreder belki bir gün değişir hatamızı anlarız diye. Bizim attıklarımızı bıkmadan değiştirir durur, üstüne bir de balık yerleştirir içlerine...

***

Bu sabah dalıştan geldikten sonra karımla oğlumu da denize götürdüm. Cehennem sıcağında eve kapanmak akıl kârı değil.

Mecbur kalmadıkça bizimkileri İstanbul’un plajlarına götürmem. Çocukluğumdaki sahil kültürü kalmadı artık İstanbul’da. Keyifli gidip keyifsiz döndüğüm çok olmuştur şehrin plajlarından. Dalmaya gittiğim derin kıyılara pek gelen olmaz. Kıyıdan iki kulaç açılınca birden 20 m derinleşen kıyılar her zaman tenhadır. Neyse ki hanım iyi yüzücüdür, oğlan da evel Allah’a sonra bana emanet...

Uzun sözün kısası, tam yola çıkacakken ufaklık bezini bir doldurdu sormayın gitsin. Annesiyle akla karayı
seçtik yıkamak için. Bizim ki Nuh dedi peygamber demedi, deniz diye tutturdu banyoya adım atmadı. En sonunda karım öyle bir laf etti ki yumurcak son sürat daldı banyoya:

“Deniz kaka olmasın!”

Karım tamı tamına bunu söyledi. Denizi kaka etme düşüncesi yetmişti oğlumun banyoya girmesi için. O minicik haliyle ürkmüştü denizi kaka etmekten.


Keşke hepimiz denizi kaka etmekten oğlum kadar çekinsek ve balıklar da denizin doğasına uygun, denize ait yuvalarda yaşamlarını geçirseler.

10 Temmuz 2013 Çarşamba

YILLAR SONRA KOLYOZ VE ORKİNOZ...

Galiba iyiye giden bir şeyler var!

Kış boyunca boğazda dalarken gördüğüm kalabalık kefal sürüleri, iri istavritler, tekir ve barbunlar iyi birer
işaret. Eskiden tek tük gördüğüm halde, artık hemen her dalışta karşılaşmaktan mutlu olduğum, üstelik Paşabahçe ve Kanlıca koyları gibi boğazın sakin yerlerinde adım başı denk geldiğim deniz iğneleri de öyle...

Nesilleri tükenme tehlikesi altında olan denizatları da boğazda birer ikişer 
görülmeye başladılar. Kocaman eşkinalar, iri kıyım dil balıkları, kırmızı çırçır balıkları ve papaz balıkları da eskisi oldukları sulara dönmekteler. Aslında buna pek dönmek denemez, bana göre hep buradaydılar ama ya sayıları çok azalmıştı ya da onları önemsemeyen insanların denize -öz yuvalarına- karşı vurdumduymaz davranışlarından o kadar korkmuşlardı ki ortalıkta görünmez olmuşlardı.

Dedim ya galiba iyiye giden bir şeyler var boğazda. Mesela bu yıl Beykoz Dalyanı’nda uzun yıllar sonra ilk kez kolyoz ve orkinoz yakalandı. Dahası kolyoz sürüsü dalyana girmekle kalmamış ve sürü halinde Karadeniz’e de yönelmişti, tıpkı eskiden olduğu gibi.

“Kolyoz Karadeniz’e girerse yerleşir ve ürer...” Dalyan’dan bir tanıdık bu sözleri söylerken, adeta gözlerinin
içi gülüyordu. Ne de olsa eski tanıdıklar geri dönmeye başlamışlardı yıllar önce terkettikleri sulara ve sevinci ondandı. Zaten orkinozun eski göç yolu üzerinden dalyana girmesinin sebebi de, en sevdiği av balıklarından olan kolyozları izlemesi.

Kolyozların arasına yarın bir gün belki uskumrular da karışır. Niye olmasın, yeter ki azıcık el verelim denizin kendisini toparlamasına. Geri dönenlere biraz iyi davranalım, üremeleri için onlara en az bir kez şans tanıyalım, hepsi bu...

Bu yıl orkinoz ve kolyozdan başka bir tane de camgöz girmiş dalyana. Ben görmedim, dalyandaki arkadaşlar anlattılar. Uzunluğu 2 metreden fazlaymış. Şaşırmadım... Orkinoz beslenmek için kolyozu ve diğer sürü balıklarını takip eder. Onların peşineyse denizin en güçlü avcıları takılır. Önümüzdeki günlerde bir fırsatını bulup dalyancılarla şöyle ayaküstü bir laflamak istiyorum. Belki camgözün fotoğrafını çekmişlerdir. Eğer camgözün türü tahmin ettiğim gibiyse (!) işte o zaman işler gerçekten yoluna girmeye başlamıştır boğazda.

Endişelenmenize hiç gerek yok, çünkü camgözlerin boğaza zaman zaman girmeleri bir tehlike değil, aksine
denizde işlerin yolunda gitmeye başladığının bir başka işareti. Ne de olsa derinlerdeki her canlının kaderi birbirine bağlı, biri nereye giderse diğerleri de onu izliyor.


Belki de önümüzdeki kış eski bir resim yeniden gerçeğe döner, 
eğer işler hep böyle iyiye giderse...

10 Haziran 2013 Pazartesi

UMUTTAN FAZLASI VAR...

Marmara’ya karşı beslenen önyargıları yerle bir etmek çok hoşuma gidiyor.

Yaşam umutlarının tükenmeye yüz tuttuğu bir denizin derinliklerinde renkli mi renkli bir dünyanın görüntüleri ile
karşılaşınca hissettiğim sevinci tarif edemem.

Yıllarca bizleri Marmara’nın öldüğüne inandırmaya çalıştılar. İçdenizin ve onun Karadeniz’e açılan kapısı İstanbul Boğazı’nın derinlerinde her şey güllük gülistanlık olmasa da, sanılanın aksine işler hiç de çok kötüye gitmiyor. Öldü gitti nasılsa, gözden çıkaralım olsun bitsin diyebileceğimiz bir durum yok en azından...

***

Marmara ve boğazları kendilerine has yaşam alanlarıdır diye her zaman söylerim. Türk Boğazlar Sistemi
olarak adlandırılan Çanakkale ve İstanbul boğazları ve Marmara üçlüsü dünyada eşine ender rastlanacak bir yaşam bütünlüğüne ev sahipliği yaparlar.

Bu sulardan gelip geçenler olduğu gibi kalıp yerleşenler de var. Bu denizler kimileri için yol üzerinde durakladıkları, daha ileriye gitmeden önce yeni koşullara alıştıkları bir sığınak, kimilerininse hayatın geri kalanındaki son durakları. İşte bu nedenlerden dolayı Marmara ve boğazları daima yaşam zengini yerler olmuşlar.

Bazı şeyler eksilmiş olsa da, haklarındaki ölüm ilanını yalancı çıkarmak istercesine bugün bile yaşam zenginidirler. Çünkü gidenlerin yerine daima yenileri gelir, bu denizlerde birileri boşluğu hep doldurur.

***

Eskiden deniz yaşamını kara insanlarının gözleri önüne sermek zordu. Ne
bu kadar dalgıç vardı ne de görüntüleme ve görüntüyü paylaşma imkânları bu kadar yaygındı. Sualtı kamerasına sahip olanlar parmakla gösterilirdi. Onların da çektikleri görüntüleri paylaşmak için yapabilecekleri sınırlıydı. Belki kişisel sergi ya da sağda solda film ya da slayt gösterimi. Fotoğrafları albümleştirmek, görüntüleri ülkeyle hatta dünyayla paylaşmak hayalden öteye geçmezdi çoğu zaman. Hal böyle olunca Marmara öldü, bitti, mahvoldu yalanına milleti inandırmak kolaydı.

Denizin dibini göremeyen milyonlar yıllarca yüzeyde gördükleri kadarıyla
Marmara hakkında hükümlere vardılar. Onlar için Marmara’nın ölümünü kabullenmek hiç de zor olmadı. Çünkü eskilerin anlattıkları dışında yaşadığına hiç tanık olmamışlardı.

Şimdi öyle mi? Dalanların ve dalarken görüntüleyenlerin sayısı arttıkça sözde merhumun dibinden gelen yaşam dolu kanıtlar da çoğaldı, çoğalmayı da sürdürüyor. Şişedeki cin çıktı bir kere...

***

Marmara’nın çoktan öldüğü yalanına artık bir son vermek gerek. Geçmişte anlatılan zengin deniz yaşamı;
orkinozlar, büyük beyazlar, foklar, kıyılara vuran palamut, uskumru, lüfer sürüleri, boğazın ortasında yakalanan kılıçbalıkları ve de yüz yıl önceki Marmara’ya ait olan ne varsa onları geri getirmekten henüz çok uzaktayız. Üstelik buna kalkışırsak çok uzun soluklu ve zahmetli bir işe kalkışmamız gerektiği de ortada.
Ne yazık ki insanın yüreğindeki karanlık bu çabayı engelliyor. Denizi -Marmara’yı ve boğazlarını- karadaki hayatın bir devamı olarak göremediğimiz için, Beyoğlu’ndan, Çamlıca’dan, Sarıyer sırtlarından, Ümraniye’den geçen sokakların ama uzun ama kısa bir yolun sonunda denize ulaştıklarını anlayamadığımız için, denizi ve yaşayanlarını korumak için sarfedilen cılız çabalar kollektif bir bilince dönüşemiyor.

Belki eski yaşam zenginliğini geri getiremeyiz ama bugünden başlayarak sarfedeceğimiz çaba elimizde
kalanları kurtaracak, geleceğe yaşayan bir Marmara, yaşayan bir boğaz bırakmamızı sağlayacak.

Emin olun Marmara’nın dibinde bu denizin hâlâ direndiğini fısıldayan ve gelecek umutları besleyen yaşamlar var!


Gözünü açanlar için Marmara’nın dibinde umuttan fazlası var...