28 Haziran 2012 Perşembe

OYNAR BAŞLILARI KULLANSANA...

En güzel balık deniz üstünde yenir. Boğazı adım başı parsellemiş, Avrupa’nın bilmem neresinden diplomalı şefleriyle caka satan, yer bulmak için günler öncesinden yer ayırtmak gereken fiyakalı mekânların kırk çeşit sosa buladıkları tarifler vız gelir tırıs gider, denizden yeni çıkmış, üzerinden yakamoz damlayan kıpır kıpır sade lezzetlerin yanında...

***

Balığı hakkıyla yemeyi teknelerde öğrendim. Masaya yaydığımız gazete kâğıdının üzerinden ne balıklar geldi geçti. Kara insanlarının kolay kolay tadamayacakları, şafağın ilk ışıklarında ya da gecenin alacakaranlığında tutulan, denizdeki hali neyse tavadaki hali de aynı olan balıkların lezzeti, denizin gerçek tadıydı onlar...

Deniz suyuyla pişirdiğimiz mercan pilaki, karagözlerin akrabası olan ıskatari yahnisi, uskumrunun ızgarası sebzelisi, közde tekir...

Kayığı baştan kara edip hemen oracıkta yaktığımız çingene ateşinin közünde pişirdiğimiz boklu balık... Pulları ve iç organları temizlenmemiş izmaritleri yatırın közün üstüne, her iki tarafı iyice kızarınca boklu balığınız hazır. Adına aldanıp da sakın burun kıvırmayın. Denizin gerçek tadını almanın en güzel yolu budur...

***

Yıllar önce teknesinde çalıştığım reislerden biri, “Balıkçı balığın en güzelini pişirmeyi, en semizini yemeyi hakeder...” demişti bir keresinde... Galiba Gökçeada’nın Yenibademli köyünden Adem Reis’ti bu sözün sahibi...

Haklıydı! Fırtına, bora, kar, yağmur demeden, evden günlerce, millerce uzakta, hiç tanımadığı sofralar için balık tutan, karides tutan, kalamar tutan, denizin çilesini çeken ve bazen bu yolda canını veren balıkçının hakkıydı balığın en güzeli...

Adem Reis, hem Su Ürünleri Fakültesi’nin 8 metrelik alamatrasına kaptanlık ederdi hem de kendi kayığıyla balığa çıkardı. Aslen Karadeniz’liydi. Rüzgârın önünde savrulan yapraklar misali, sert bir Karadeniz fırtınası onu alıştığı sulardan koparıp Ege’ye savurmuştu.

Yaman denizciydi, bir bakmaya anlardı kaç kulaçta neler olup bittiğini. Teknedeki balık sofrasında ilk ve son kez çatal aradığımda da o söylemişti “oynar başlıları kullansana” diye...

O günden beri teknede çatal kaşık aramam. Sofrada varsa kullanırım, yoksa parmaklarım ne güne duruyor...

***

Deniz üstü balık sofrası ne masa ister ne de porselen tabak çanak...

Sırtını dayarsın küpeşteye, çekersin üzerine ışıl ışıl yıldızları; denizle göğün sonsuzluğu arasında demlene demlene balığın tadına varırken, günlük yaşamın dayattığı lüksleri hatırlamazsın bile...

Yanında iki can dostun, dilinde iki satır hoş sohbetin varsa sofranın hiçbir eksiği kalmaz. Denizin kokusu mangalda cızırdayan balığın dumanına karışır, hür ve mutlu bir yaşamın kokusu olur çıkar...

Tıpkı deniz suyu gibidir bu koku, bir kere üzerine sinmeye görsün asla unutmazsın. O günden sonra yediğin her balıkta, içtiğin her kadehte, küpeşteye yaslandığın o günleri ve geceleri anarsın, ararsın...

19 Haziran 2012 Salı

BİR TARAF KAYBEDER DİĞER TARAF KAZANIR...

Acaba ne oldu da bu hale geldiler? Şekil değiştirip yamyassı bir balığa dönüşmelerine acaba ne sebep oldu?

Dibe tepeden bakmak dururken neden yerle bir olup dibin karmaşasına karışmayı seçtiler?

Suda özgürce dolaşmaktan vazgeçmek ve ömrünün geri kalanında yatık bir yaşamı gönüllü olarak kabullenmek kolay bir seçim olmasa gerek...

***

Dil balıkları, pisi balıkları ve kalkan balıkları... Suyun kaldırma gücüyle alay edercesine dibe oturmayı seçmiş yassı balıklar...

Balıkbilimcilerin pleuronectiformes takımında biraraya topladıkları yassı balıkların dünya genelinde tarif edilmiş 400’den fazla türü var. Aralarında defne yaprağı kadar küçük olanları bulunduğu gibi, boyu 2.5 metreye ve ağırlığı 300 kiloya varan azmanlar da var.

***

Öğrenciyken kafamı en fazla karıştıran balıklardı yassı balıklar. Harcıâlem türleri tanımakta pek güçlük çekmezdim. Balıkçıların ‘Beykoz kalkanı, erkek kalkan ya da çivili kalkan’ dedikleri Psetta maxima, gerek rengi ve desenleri, gerekse cüssesiyle kolayca ayrılırdı küçük akrabalarından.

Yeri gelmişken söylemeliyim, şimdilerde 3-4 kiloluğunu bulunca balıkçılara bayram sevinci yaşatan çivili kalkanın eskiden 20-25 kiloluklarına sıkça rastlanırdı. Artık ara ki bulasın öylesini...

Kolayca tanıdığım yassı balıklardan biri de dil balığıydı. Enine göre boyu bir hayli uzun bir oval şeklinde olan dil balığı kendini hemen ele verirdi. Kalkan ve pisi balıklarının eşkenar dörtgenle dairemsi oval hatları yanında kolayca farkedilirdi.

***

Yassı balıklar yaşamlarının ilk haftalarında dipte yatmak şöyle dursun, yakınına bile uğramazlar. Yumurtadan çıkan larvanın kafasında sağlı sollu birer tane göz vardır. İncecik bedenleri kalem gibidir. Alışılmış balık biçiminin cılız bir kopyası olarak doğar ve ömürlerinin başında kısa bir dönemi böyle geçirirler.

Balıkbilimciler yassı balıkların daha bebekken başlarına gelen ve hayatlarının geri kalanında yaşam şekillerini belirleyen iki önemli evreyi metamorfoz (dönüşüm) ve yerleşme (dibe çökme) olarak adlandırırlar.

Metamorfoz sırasında önce larvanın gözleri yer değiştirir. Gözler türe göre başın sağına veya soluna yerleşirler. Gözlerin göçü sonrasında yassı balığın bir yanı kör kalır. Bu sırada vücudu da yassılaşıp genişlemeye başlar. Bu halleriyle larvalar, başlarının sağında ya da solunda iki tane gözleri olan, bir yanları kör olmuş yapraklar gibi suda savrulurlar. Kör yanları tamamen savunmasız kalır. Derken sudan kopup dibe yerleşme zamanı gelir...

Bir yanları körelirken diğer yanları iki kat fazla gören; bir yanları renklerden arınıp sadeleşirken, diğer yanları renklenen yassı balıklar, hayatın kayıplar ve kazançlarla dolu olduğunu dile getirmek ister gibi yaşarlar...

Hayatta da bir taraf kazanırken diğer taraf kaybetmez mi?

***

Balıkların alıştığımız geometrileriyle taban tabana tezattırlar. Görece ne sırt yüzgeçleri, ne anüs ne de karın yüzgeçleri yerli yerindedir. Göğüs yüzgeçlerinden biri gözlü taraftayken, diğeri kör yanda kalmıştır. Çok mu karışık oldu?

O zaman istavritin ya da levreğin bir gözünün yerinden çıktığını ve diğerinin tam yanına yerleştiğini hayal edin. Sonra alın bu balığı ve gözsüz tarafı yere gelecek şekilde dibe yatırın. Kör tarafta kalan göğüs yüzgecinin gözlü taraftakine kıyasla küçüldüğünü, hatta tamamen köreldiğini düşünün. (Bazı yassı balık türlerinde kör taraftaki göğüs yüzgeci zamanla körelebilmektedir.)

Yassı balık olmak işte böyle bir şeydir...

Yüzerken kuyruk yüzgeci artık sağa sola değil, aşağı yukarı hareket eder. Zamanla tepsi gibi yassılaşıp incelen vücut, baştan kuyruğa dalgalanan tek bir yüzgeç gibi kullanıldıkça, yassı balığın dipteki hareketleri daha da kıvraklaşır ve hızlanır.

***

Hayatı yarım yamalak görmenin, kör taraftan gelebilecek saldırılardan kaçınmanın çaresini dibe yatmakta bulur kalkan, pisi ve dil balıkları. Bir yanları üzerine yatarak kendini sağlama almaktır aslında yaptıkları...

Eğer bir yanları kör olmasaydı, derilerine değenin deniz dibi değil elim olduğunu görebilselerdi, onlara dokunmama, kendileriyle oynamama izin verirler miydi acaba?

14 Haziran 2012 Perşembe

GELENEĞİ YAŞATAN YİĞİT HAYATLAR...

Sünger, mercan ve deniz salyangozu, dalgıçlığın alamet-i farikası olmuş canlılardır. Cam bir fanusun içinde Akdeniz’in lacivert sularına dalmaya cesaret eden pirimiz Büyük İskender kadar emekleri geçmiştir onların dalgıçlık sanatının doğuşuna ve serpilmesine.

Akdeniz’de neredeyse denizciliğin tarihi kadar eskilere uzanır sünger ve mercan peşindeki koşturmacanın hikâyesi. Ege adalarında sünger dalgıçlarının nefeslerini tutarak 20-30 kulaç sulara nasıl daldıkları, peşlerine düşen köpekbalıklarıyla kıran kırana nasıl boğuştukları, ilkçağ tarihçilerinin ballandırarak anlattıkları hikâyeler arasındadır.

Süngerleri ve mercanları dipten kopartıp, onları kara insanlarına getirmek için asırlardır nice tehlikelere meydan okuyor Akdeniz’in cesur dalgıçları...

Hepsine teker teker selam olsun...

***

Benim de derinlere giden yolculuğum, dalgıçlığın kıvılcımı olmuş böyle bir canlının izini sürerek başlamıştı.

Doğruyu söylemek gerekirse buraların yabancısı, bizim denizlerde olmaması gereken bir kaçak yolcuydu o. Anayurdu olan Güney Çin Denizi’nden başlayıp Karadeniz’de sona eren uzun yolculuğunda ya bir geminin gövdesine yapışarak yol almıştı ya da daha ufacık bir larvayken gizlice girdiği sintinede yolculuğu tamamlamıştı.

Ufkun ötesindeki denizlerden gelen turuncu ağızlı deniz salyangozu (Rapana venosa), yerleştiği yeni yurdunu benimsemekte zorlanmadı. Eti kıymetli olduğundan yeni yurdundaki insanlar gelişini hoş karşıladılar ve peşine düşmekte gecikmediler.

***

Balıkçılığın beşiği olmasına karşın, Ege ve Akdeniz’deki gibi kökleri geçmişe uzanan bir dalgıçlık kültürünün şekillenmediği Karadeniz’de, irili ufaklı dalgıç kayıkları zamanla mantar gibi çoğaldı.

Salyangoz avında kullanılan nargile donanımı oldukça basit bir düzenekten oluşur. Bir tane alçak basınç kompresörü ‘şıtandıra’ya yani hava tankına hava basar. Çıkış memesine bağlı bir filtreden iyi kötü süzülen hava, uzunluğu 100 m’yi geçmeyen bir hortumun ucundaki regülatör ikinci kademesinden dalgıca gelir. Hava hortumu dalgıcın ağırlık kemerine basit bir düğümle sabitlenir. Karabina ya da harnes (dalgıcın omuzları ve beli etrafından dolanan tokalı kemer) hak getire. Dola hortumu kemere, bitti gitti...

Zamanında o kadar iptidai, ama bir o kadar da ince zekâ ürünü kompresör düzeneklerine rastgeldim ki adama şapka çıkartır! Kayığa boya tabancası kompresörü koyanda vardı, paraya kıyıp paslanmaz çelikten şıkır şıkır şıtandıra yaptıran da...

Birkaç sene önce İzmir’de ayak üstü iki satır lafladığım bir dalgıcın bira fıçısından imal ettiği hava tankı, fukaralıkla gelen yaratıcılığın zirvesi olmayı hak ediyor...

***

20 küsür sene önce Kenan Şeker teknesinde dalgıçlığa nasıl başladığımı, bir avuç cesur denizoğluyla kısa bir süre için de olsa nasıl kader arkadaşı olduğumu ve günün birinde emektar teknemizin nasıl battığını daha önce anlatmıştım (bkz. Damdan düşer gibi dalgıç oldum, Fırtınaya yenik düştü Kenan Şeker).

O günlerden aktarmadığım tek ayrıntı ise, derin karanlığa adım atmama önayak olan, çocukluk hayalimi gerçekleştirebilmem için yol gösteren ustamın, dalgıç Adnan’ın ölmüş olduğuydu.

Uzun süre haber alamayınca dalgıçlığı bıraktığını, buralardan gittiğini düşünmüştüm dalgıç Adnan’ın. Birkaç yıl önce bir pazar günü televizyonun karşısında pineklerken ekranda resmini görünce birden donuverdim. İzlemekte olduğum programda Çapa Sualtı Hekimliği’nde 1998’de yaşanan basınç odası kazasında yaşamlarını kaybeden üç kişiden bahsediliyordu. Ölenler arasında ustam Adnan Aşır’ın da adı geçince bir süre ne diyeceğimi bilemeden öylece baktım televizyona. Vurgunzede ustamı basınçodasında yakalamıştı ölüm...

***

Dalış sırasında Rapana salyangozu görünce bir başka keyiflenirim. Eski bir dostla karşılaşmanın keyfidir bu. Küçük bir kavun kadar olanlarına eskiden sığlıklarda çok rastlanırdı. Sığdakiler tükenmeye başlayınca, dalgıçlara da derinlerin yolu göründü. 15-20 kulaç suya, bazen daha derine hergün birkaç kez dalmak, insanı eninde sonunda yıpratır.

Bugünlerde sığlıklarda yeniden irikıyım deniz salyangozlarıyla karşılaşmak keyfimi katmerlendiriyor. 1 Mayıs’tan 30 Eylül’e kadar devam eden av yasağı yavaş da olsa meyvelerini veriyor sanki...

***

Rapana salyangozu Karadeniz’de kendine özgü bir dalgıçlık geleneğinin kıvılcımı oldu, binlerce insana ekmek kapısı açtı. Bu uğurda birçok kurban da verildi, tıpkı Ege’de sünger, Akdeniz’de kırmızı mercan peşinde kaybolup giden özverili yiğit hayatlar gibi...

Derinlerde devam eden geleneği onların ruhları canlı tutuyor.

11 Haziran 2012 Pazartesi

DEVLERİ DİZE GETİREN YAŞLI BALIKÇI...

Bir zamanlar Boğaziçi’nin en namlı orkinoscularından biriymiş İrfan Yürür. 1925 doğumlu ihtiyar balıkçı, yakaladığı orkinosların sayısını çoktan unutmuş. 9 Nisan 2011’de Samatya Balıkçı Barınağı’nın kahvesinde yaptığımız kısa sohbette sormuştum kaç tane orkinos yakaladığını. “Çoook” diye cevaplamıştı. Yakaladığı her orkinos balığı deniz yorgunu ellerinde bir iz bırakmıştı. Elleri kabaydı, güçlüydü, denizde geçen her günün, orkinosla girişilen her mücadelenin hatırasını okumak mümkündü avuçlarında. 1930’ların başında bir gün, okula gitmek yerine bir arkadaşının aklına uyup Sirkeci kıyısına indiğinde denizin, balığın kokusuyla karışmıştı kaderi. Sirkeci Vapur İskelesi’nde yakaladığı ilk istavritle başlamıştı denizle mücadelesi. Yüzlerce kiloluk orkinosları, kayığından büyük canavarları yakalamasına, boğazda fersah fersah “Samatyalı” İrfan olarak nam salmasına daha çok vardı.

Samatyalı İrfan yakaladığı orkinosların sayısını unutmuş olsa da, oltasında can veren büyük beyazların, kendi değişiyle canavarların sayısını çok net hatırlıyordu. “1958’le 60 arasında tam 7 tane canavar köpekbalığı yakaladım” derken, kahvedeki masanın kenarına dayadığı elleri belli belirsiz gerildi. Karaya çekilmek zorunda kalan yaşlı denizci sanki o günlere gitmişti bir anlığına. Ağzından çıkan her kelimeyle inanması hiç de kolay olmayan bir hikâye şekilleniyordu. İstanbul’un geçmişinde giderek silikleşen izler bırakmış devlerin ve onların peşine düşen, bir olta ve bir kayıktan başka bir şeyleri olmayan bir avuç yürekli insanın unutulmuş hikâyesi su yüzüne çıkıyordu Samatyalı konuştukça.

Barınaktaki kahvede dinlediklerim sıradan bir balıkçı masalından öte, Boğaziçi’nin balıkçılık takviminden koparılmış, kaybolmuş yaprakları okumak gibiydi. Ekmeğini derin sulardan çıkaran her balıkçı gibi, Samatyalı İrfan da denizi ve dalgaların altındaki dünyayı bir bakışta okumayı öğrenmişti denizde geçen ömrü boyunca. Sohbetimiz sırasında anlattıkları da bir ömür tükettiği denizlere, ama ille de Boğaziçi’ne, orkinosların ve büyük beyazların yaşamına ilişkin değerli notlardı.

“Orkinos yakalarken köpekbalığı geliyordu. Bu kadar torik balığı dikiyorduk oltaya (bunları söylerken iki elini neredeyse yarım metre açarak, oltaya yem diye koyduğu toriğin boyunu gösteriyor Samatyalı). Balığı sırtından yarıyorduk, ortasına iğneyi yerleştiriyorduk, sonra güzelce dikiyorduk. İçerisine kurşun koyuyorduk, kuyruğundan uçurtma çıtası sokup balığı düzleştiriyorduk... 17-18 kulaç suya indiriyorduk oltayı, orkinos beklerken köpekbalığı geliyordu... 1958’den 60’a kadar buralar (Boğaziçi’ni kastediyor) çok köpekbalığı yaptı...” Boğazda 80’lerden itibaren bir daha kullanılmayan bir av şekli -el oltasıyla orkinos avı- Samatyalı’nın sözleriyle bir anlığına da olsa yeniden yaşanıyor bir zamanlar canavarların dolaştığı suların kıyısında. El oltasıyla orkinos avı Boğaziçi’nin balıkçılık geleneğinden yitip giden sayfalardan biri yalnızca.

Boğaziçi’nde neden bu kadar çok canavar yakalanıyordu diye sorduğumda, “O senelerde denize tonlarca torik ve palamut balığı döktüler. Hem de nereye biliyor musun, Kızkulesi’nin tam yanına. Hayvan yem bulunca buraya yerleşti bir daha da gitmedi” diye yanıtlıyor Samatyalı İrfan. Fakat canavar köpekbalıklarının Marmara’nın yerli balığı olmadığını, Akdeniz’den gelen gezici balıklar olduğunu belirtmeyi de ihmal etmiyor. Eylülden mayısa kadar devam eden orkinos zamanında, mevsimin ilk canavarı genelde boğazda Kireçburnu önlerinde yakalanırmış. Yaza doğru köpekbalıkları Marmara’ya indiklerinden yılın son canavarı çoğunlukla Ahırkapı civarında oltaya atlarmış...

Canavarın dişlerini daha dün gibi hatırlıyan Samatyalı İrfan’ın sözleri, anlattığı köpekbalıklarının büyük beyaz olduğunu şüpheye yer bırakmadan tarif ediyordu. Dişleri bu kadardı derken iri parmaklarını ölçü olarak göstermişti. Sohbet sırasında ölçmedim ama Samatyalı’nın işaret parmağı 10 cm’ye yakındı. Bu boyda bir büyük beyaz dişi olabilir mi? Bir tanesini bile saklamamış olması ne büyük şanssızlık. “Dişlerin kenarı böyle tırtıklıydı, demir testeresi gibi... Üçgen şeklindeydi... Taşı kesiyordu, demiri kesiyordu, tahtayı kesiyordu, dişte bir parça zedelenme olmuyordu” diye tarif etmişti canavarın dişlerini. Büyük beyaz onun için hiç kullanmadığı yabancı bir isimdi. Cebimden küçük bir mücevher kutusu çıkarıp, içindeki küçük dişleri gösteriyorum. “Bunlara benzer miydi?” diye sorduğumda tereddütsüz yanıtlıyor: “Evet, bunun gibiydi ama bunlar ufak...” Samatyalı canavarın süt dişlerini belki de ilk kez görmekteydi.

Denizde kader birliği yaptığı oltacı arkadaşlarını hatırlarken bir an gözleri doluyor Samatyalı’nın. “Hepsi öldü gitti, bir ben kaldım geride...” derken, eski arkadaşlarını anarken onları özlediği her halinden belliydi.

Samatyalı’nın anılarını araladıkça başka isimler de çıkıyor ortaya. Onlardan biri de Ahırkapılı İsmail ya da nam-ı diğer “sağır” İsmail...

“Bu orkinos beklerken canavar geliyor...” diye başladığı Ahırkapılı’nın hikâyesi, büyük beyazın saldırısına uğramış bir başka boğaz kayığının da hikâyesi aynı zamanda. “Canavar geldi mi kıyıya sürüklemek zorundayız, kayığın yanına alamayız... O zaman buralarda rıhtımlar yoktu (bunu söylerken Ahırkapı’dan Samatya’ya kadar olan kıyıyı kastediyor) her yer sahildi... Balığı kıyıya sürüklüyorduk, sonra alıyorduk halatları dışarıdan çekiyorduk. Hayvan sığlığa geldimi artık geriye dönüşü yoktu...” diyen Samatyalı İrfan, orkinosu hem gündüz hem de gece ay mehtabında tuttuklarını söyleyerek devam ediyor hikâyesine. Ahırkapılı İsmail de mehtaplı bir gecede orkinos avlamak için denize açılır. Ancak o gece kısmetinde canavar vardır. Kıyıya doğru sürüklemeye çalıştığı canavarla cebelleşirken köpekbalığı oltadan kurtuluverir. Civarda başka kayıklar da vardır o gece. Diğer kayıklardaki insanlar sakın yanımıza sokulma diye bağırırlar! İşte tam o sırada balık iğneden kurtulur ve açık denize ulaşmak için geriye döndüğünde karşısına çıkan ilk kayığa saldırır. Küpeşteden omurgaya kadar ıssırdığı kayığın bir yanını olduğu gibi koparıp alır. Samatyalı’ya göre kayık katili canavarın çenesi neredeyse 1.5 m genişliğindeymiş. Ahırkapılı İsmail’in elinden kurtulan büyük beyaz komşu kayıklardan birini kıymıklarına kadar ayırmış olsa da o gece kimsenin canını yakmamış. Ancak paramparça olan kayıktaki oltacı yaşadığı olayın korkusunu üzerinden atamadığından olsa gerek 40 gün sonra ölmüş.

Yakaladıkları canavarların para etmediğini hafif bir tebessümle söylüyor Samatyalı İrfan. Bir keresinde Üsküdar’da Tütün İskelesi’nin yanında yakaladığı bir canavarı ise vinçle sudan çıkarıp çektirmeye yükledikten sonra balıkhaneye göndermiş. Alıcısı çıkmayan canavarın ölüsü yeniden denize atılmış. 1958’de 300 liraya sattığı büyük beyaz ise aklından çıkmamış Samatyalı’nın. “Çok büyüktü, korkunç büyüktü” diyerek tarif ettiği canavarın müşterisi ise kurnaz bir balıkçıymış. Samatyalı’nın dediğine göre yolcu motorunda kurdurduğu bir panayır çadırında kişi başı 25 kuruşa seyrettirdiği ilaçlanmış canavardan dünya kadar para kazanmış bu kurnaz.

Boğaziçi’nin son orkinoscusuna, devleri dize getiren son yaşlı balıkçıya, Samatyalı İrfan amcaya selam olsun...

6 Haziran 2012 Çarşamba

ARDINA BAKMADAN GİDERSİN...

Dalışa giderken sadece bir kez dönüp bakarım arkama camda bekleyen var mı diye. Eskiden anneannem bakardı arkamdan. Dudaklarının kıpırdamasından anlardım dua ettiğini, eli yüreğinde...

Artık karımla oğlum uğurlar oldular beni denize...

Arkamdan endişeyle bakılmasını istemem. Keder ve gözyaşı dalgıca ayakbağı, yürekbağı olur, aklını karıştırır, şaşırtır...

***

Hep merak ettim öteleri, ama derinlerde ama deniz üstünde...

Benim gibilerden vazgeçmez deniz. Ona ne kadar sırtımı dönsem de, görmezden gelmeye çalışsam da, kanıma, aklıma girmenin bir yolunu bulur.

Deniz gurbetçiliği fena yapışır adama. Paçasına deniz suyu bir kere değmeye görsün, bir daha çıkmaz bulaştığı yerden. Değme zamka taş çıkartır. Ne tövbe, ne de yemin dinler bu duygu. Yemin bozdurmakta üstüne yoktur...

Küfrede ede gidersin, saya söve gidersin... Fırtınaya, kara, yağmura, lodosa, poyraza aldırmadan gidersin... Ne olursa olsun yine de gidersin, yemin bozmanın ergeç bir kefareti olduğunu bile bile...

***

Dalgıçların dulları ağıt yakarken “kahpe deniz” derler kimi vakit, kocalarını, kardeşlerini, oğullarını kandıran, gözlerini boyayan, kâh yeşil kâh mavi yosmaya...

Ardına bakmadan, koşa koşa gidersin en ufak yanlışında seni boğmak için fırsat kollayan o kahpenin koynuna...

Adamı kandırmak için en nadide inciyi, en kırmızı mercanı, en semiz balığı çıkarır koynundan koyar ortaya. Baktı kandıramıyor, kafasını bulandırır, uyuşturur, geri dönmesin, unutsun diye ardında bıraktığı taştan, topraktan dünyayı...

Ondan uzak durmak, kaçıp kurtulmak için dalmamak, denize açılmamak da çare olmaz. Deniz kaçkınına uykuyu haram eder düşlerine girerek o yosma. Toprak tutar deniz kaçkınlarını. Ergeç hepsi geri döner, bile isteye tekrar takar karanlığın zincirlerini...

Şarkılar söyler, naralar atar derinlerin cilvesine kapılan dalgıç zehirli uykuya dalmadan önce. Derinlerde ki kahpenin aşkıyla sarhoşluk alır götürür adamı. Sonu yoktur bu aşkın...

***

Oğlum Derin doğduğundan beri çok derinlere dalamaz oldum. Çoğu vakit 40’dan 50’den geri dönüyorum artık.

Görmezden geliyorum incili mercanlı davetleri... Derinlerin çağrısına kulak tıkamak, büyülenmeden uyanmak için kendimle nasıl savaştığı mı bir bilseniz!

Derinlerin zehirleyen, uyuşturan tutsaklığından her seferinde, Derin’in gözümün önünden hiç gitmeyen hayali çekip çıkarıyor beni.

El kadar bebe can simidim oldu...

***

Balıkçı ne güzel anlatmış benim gibileri, kendime örnek aldıklarımı: “Biz nerede olursak olalım hep başka yerde olmak isteriz... Dönebilseydik karalara, gene de dünyada yaşadıkça umutlarımızı hep kıran denizlerimize dönerdik...Deniz Gurbetçileri, Halikarnas Balıkçısı, 1969.