9 Eylül 2023 Cumartesi

AŞIRI AVCILIKLA KÜÇÜLÜR BALIK

Growth overfishing (aşırı avcılıkla büyümenin baskılanması) ve recruitment overfishing (aşırı avcılıkla stoğa katılımın baskılanması)... Barnes ve Hughes, An Introduction to Marine Ecology (Deniz Ekolojisine Giriş) kitabının 301 ve 302. sayfalarında, ticari balıkçılığı dibe vurduran ve ekosisteme ağır hasar veren aşırı avcılığın iki ucunu bu şekilde kavramlaştırırlar. Peki bu kavramlar ne anlama geliyor? Sembol balık türleri üzerinden giderek açıklamaya çalışayım. 

Günümüzde iki parmak kalınlığında olanına denk gelince, profesyonel ya da amatör tüm balıkçıların sevinç naraları attıkları kalkan balığının (Psetta maxima) eskiden çok daha büyükleri olurdu. Parmak hesabından gidersek en az üç dört parmak kalınlığında diyebiliriz anılarda kalan kalkanlara. Tepsi gibi kalkan derler ya işte o hesap... Kalkan ve akrabası yassı balıklar üreme olgunluğuna ulaştıktan sonra büyümeye devam ederler ve uzun yaşarlar. Misal, kuzey Atlantik’te yaşayan halibut balığı (Hippoglossus hippoglossus) ki dünyada yaşayan en büyük yassı balık türüdür, 320 kg ağırlığa ve 4 m boya ulaşabilir. Kendi haline bırakıldığında 50 yaşını gören halibut balığı kabaca 7 yaşında cinsel olgunluğa ulaşıyor ki bu sırada boyu 80 cm civarında. Şimdi sürdürülebilir balıkçılıkta kural neydi; balık en az bir kez yumurta verecek, ondan sonra hurraaaa... İyi de halibutun önünde daha yaşayabileceği 43 yıl var! Bu mantıkla balıkçılık idare edilmeye kalkılırsa, yassı balıkların üreme sonrası yılları ve boyları daha ömürlerinin başında baskılanmaya başlar ve “aşırı avcılıkla büyümenin baskılanması” dediğimiz durum gerçekleşir. Gelelim madalyonun öbür yüzüne...


Ringa, sardalya, hamsi, gümüş gibi balıklarsa üreme boyuna ulaştıktan sonra birkaç kez daha ürer ve sonra ölürler. Hamsiyi ele alalım, kendisi ne de olsa balıkçılığımızın belkemiği türlerinden birisi. FishBase’de verilen bilgilere göre hamsi ortalama 10.1 cm uzunluğa eriştiğinde üreme olgunluğuna gelmiş oluyor; ancak, ilk olgunlaşma 9-14 cm gibi çok geniş bir aralığa yayılıyor. Üstelik hamsi en fazla 5 yıl yaşayan ve azami 20 cm boya ulaşabilen bir tür. Nasılsa 10 cm oldu diye avladığımız hamsiler ya daha olgunlaşmadılarsa! Her seferinde yüzlerce, hatta binlerce ton hesabıyla avlanan bu balıkların, o yılın deniz ya da iklim koşulları nedeniyle üreme dinamiklerinde geciktirici dalgalanmalar olduysa –yani öngörülemeyen “random effect” olarak mevsim kayması vb. yaşandıysa- yüzbinlerce ton erişkinleşmemiş balığı avlamış da olabilirsiniz. Siz istediğiniz kadar “ama 9 santimden büyük bunlar!” diye yırtının doğa bildiğini okur ve bunun bedelini öbür sene stoğa katılımın aşırı derecede azalmasıyla çok ağır öderiz. Neden mi? Ee, geçen sene analarını babalarını daha bi koklaşamadan avladınız ya! Şaka bir yana, kalabalık sürüler oluşturan hamsi vb. balıkları aşırı avladığımızda, denizdeki besin piramidinin üst basamaklarındaki daha büyük balıkların besinlerini de azaltmış oluyoruz. Dolayısıyla “recruitment overfishing” diğerine kıyasla daha ağır sorunlara yol açan, okyanustaki dengeyi daha en başında altüst eden bir durum yaratıyor!  

Söz konusu olan ister growth overfishing (aşırı avcılıkla büyümenin baskılanması) isterse recruitment overfishing (aşırı avcılıkla stoğa katılımın baskılanması) olsun, eğer balığın üreme olgunluğuna ulaştığı yaş X ise, sularımızda ilk av boylarını X+1,2,3... yapmak gerekiyor. Burada X’den sonra gelecek rakamı ise balık türüne özel çalışmalarla belirlemekten başka yol yok. Öbür türlüsü aynı ayakkabıyı büyükten küçüğe her ayağa giydirmeye çalışmak olur.


4 Eylül 2019 Çarşamba

DERİNLERDE GİZLENİR ZAMAN YOLCUSU


            Eski şişe meraklıları çeşitli kaynaklardan beslenirler. Aralarında yeri kazıp yaşlı bir şişe uğruna toza toprağa bulanmayı, eski çöplükleri eşelemeyi göze alanlar olduğu gibi, antikacılardan ya da internet mezatlarından başka bir yere uğramayan, aman üzerim kirlenmesin diyen titizler de var. Fakat bu makalenin yazarı ise eski şişeleri ne toprağın altında ne de antika dükkânlarında aramaktadır. Onun şişe aradığı yerler İstanbul’un iki yakası arasından akıp giden boğazın zümrüt yeşili sularıdır. Asırlardır insan yerleşimiyle şenlenen İstanbul kıyılarının cazibesine daha küçük bir çocukken kapılan yazarın 30 yılı aşan dalgıçlık macerasında şişe avcılığı oldukça yeni bir deneyim sayılır. Eski bir deniz kurdunun yol göstericiliğinde 2008’de başlayan bu macera yazarın iliklerine kadar işledi. Eğer siz de derin sularda şişe peşine düşerseniz bu arayıştan dilerim benim kadar keyif alırsınız.

            İnsanoğlu içini birşeylerle doldurmak için asırlardır şişe yapmakta. Kullanılan malzemenin kalitesi ve uygulanan tekniğin hassasiyeti zamanla çok değişmiş olsa da değişmeyen bir şey var: içi boşalan şişeyi at gitsin, ama nereye olursa. İster doğrudan denize atılmış olsun isterse karada biriktirilen ve sonradan denize dökülen çöplerle dibe batsın işi bitmiş şişeler denize ulaşmanın yolunu bir şekilde bulurlar. Sabırla ararsanız siz de onları...

            İlk bakışta şişe sıradan cam bir kap gibi görünebilir. Rengi, üzerindeki kabartmaları ya da şekli nedeniyle herhangi bir şişe diğerlerinden daha farklı, hatta daha güzel görünebilir de. Ancak çok azımız şişelerin ayırdedilmesinde oldukça işe yarayan bu belirleyici ayrıntıların farkına varırız. Oysa bu ince ayrıntılar sayesinde bir şişenin mesela 18. yüzyılda yapıldığına karar verebilir, ayrıntıların daha da derinlerine indikçe elimizdeki şişenin 18. yüzyılın hangi yarısında yapıldığını söyleyebiliriz. Derken şişenin üzerinde ilk anda farketmediğimiz bir ayrıntı gözümüze çarpar. İşte daha önce fark etmediğimiz bu küçük ayrıntı bir anda şişenin imalat yılını 10 hatta 5 yıllık bir yanılma payıyla söyleyebilmemize izin verir. Başta geçmişi belirsiz olan şişenin artık üç aşağı beş yukarı bir yaşı vardır.

            Şekilleri farklı olsa da bütün şişeler aşağı yukarı aynı bölümlerden oluşur. Bu bölümlerin belirginliği ve büyüklüğü şişeden şişeye farklılıklar gösterebilir. Hatta şişe süsleme ya da markalama ile ilgili bazı bölümlerden yoksun olabilir. Şişenin omuzu geniş ya da dar, boynu uzun ya da kısa, düz veya eğri olabilir. Tombul gövdeli şişeler olabildiği gibi, düz kenarlı silindirik şişeler de olabilir. Eski şişeler insan karakteri gibi çeşit çeşittir. Yüzeysel olarak değerlendirmekle yetinmeyin ve bu karakterin olabildiğince derinlerine inmeye çalışın. İşte o zaman elinizdeki zaman yolcusunun gerçek hikâyesini okumaya başlarsınız.

7 Ağustos 2019 Çarşamba

DERİNLERDEN KAYNAR SODANIN HASI


Memleketin altı sanki bir şifa deposu. Kazmayı nereye vursanız, faydaları saymakla bitmeyen sular fışkırıyor. Öyle şanslı bir coğrafyada yaşıyoruz ki nereyi delseniz topraktan şifası dillere destan bir pınar kaynıyor. Bazen kuyu açmaya bile gerek kalmıyor, zira yolunu bulan şifalı su kendiliğinden yeryüzüne çıkıyor. Yerin derinlerinden gelen mineralli suyun sodaya dönüşmesi için biraz karbondioksit katmak yetiyor.

Soda, hazımsızlığın cankurtaranı. Yemeği fazla mı kaçırdınız, hemen açın bir soda dikin kafaya. Çok geçmeden gökgürültülü bir geğirme sağnağı başlar ve ohh işte rahatladınız.

Toprağın derinlerinden kaynayan şifalı suları asırlardır şişeliyoruz. Kaynağın uzağında yaşayanlar da anlata anlata bitmeyen faydalardan nasiplensin ve ticaretin çarkları dönsün diye yapılan şifa tacirliği asırlardır sürüyor.

***

Boğaz’ın derinlerinde gezinirken en sık karşılaştığım şişeler arasında soda şişeleri de var. Günümüzün soda şişelerini ayırmak kolaydır; seri üretimin başdöndürücü hızı yüzünden tekdüzeleşen tasarımları, cama sıvanmış ve denizin etkisiyle giderek silikleşmeye başlamış marka baskıları hemen ele verir modern camları. Bunlara elimi bile sürmem. Eski bir alışkanlığın, içip bitirdiysen at denize kurtul elindekinden davranışının hâlâ sürmekte olduğunun izleri dipte oraya buraya saçılmış halde çıkarlar karşıma. Peşinde olduklarım asırlık markalardır.

Yine bir gece Paşabahçe Koyu’nda dalarken, kuzeyde Hünkâr Kasrı’nın kıyısına doğru ilerliyordum dipte. Biraz ürpertici olsa da tek başıma yaptığım gece dalışlarını çok severim. Deniz sessizdir, kıyı sakindir. Hayat muhasebesi yapmak için dört dörtlük bir sığınaktır gece denizinin karanlık suları.

İşte yine böyle bir gece kaçamağında dibi eşelerken bulmuştum KIZILAY’ın AFYON KARAHİSAR MADEN SUYU şişesini. Anadolu’nun bu şifalı pınarının sularını taa Frigler’den beri kana kana içiyoruz. Afyon’da yeryüzüne çıkan Kızılay kaynak suyu –tabi asırlar önce muhtemelen başka bir adı vardı- M.Ö. 1200’lerden beri şifa dağıtıyor olsa da şişelere doldurularak memleketin dört bir yanına dağıtımı 1926’da başlamış. Beykoz’un derinlerinde bulduğum zümrüt yeşili şişe de ilklerden biriydi. Üzerinde hem yeni Türkçe’yle hem de Fransızca yazılı markası şişe üflenirken kalıba konan “baskı plakası – embos plate” ile sıcak ve yumuşak cama asla silinmeyecek bir şekilde darbedilmiş. Harflerin keskin hatları denizin derinlerinde zamana inatla direnmiş.

Günümüzde piyasada bulunan birçok sodanın üretim geçmişlerinde böyle güzel ve emek dolu şişeler var. SARIKIZ ALAŞEHİR ve KUZULUK maden sularının ilk dolum yapılan şişeleri de KIZILAY şişesi gibi baskılı ve iki lisanlı markalarıyla göze çarpıyor. SARIKIZ’ın amber rengi şişesini Beykoz Onçeşmeler’in açığında bulmuştum. KUZULUK’un su yeşili şişesi ise Üsküdar’daki kurşun arayışının keyif veren ganimetiydi.


***

Bugün market raflarına baktığınızda yerli ve milli sodalarımızın yanında ecnebi markalarını da görüyoruz. Ancak ithal sodaların çarşı pazarda arz-ı endamı bugüne has bir durum değil. Osmanlı devrinde de yabancı sodalar içiliyormuş, en azından bunları almaya gücü yeten zenginler tarafından. Zenginler diyorum, zira bu sodaların şişelerini çoğunlukla, Beykoz Yalıköy’den İncirköy’e kadar uzanan sahildeki eski kalantor yalıların açığında buldum.

Cam şişe yerine seramik testilere doldurulmuş olan FACHINGEN ve CARLSBADER MINERALWASSER HEINRICH MATTONI, Yalıköy’den başlayıp güneyde Abraham Paşa Yalısı’nın önlerine kadar uzanan sessiz ve derinden gezintilerin ödülleriydi. Ortalama 20 m derinde yaklaşık 1 km devam eden, uskur sesiyle kabarcık fokurtusundan başka ses duymadığım, balıkların yoldaşlık ettiği gezilerimde aldığım keyif bir başkadır. Hele bir de güzel şişeler ve markalar bulduysam gezintinin keyfi daha bi’katmerlenir.


FACHINGEN, Almanya menşeeli bir marka. Şirket 1742’de kurulmuş ve 1746’da üretime başlamış. Pişmiş topraga darbedilmiş marka mührü ise 1806 ve 1836 tarihleri arasında kullanılmış. Bir Çek markası olan CARLSBADER MINERALWASSER HEINRICH MATTONI sodası ise, ulu önder Atatürk’ün de bir dönem kaldığı meşhur Karlsbad Kaplıcaları ile aynı kaynaktan besleniyor. Kral Karl’ın (Charles) kurduğu bu kaplıca-kaynağın ilginç bir hikâyesi var: Vaktiyle derisinde yaralar çıkan kral, bir türlü derman bulmayan derdi esrarengiz bir kaynaktan getirilen suyla iyileşince, başkaları da bu şifadan yararlansınlar ister ve Karl’ın Hamamı anlamına gelen Karlsbad’ın (Karlovari) temeli atılır. 2005’te kaynağın sularından yerinde tatma şansım oldu. Aşırı mineralli tadı biraz ağır gelmişti bana. 1873 tarihli CARLSBADER MINERALWASSER HEINRICH MATTONI testisinin üzerindeki aslanlı sembol, bir marka değil de sanki asalet alameti. Ee, bir kralın temellerini attığı kaynaktan beslenen bir markaya da böyle bir sembol yaraşır.



***

HUNYADI JANOS adını belki tarih kitaplarından hatırlarsınız. Macarlar’ın ulusal kahraman olarak yücelttikleri HUNYADI JANOS, II. Murad ve Fatih Sultan Mehmet devirlerinde Osmanlı ordusuna karşı verdiği savaşlarla tarihe geçmiştir. 1456’da Belgrad kuşatması sırasında vebadan ölen HUNYADI JANOS, Macarlar’ın ulusal kahramanı olduğu gibi, en tanınan soda markalarından birisinin de markasıdır. Andreas Saxlehner tarafından 1863’de kurulmuş olan HUNYADI JANOS’un koyu yeşil şişesini de Beykoz Onçeşmeler’in açığında bulmuştum. Şişenin yüzeyi sadedir ve kabartma markası tabanındadır.


Kabasakal Koleksiyonu’ndaki en sıradışı soda şişeleri ise İngiltere ve İrlanda menşeelidirler. İngiliz malı PURTS CELEBRATED DOUBLE SODA WATER’ın altı sivri şişesi tam manasıyla bir usta işidir. Şişe sınıflandırmasında “torpil şişe – torpedo bottle” olarak adlandırılan bu nadide parçayı 9 Kasım 2013’de İncirköy’ün açığında bulmuştum. Af buyurun biraz koç yumurtasını andıran şekliyle kolayca ayırdedilen şişe, dalışın sonlarına doğru bir kayanın altını eşelerken çıkmıştı ortaya. Bir asırdır gömüldüğü çamurda şans eseri en ufak bir hasar görmemişti. Böyle el değmemiş parçalara rastlamak zordur. İçip bitiren paşazade artık neye kızdıysa epey uzağa fırlatmış kıyıdan. Belli ki önce çamura düşmüş ve sonra yamaçta yuvarlana yuvarlana kayanın altındaki sığınağına girmiş. Çevresine atılan tonoz çapalarından başka türlü kurtulamazdı yoksa. PURTS CELEBRATED DOUBLE SODA WATER, Londra’da 13st Saint Mary Hill’de üretilmeye başlanmış. 1860’ların sonuna tarihlenen şişenin üzerine markayla birlikte bu adres darbedilmiş.



İrlanda menşeeli ROSS BELFAST’ın şişesi de nadide parçalardan. Silindir şeklindeki gövdenin alt ve üst tarafı yarım küre şeklindedir ve “kabarık dudaklı yuvarlak dipli – round bottom blob top” şişe olarak adlandırılır. Belfast şehrinde William Caddesi’nde 1863’te üretime başlamıştır. 5 Ağustos 2014 gecesi Beykoz Yalıköy’de bir çapanın dibinde bulmuştum ROSS BELFAST şişesini. Oldukça maceralı geçen bir gece dalışının son dakikalarında dekompresyonu tamamlamak için beklerken yine elim rahat durmadı ve dibi eşelemeye başladım. Adeta bir son dakika sürprizi gibi çıkmıştı karşıma, bir asırdır derinlerde uyuyan bu nadide parça.



***

Bazı yazıların sonu nedense bir türlü gelmez. Bu yazı da biraz öyle oldu galiba. Belki de sodayla ilgili olarak belirgin bir hatıram olmadığı için bu yazının sonunu bağlayamıyorum. Ne yapalım bu seferlik böyle olsun. Tadını sevmeyenler ya da yavan bulanlar için artık farklı tadlarda sodalar üretiliyor olsa da, şifanın asıl kaynağı yeryüzünün derinlerinden kaynıyor. Geçmişin karanlığında unutulup gitmiş markaları bulmanın yolu da derinlerden geçiyor.

24 Temmuz 2019 Çarşamba

OYUN OYNAMAK GİBİDİR GAZOZ İÇMEK


Çocukluğumun bir ayrıcalığıydı gazoz içmek. Aklıma her estiğinde içemezdim o köpüklü neşeyi, mutlaka özel bir şeyler olması gerekliydi. Aile boyu şişe genelde haftasonları alınırdı ve hakkınız genelde bir bardaktan fazla olmazdı, hemen bitmesin diye ağır ağır yudumlanırdı. “Aman şekerli, aman çok içmesin yoksa şişmanlar!” diye telaşa kapılmazdı büyükler; zira, sabahtan akşama kadar sokakta dört dönen bizler için bir bardak gazozun şekerini yakmak işten bile değildi.

Sokakta, sinemada, sahilde gazoz içmenin, gazozuna maç yapmanın keyfi başkaydı. Her bahar baştan tamir edilen Alaman malı bisikletimle mahallede iki tur atmanın bedeli ise bir şişe buz gibi Elvan ya da Çamlıca’ydı...

***

İlkokula başladığım gün annemle babam ilk okul harçlığım olarak bir buçuk lira vermişlerdi. Avucumda ışıldayan üç tane 50 kuruşa bakarken, “acaba bununla ne alınır?” diye iştahla düşünüyordum. Aklımda varsa yoksa gazoz vardı, acaba kaç paraydı?

Bostancı İlkokulu’nun kantininden aldığım ilk şey bir şişe Çamlıca gazozuydu. Bir elimde gazoz şişesi, öbür elimde harçlığımdan arta kalan, bahçedeki merdivenlere oturup neşeyle içmiştim gazozumu. Kendi paramla ilk gazozumu almanın sevinciyle kantinciden gazoz kapağını istemeyi unutmuştum, ağaç dalından yaptığım okun ucuna takmak için. Fırlamalıkta sınır tanımayan bir çocuğun elinde gazoz kapağı şekilden şekile girer...

***

Bende güzel anıları olan gazozun tarihini araştırmaya kafayı taktım yıllar önce, artık nerden aklıma geldiyse. Acaba bizden önceki çocuklar nasıl gazozlar içerlerdi? Memlekette ilk gazozu kim yapmıştı? Böyle bir sürü soru vardı kafamda kabarcıklanan. Araya iş güç girdi ve tam istediğim gibi araştıramadım köpüklü neşenin geçmişini. Ta ki bir gün yine Boğaz’daki bir dalışta çok değişik bir şişe bulana kadar...

Gazoz icat olalı beri çocukların severek içtikleri bir meşrubat olmakla kalmadı, aynı zamanda oyunlarına da alet oldu. Bizler şişe kapaklarından neler yapmadık ki; ok uçları, derme çatma oyuncak arabanın tekerleği, hatta minyatür kale futbolda top yerine bile geçerdi. Bizim nesilde durum böyleydi, fakat bizlerden çoook önceki çocuklar için gazoz içmek misket oynamak demekmiş.
Boğaz’da bulduğum o şişenin üzerinde HASSAN BEY yazıyordu. Boğum yerinden kırıktı ve camı çok kalındı. Marka bilgilerinin Osmanlıca ve Fransızca yazdığı bu kırık şişeyi aslında almazdım, lakin bu çift lisanlı durum ilgimi çekti, araştırmaya değerdi.


***

Londralı mucit Hiram Codd 1872 yılında, eşi benzeri bulunmayan bir şişe icat eder. Gazlı meşrubatların doldurulması için kullanılan Codd şişesinin içinde sızdırmazlığı sağlamak için bir tane cam bilya ve şişe ağzının iç tarafında da lastik conta vardır. Codd şişesi baş aşağı doldurulur ve şişeye basılan gazlı içeceğin basıncıyla cam bilya contaya baskı yapar, böylece sızdırmazlık sağlanırmış. Şişeyi açmak için ise bilyayı aşağı doğru bastırmak gerekirmiş. 

Codd şişesindeki gazozu lıkır lıkır içen yumurcağın bir sonraki hamlesi ise, bilyayı –misket- almak için şişeyi boğum yerinden usturuplu bir şekilde kırmak olurmuş. Codd şişesindeki gazozlara bizde “bilyalı gazoz” denmesinin hikâyesi özetle böyle.

Geçen yıllarda Boğaz’da bulduğum onlarca bilyalı gazoz şişesinin neden boğum yerlerinden kırık olduklarını öğrendiğimde, gazozun her devirde şekli değişen bir oyun aracı olduğunu tebessümle öğrenmiştim. Bizlerden önceki çocuklarda gazozla serinlemenin yanı sıra oyun oynamanın da bir yolunu bulmuşlardı.

Gel zaman git zaman HASSAN BEY’den başka markalar da çıkmaya başlayınca bilyalı gazozlarımızın tarihi her yeni markayla biraz daha zenginleşti. Bunlardan birisi MISIRLIOĞLU gazozuydu. Aslen Niğdeli bir Rum olan Aleksandr Mısırlıoğlu ve ortakları Ligor Bazlamacı ve Leon Schor ile birlikte MISIRLIOĞLU gazozlarını 1800’lerin sonlarında Karaköy’de kurmuşlar. Amblem olarak seçtikleri iki ayağı üzerine kalkmış aslan kabartması zamana inatla direnmiş. Boğaz’ın güneyinde bulduğum bu şişe, aslında bizde gazoz üretiminin miladını da temsil ediyor. Ulaştığım kaynaklar, MISIRLIOĞLU’nun ilk gazoz markamız olduğuna işaret ediyor.
Dipte kurşun araken karşıma en fazla HASSAN BEY gazozunun kırık şişeleri çıkar. Sapasağlamını bir kez buldum. Bu şişeyi, Boğaz’ın namlı kurşuncularından Cem’e öyle güzel bir paraya satmıştım ki, ailecek çıktığımız kısa bir tatilde cep harçlığımız olmuştu. 1908’de üretime başlayan HASSAN BEY’i, 1917’de NEPTUNE gazozu izler. Bolşevik Devrimi’nden kaçarak İstanbul’a gelen Beyaz Ruslar’ın çıkardığı bu gazozun daha doğrusu şişesinin en ilginç özelliği markanın Osmanlıca, Ermenice, Rusça ve Fransızca yazılmış olması. Şişenin dört yüzünde dört dilde aynı marka okunuyor. Bugüne kadar NEPTUNE gazozunu iki kez buldum. Sağlama yakın olan şişe bende, diğerini ise bir arkadaşa hediye ettiğim kalmış aklımda.

20. yüzyılın başındaki bilyalı gazoz furyasına Tatavlalı –Kurtuluş- Rumlar da katılırlar. Ürettikleri gazoza her nedense yerel gazeteleri PROODOS’un adını verirler. “Terakki ya da kalkınma” anlamına gelen PROODOS kelimesinin, bilyalı gazoz üretiminde nasıl bir gelişmeyi temsil ettiğini öğrenememiş olsam da, Tatavlalı tulumbacıların 1918 yılındaki karnavallarında şampanya yerine bolca bu gazozdan tüketildiği aynı isimli gazetede aktarılıyor.
Hazır söz PROODOS gazozundan açılmışken belirtmeliyim ki bu marka az daha karambolde kaybolup gidecekti. Boğaz’da ara sıra birlikte kurşunculuk yaptığım ahiretliğim dalgıç Mustafa’ya bu şişeyi gösterince, “bi’moka yaramaz, HASSAN BEY’in farklı bir şekli” diye kestirip atmıştı. Şişenin fotoğrafını sosyal medyada paylaşmamın üzerinden daha bir saat geçmemişti ki şimdilerde Atina’da yaşayan Bozcaadalı Panayot (Pano), şişenin üzerindeki Yunanca yazıyı okuyunca PROODOS gazozu olduğu ortaya çıktı. Bu nadir şişenin hikâyesi Tatavla’da başlamış ve Boğaz’ın kuzeyinde sonlanmıştı. Adını koyan yardım eli ise Atina’dan uzanmıştı.

Eskilerin içtiği bir başka gazoz markası ise, 1800’lerin sonlarında üretim yapan KADIKÖY BİRLEŞİK GAZOZ FABRİKASI. Soğuk bir kış günü yine Boğaz’ın kuzeyinde dipte kurşun arıyordum. Taşları yerlerinden oynatmak için tırmıkla dibi eşelerken, kafa fenerimin parlak ışığı dipten aynı parlaklıkla yansıyınca bi’an mücevher bulduğumu sandım. Anlık mutluluklar ve hayal kırıklıkları dipte birbirlerini kovalar. Bu da öyle oldu. Kumdan çıkan nesnenin etrafını kazınca elimdekinin bilyalı gazoz şişesi olduğunu anlamakta gecikmedim. Kabartma marka var mı yok mu diye şişenin yüzeyinde elimi gezdirdim, markalı olduğunu anlayınca doğru torbaya...
Kabasakal Koleksiyonu’nundaki bilyalı gazozların biri hariç hepsinin markasını ve az çok tarihlerini bilmek, bir gazoz düşkünü olarak damağımda keyifli bir tat bırakıyor. Sarayburnu açıklarında bulduğum kahverengi bilyalı gazozun markasını ise henüz öğrenemedim. Gösterişli puntolarla “SB” harflerinin süslediği, “tescilli marka” cümlesinin Osmanlıca ve İngilizce yazılı olduğu bu şişenin markasını bilen biri çıkar da bana bildirir umarım.
***

Bugün bile iflah olmaz bir gazoz düşkünüyüm. Artık eski günlerin alışkanlığı mıdır nedir, o kadar sevmeme rağmen hâlâ her aklıma geldiğinde gazoz içmem, mutlaka güzel bir sebep yaratmaya çalışırım. Boğaz’ın karanlık diplerinde dünün ve bugünün gazoz şişeleri zamana meydan okuyan bir karmaşa yaratıyor. Benim gibi bi’avuç eski marka meraklısı bu şişeleri buldukça, İstanbul’un unutulmuş gazozları Boğaz’ın karanlığından gün ışığına çıkıyor. Koleksiyonumdaki bilyalı gazoz şişelerini seyretmek buz gibi bir gazozu yudumlamak kadar keyif veriyor bana. Onlara bakarken, bir zamanlar kafasına diktiği şişedeki gazozu son damlasına kadar içen ve sonra şişeyi kırıp içindeki misketi alan fırlamanın zamana karışan gülümsemesini görür gibiyim. Fakat bu bakışma gazozun köpüğü gibi kısa sürüyor. Vaktiyle “kapağı üstünde kalsın bakkal amca, okumun ucuna takıcam” diyen kır saçlı dalgıca sanki bir selam çakıp hemen arkadaşlarının yanına koşuyor.

4 Temmuz 2019 Perşembe

ZAMANDA KAYBOLMUŞ BİRALAR


Bardağa doldurulduğunda altta kalan sarı sıvıyla üstteki beyaz köpük insanın iştahını açan görsel bir zıtlık yaratıyor. Buz gibi biraya hayır demek zor, hele de ortalığı kavuran yaz mevsiminde. Ademoğlu asırlardır lıkır lıkır bira içiyor.

Serinletmekle kalmayan, böbreklerden mesanenin çıkış kapısına kadar boşaltım sistemini şelaleye çevirip kafayı güzelleştiren bira Sümerler’in icadı. İşin bu detayına bulaşmaya niyetim yok. Sümerlerin birayı nasıl icat ettiklerini okumak için googlelamak yeter...

Boğaz’da dalarken dipte bir sürü bira şişesi çıkar karşıma. Tekel bayilerinde gördüğünüz bira markalarının hemen hepsi, kutusu, şişesi, kapağı, hatta kasasıyla arz-ı endam eder derinlerdeki İstanbul’da. Bunda bir tuhaflık yok, zira denize çöplük muamelesi yapmayı huy edinmişiz 7’den 70’e hepimiz. Dibi fazla kurcalamadan bakınca durum böyle, ancak biraz eşeleyip zamanda azıcık geriye gidince, İstanbul’un belleğinden çoook uzun zaman önce silinmiş olan, zamanın derinlerinde kaybolmuş bira markaları ortaya çıkmaya başlar.

Daha bıyıkları yeni terleyen taze bir dalgıç olduğum yıllarda birileri çıkıp, “günün birinde tırmıklı çapa vazgeçilmez dalış aletin olacak” deseydi, dalga geçiyor diye sopayla kovalardım. Dalgıcın tırmıkla ne işi olur dememin üzerinden kabaca 30 sene geçti. Zamanında burun kıvırıp dalgıca yakıştıramadığım o tırmıksa, kurşunculuk yaparak geçirdiğim son 5 yıldır, hemen her dalışta elimden düşmedi. Dibi kazmak, taşları yerinden oynatmak, akıntıyla boğuşurken kendimi dibe mıhlamak için baş yardımcım oldu. Denge yeleğimin kemerine sabitlediğim 3 tırnaklı canavarı görenler bir anlam veremeseler de, dipte hayatımı nasıl kolaylaştırdığını bir ben bilirim, bir de Allah. Neyse, tırmık bahsi bu kadar yeter...

Kurşun benim kazanç kapım. Fakat bu ağır metali dibin belirsizliğinde bulmak için kazarken, kentin çamura batmış hatıraları da birer ikişer ortaya çıkmaya başlar. Dibi santim santim kazarken İstanbul’un hatıra defterini sayfa sayfa çeviriyormuşum gibi gelir bana. Gün olur kurşundan başka bir şey çıkmaz o çukurdan. İstanbul nedense boş bırakmıştır o sayfayı ya da sadece yanlış yeri kazmışımdır yarım saat boyunca. Eğer şanslı bir günümdeysem anılarla dolu bir sayfaya denk gelirim derinlerde. Eski anılardan bir parça açığa çıkmıştır karanlığın yüreğinde...

Bana sorarsanız, bira şişeleri ve bunların porselen tıpaları, İstanbul’un geçmişinden kalan en güzel anılar arasındalar. Hele bir de üzerlerinde markaları varsa, şişe ya da tıpa sıradan bir ganimet olmaktan çıkar, asırlık biralarımızı anlatan keyifli bir hikâyeye dönüşür.

Derinlerdeki yolculuğum sırasında bulduğum ilk bira şişesinin üzerinde, günümüzde bulunmayan bir marka var: THE NECTAR BREWERY CO. LTD. BEUYUKDERE  CONSTANTINOPLE. Büyükdere Nektar Bira Fabrikası İstanbul olarak tercüme edebileceğimiz bu marka, Osmanlıca ve İngilizce yazılmış. Günümüzde Büyükdere’de bu markanın yerinde yeller esiyor. Kabartmanın merkezindeki Davut Yıldızı, markanın sahibini ele vermek ister gibi.



Sizin tercihiniz nedir bilmiyorum ama şahsen Bomonti bira severim. Aşağı yukarı 10 sene önce Boğaz’ın kuzeyinde bir yerlerde yine tek başıma dolanırken dipte, kumdan başkaldırmış bir nesne takıldı gözüme. Fenerin ışığıyla zümrüt yeşili gibi parlayınca “aha, malı götürdük” dedim içimden. Harala gürele kazdım kumu. Gerçi mücevher değildi bulduğum ama asırlık bir Bomonti bira şişesiydi elimde tuttuğum. BRASSERIE BOMONTI CONSTANTINOPLE yazısının çevrelediği dört yapraklı yonca markasını fenerin ışığında incelerken 40 m derinde zamanın nasıl geçtiğini unutmuştum. Allah’tan dalış bilgisayarı sesli uyarı verdi de aklıma başıma geldi.

Kabasakal Koleksiyonu’nun gözbebeği olan bira şişelerinin hikâyeleri kısaca böyle. Gelelim porselen tıpalara. Şimdilerde plastik taklitleri yapılan tıpalar eskiden porselenden yapılırmış. Tıpayla şişenin arasına sarı lastikten bir conta yerleştirilerek sızdırmazlık sağlanırmış. Bu contayı sağlam saklamak hiç kısmet olmadı. Her seferinde kurudu, çatladı ve toz gibi dağıldı. Tıpalardan ilki İstanbullu bir marka: THE NECTAR BREWERY CO. LTD. CONSTANTINOPLE. Marka tıpanın üzerine Osmanlıca ve İngilizce basılmıştı. Her ne kadar bu tıpanın üzerinde BEUYUKDERE yazmasa da ticari ünvanın geri kalanı yukarıdaki Büyükdere bira şişesindekinin aynısı. Sanki onun tıpası. Çamurdan sığınağında bir asırı devirdi ve zerre hasar görmeden yeniden günışığına kavuştu. Üzerinde NECTAR yazan tıpaya gelince, onun hakkında elle tutulur bilgilere hiç ulaşamadım. Özensiz baskısını dikkate alınca, eski İstanbul’un ucuz markalarından biri mi duruyor acaba karşımızda?



İstanbul kendi bira markalarını yaratmakla kalmamış, yabancı bira markalarını da keyifle konuk etmiş zamanında. Mesela BRASSERIES OLYMPOS NIAUSSA SALONIQUE bir Selanik markası. 1900’lerin başından kalma bu markayı acaba kim atmıştı Boğaz’ın derin karanlığına? Bir Avusturya markası olan BRAUEREI LIESING bile gelmiş zamanında şehr-i İstanbul’a. Johan Georg Held tarafından 1828’de kurulan tarihi üretimhane 2005’de yanmış. Bir başka Avusturya markası olan DREHER BIERE, 1773’de Franz Anton Dreher tarafından Trieste’de kurulmuş. Şimdi Adriyatik kıyısındaki Trieste nere, Avusturya nere demeyin, zira 18. asırda Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun toprakları Adriyatik Denizi’ne kadar geniş bir alanı kaplıyordu. Dreher birasının asıl ilginç yanı ise, zamanında İstanbul’a gelmekle kalmayıp burada bir de acenta kurmuş olması. Bol kurşunlu keyifli bir dalışta bulduğum beyaz tıpanın üzerinde BIERE DREHER CONSTANTINOPLE J. J. ROSCOLO yazısı okunuyor. J. J. Roscolo acaba kimdi? Muhtemelen markanın İstanbul temsilcisiydi, benim tahminim bu...

Brauerei... Brewery... Birahane...

Şimdilerde sadece bira içilip LigTV falan seyredilen, havasız, bol dumanlı ve argolu bir yere indirgenen “birahane” kelimesi, kökleri taa Sümerler’e uzanan bir üretim kültürünün özeti aslında. Eskiler evde bira yaparlar mıydı? Kim bilir, ancak evde bira yapma modası hızla yayılıyor. Keyif kimyagerliğinin sebepleri ise saymakla bitmez; kimileri zamları bahane ediyor, kimileri damak tadına uygun bir formül arayışı içinde. Internet’te onlarca tarif var en güzel birayı yapma iddiasıyla ortaya fırlayan. Kafayı güzelleştirmeye adanmış bu bilimsel(!) çaba ardında nasıl anılar bırakır, şimdiden öngörmek zor. Ben yine de rüştünü asırlardır ispat etmiş Bomonti Filtresiz’den yanayım. Bazen elimdeki buz gibi bira şişesiyle koleksiyonun durduğu vitrinin karşısına geçiyorum ve derinlerden çıkardığım şişelerin karşısında şerefe, sağlığa, mutluluğa diyerek bir yudum alıyorum. Vaktiyle onları yudumlamış keyifçilere ulaşır umuduyla, sonsuzluğa bir selam yolluyorum.

7 Mayıs 2019 Salı

DERİNLİK DEĞİŞTİKÇE DUYGULAR DEĞİŞİR


Dalış çantamı hazırlarken başlarım rahatlamaya. Bilinmeze yol almazdan önce yapılan hazırlığın her adımı, bu dünyanın kötülüklerinden, kafa karıştıran ayrıntılarından, insanı yaşamaktan bezdiren curcunasından kurtulmaya adım adım yaklaştığım kutsal bir arınmadır.

Derinlere olanca arınmış bir ruhla karışmadan önce, karadaki dünyanın –insanların dünyasının- düşünsel ağırlığından kurtulmam gerekir. Çantam ağırlaştıkça zihnim hafifler. Karadaki dertleri almam yanıma, dibe götürmem onları, en azından götürmemeyi denerim.

Her dalış bilinmeze doğru yol almaktır. Avcunuzun içi gibi bildiğiniz bir yerde bile her dalış bilinmeze yol almanın heyecanını da beraberinde getirir. Bu heyecan bir duygular eriyiğidir. Arınmışlık, özgürleşme, kurtulma, rahatlama, coşku, tedirginlik, zaman zaman sebepsiz bir korkuyla dolup taşan; insana ait tüm hislerin kendisine bir yer bulduğu ama koşullara bağlı olarak bu duygulardan birinin diğerlerine baskın çıktığı bir duygular bütünlüğüdür.



***

Dipte çalışırken bazen buz gibi bir ürperti kaplar içimi. Işıksız derinliklere hızla dalan, belirsizliğin içinden ortaya çıkmak için adeta pusuda bekleyen bir şeyleri gizlediğini düşündüğüm ıssız yamaçlar, bu ürpertiyi en fazla hissettiğim yerlerdir. Ara sıra işi gücü bırakır ve o korku uçurumunun derinlerini görmeye çalışırım umutsuzca. Fenerimle aydınlatmayı denerim ışığa aç, ışığı emip yutan belirsiz karanlığı.

Basit bir korku diye tarif edemem bu ürpertiyi, aksi halde kolay kaçmış olurum. Korkusuz bir dalgıç olduğumu iddia etmiyorum. Aksine korkumu inatla muhafaza ederim! Çünkü dehşete dönüşmeyen ürpertiler iyidir. İnsanın aklını silip süpüren bir panik fırtınasına dönüşmediği sürece, kontrol altında tutulabilen ürperti dalgıcı uyanık tutar. Dalgıca birdenbire işini bıraktıran bu ürperti, çevreyi karanlık bir örtü gibi kuşatan derin suda duyuları alarma geçirir, en ufak kıpırtıya, en silik gölgeye karşı ani ve keskin tepkileri tetikler.



***

Ekmeğini denizden kazanan dalgıçların sohbetlerine hakim olan duygu çoğu zaman tek kelimeyle özetlenebilir: sızlanmak. Mutlulukla, kahkahayla, sessizlikle karışık temkinli bir dert yanmayı her nedense dilinden düşürmemeye dikkat eder toplayıcı dalgıçlar. Haksız da değildirler; sevinseler bir türlü sevinmeseler başka türlü. Bereketli bir dalışın sonrasında dalgıcın yüzünde okunan keyifli ifadenin ardından hep aynı soru gelir: “nerede bu mera?” Genelde cevaplanmaz bu soru. Çünkü, mera dalgıcın mahremidir. En yakın arkadaşa çıtlatılırken bile, meranın yeri aşağı yukarı söylenir.

İster sığda olsun isterse derinde, toplayıcı dalgıç yüzünü güldüren, torbasını cömertçe dolduran merasının kendisine sunduklarından olabildiğince hızlı faydalanmak ister. Zira, kendisinin ama titizlikle arayarak ama tesadüfen keşfettiği bu saklı cenneti günün birinde bir başkası da keşfedebilir. Sürekli aynı meraya gitmemek, hem mimlenmemek hem de eli boş dönmemek için gereklidir. Aksi halde merayı başkalarının keşfetmesi ya da sürekli aynı dibi kazarak toplayıcı dalgıcın kendi merasını kurutması işten bile değildir.

***

Koşulların rahat olduğu bereketli sığ meralar her dalgıcın hayalidir. Suya rahatça girilen, emniyetli uzun dip zamanına izin veren, hani elinizi soksanız dalgıcın sırtını kaşıyabileceğiniz kadar sığ ve bereketli meralar süsler toplayıcı dalgıçların düşlerini.

Böyle rahat yerlerde çalışırken dalgıcın duyguları da rahatlar. Derinlik az olduğu için tedirgin değildir, zihni berraktır. Kum havuzundan kovası küreğiyle oynayan bir çocuk gibi şendir dipte. Hele bir de torbası bol bol doluyorsa neşeden ağzı kulaklarına varır. Fakat böyle keyifli ve bereketli dalışlar bazen birden biter bazen de bitmesi biraz zaman alır.

Kendi meramı kuruttuğum çok oldu ki hâlâ da olmaktadır. Zira çoğu toplayıcı dalgıç gibi ben de sürdürülebilirliğe pek dikkat etmem, edemem. Su akarken küpünü doldur derim ve sonra bir bakarım ki merada kurşun bitmiş. En azından sığlıklarda... İşte o zaman hayat memat meselesi o soru gelir çıkar karşıma: “Daha derine mi inmeli? Derine inmek keyfiyet mi, yoksa mecburiyet mi?”

Sığ sularda başlayan her ekmek arayışı, eninde sonunda daha derinlerde sürmeye yazgılıdır. Bu hep böyle olmuştur ve toplayıcı dalgıcın bundan kaçmasının yolu yoktur. Derinlik arttıkça duygularda değişmeye başlar. Sığ sulardaki rahatlığın yerini almaya başlayan tedirginlik, derinlik artıp sular karardıkça daha güçlü hissedilir. Zihinsel olarak derin suya hazır olmayan dalgıçlar için derin suya inme mecburiyeti tarifsiz bir eziyettir. Böyle anlarda dipten bir şeyler toplamak sadece kazanç kapısı olmakla kalmaz, dalgıcın aklını meşgul ederek ona korkularını unutturan ya da en azından korkularını hafifleten bir uğraş olur. Derin suda korku, zihnin kuytularında pusuya yatar, dalgıcın aklını almak için fırsat kollar. Derin suda toplayıcı dalgıç olmak ve bunu uzun yıllar sürdürmek herkesin harcı değildir. Derin suda çalışan hemen her dalgıç adeta kendi zihniyle ve duygularıyla mücadele eder. Belki de bu yüzden derin karanlıktan aydınlığın selametine geri dönüş her seferinde yeniden doğmak gibidir.






16 Ocak 2019 Çarşamba

ZORDUR KIŞ DALGICI OLMAK


Dalgıcın kışı mahzun geçer. Yazın hemen her dalışta yüzünü güldüren, en azından tebessüm ettiren denizana adeta yüz çevirir, küser deniz emekçisine. Geçinmek için denizin derin karanlığında yorulmak bilmeden çabalayan, sayılı nefesine aldırmadan dibin her karışını inatla ve umutla altüst eden deniz emekçisi için kış mevsimi, kırılan umutların, boşa çıkan hayallerin ve her dalışta kendisini biraz daha belli eden geçim sıkıntısının mevsimi olur çıkar.

Hava soğur, fırtına ve yağış mevsim normalleridir, güneş ara sıra yüzünü gösterse bile pek ısıtmaz ne de olsa kış güneşidir. Bazen havadan daha sıcak olsa da deniz de soğur, hatta soğumakla kalmaz üstüne bulanır, bulandıkça da kararır. Suyun karanlığı hissedilen, insana yapışan bir karanlıktır. Eline, yüzüne, tenine değen, her tarafı kuşatan, algıları körelten, yön duygusunu yok eden, insanı ezen bir karanlık...

Kış karanlığında deniz iyice merhametsizleşir. Dipte rızkını arayan dalgıcın çabalarını boşa çıkarmaktan, evine eli boş göndermekten sanki keyif alır. Su berrakken bile derin karanlığa giden yol dikkatli olmayı, tedbirli davranmayı şart koşar! Deniz karardıkça derinlere giden yol belirsizleşir, sanki görünmez olur. Yine de her şeyi göze alır kış dalgıcı, “ya kısmet” diyip yola koyulur; en fazla bir kol boyu mesafeyi aydınlatan fenerinin ışığına sığınarak, el yordamıyla yolunu bulmaya çalışır. Biraz pusulasını biraz da içgüdülerine güvenir. Geçmiş kışlarda kazandığı tecrübeler, yaşadığı sıkıntılar, kılpayı kurtulduğu tehlikeler en güvenilir kılavuzları olur kış dalgıcının:

-        On kış önce burada takılmamış mıydım hayalet ağlara?
-        Az ilerdeki batığın paslı demiri acaba kaç kış önce kesmişti elimi?
-        Burada kumların altında enkazlar var, pusulayı şaşırtır güvenmemeli! Geçen kış yönümü şaşırtmıştı bana, tam da burada...

Soğuk ve karanlık kış denizinde yolunu ararken dalgıcın aklından nice düşünceler gelir geçer. Aslında dipte zihni meşgul etmek iyidir. Kaygılarla baş etmenin en iyi yoludur zihni meşgul etmek. Karanlık korkusu bilinçaltında pusuya yatar. Zihninizin kontrolünü kaybetmenizi sabırla bekler, ortaya çıkması an meselesidir.

***

Emektar kuru elbisem bu kış kelimenin tam anlamıyla su koyverdi. Engin Yıldırım ve Olgun Malatya elden geldiğince tamir etmişlerdi sağ olsunlar ama iyice yaşlanmıştı garibim. Bu kış derinlerdeki son kışıymış. 2019’a doğru geriye sayarken Aralık ayının ortasıydı. Yine boğazın derinlerinde hurda peşindeydim. Daha ilk dalışta torbamı güzel doldurmuştum doldurmasına ama gülümseyemiyordum. Üşüyordum! Kuru elbisem sızdırıyordu.

Titreye titreye kıyıya geldim, iskele merdivenine uzandım sıkıca tutunmak için. Gezi motorlarının dalgaları sırtıma şamar gibi inerken paletlerimi çıkardım. Malzememi sağlama almadıkça çuvalı çıkarmaya girişmem. Nasılsa dibe oturdu, emniyet halatı da merdivene bağlı.

Cambaz kıvraklığıyla merdiveni tırmandım, kıyıdaki banklardan birine çöküp beş dakika soluklandım. Soğuktan uyuşmuşum, parmaklarım ne açılıyor ne de kapanıyordu. Tanıdık balıkçılardan biri sıcacık çayı alelacele tutuşturdu elime. Demli ve bol şekerli çaydan birkaç fırt çekince biraz kendime geldim. Aceleye gerek yok eşşek ölüsü gibi ağırlaşmış çuvalı çıkarmak için...

***

Elbisemi çıkarınca gördüğüm manzara içler acısıydı. Kuru elbisenin artık sadece adı kalmıştı. Anorak içliğin çektiği suyu sıkmaya teşebbüs etmedim bile, ıslak ıslak tıktım çantaya. Kelimenin tam anlamıyla donuma kadar ıslanmıştım. Kurulanmak ve giyinmek kış ayazında katmerli eziyettir. Allah’tan karanfilli ve bol şekerli çay termosta hazır vaziyette. Malzemeyi toparlarken titremem iyice hafifledi, ısınmaya başladım.

Kuru elbisemden arta kalanı emektar düldülümün bagajına yerleştirdikten sonra soluğu Olgun’un Hasanpaşa’daki tamirhanesinde aldım. Elbiseye şöyle bir baktı, dışını köpükle kapladı ve şişirdi. Ben kim bilir kaçıncı çayımı yudumlarken dudağını büzerek yüzüme baktı, kararı kısa ve netti:

-        Adam olmaz bu, ayvayı yemiş...

Buz gibi suya ıslak elbiseyle dalmak zorundaydım yıllar sonra yine. Tam zatürre olacakken –ki hafiften olmuştum da- annem Hızır gibi yetişti imdadıma...


***
Annem tam 25 sene işçi olarak çalıştı Almanya’da. Gurbet emekçisiydi zamanında, Grundig televizyon fabrikasında. Vaktiyle alın terini akıttığı bu fabrika, her ay az da olsa bir cep harçlığı gönderirmiş çalışanlarının emekli maaşlarına katkı olsun diye. Bu ay akşam yemeğiniz bizden olsun... Çocuğunuzun kışlık botları bizden olsun... Çalışırken alıştığınız keyiflerden uzak kalmayın... Emekliliğinizi yaşarken çorbada bizim de tuzumuz olsun...

Kanaatkârdır annem, idarelidir, emekçinin parayı ne zorluklarla kazandığını iyi bilir. Alın teri dökeni takdir eder. Maaşına ek gelen bu cep harçlığına dokunmamış, biriktirmiş. Geçenlerde hesabıma durduk yere para geldi Sevim hanımdan. “Git kendine yeni bir elbise al...” dedi, “...üşüme, elin dara düşerse haberim olsun!

Şimdi kış denizinin soğuğuna anamın aldığı kuru elbiseyle dayanıyorum. Bu kuru elbise bir başka, sanki sıradan bir elbise değil de anne sıcaklığı var üzerimde, insanın iliklerini dondurmaya yemin etmiş kış denizinde...