Hep aklımdaydı adalarda dalmak. Açıktaki toprakları kuşatan Marmara hakkında eskilerden öyle hikâyeler dinlemiştim ki, artık boğaz yetmez olmuştu. Derinlerde ilk kez nefes aldığım suların yeri başkaydı şüphesiz. Fakat İstanbul’un yanı başında kendine has bir dünya gibi duran adaların çağrısına da kulak tıkayamazdım. Kınalı’da, Burgaz’da, Heybeli’de ve Büyükada’da, sayısını hatırlamadığım kadar çok kez şnorkelle dalmıştım. Sadece sığlıklarını tanıdığım çocukluk denizlerimin derinlerine inme vakti gelmişti gelmesine ya, Kenan Şeker tayfası dağıldığından beri birlikte dalacak adam kalmamıştı. Ben tırım tırım dalış arkadaşı ararken, günün birinde Anna (Anagelich Babaey) çıkageldi.
***
Dalış keyfinin kaçta kaçı dalmaktır, ne kadarı muhabbettir, hiç hesaplamadım. Fakat şundan eminim ki muhabbetsiz dalış, tuzsuz baharatsız yemek gibidir, hiç tadı yoktur...
Bizim ekip birer birer fire verip dağıldıktan sonra, tek başıma olsa da dalmaya devam ettim. Beykoz’da Su Ürünleri Fakültesi’nin hemen önünde dalıp, bazen laboratuvar için örnek topluyor, çoğu zaman dipte amaçsızca geziniyordum. Tüpüm vardı, regülatörü de sağdan soldan buluyordum. Mapsı yırtık, diyaframı delik, her nefeste horlayan ne regülatörlerle daldım sormayın gitsin. Herbiri ayrı bir hikâyedir...
Patlak regülatöre insan bir zaman sonra alışıyor, ama muhabbetsiz dalışa katlanmak çok zor. En kısa sürede doğru düzgün bir regülatör ve en önemlisi bir dalış arkadaşı bulmalıydım.
Biraz zaman alsa da ikisi de halloldu en sonunda...
***
Scubapro MK-10, hâlâ keyifle kullandığım ilk regülatörümdür. Baba yadigârıdır. Yıllardır derinlerde bana yoldaşlık eden MK-10’un metal gövdesindeki her çiziğin ayrı bir anısı var bende. Gelmiş geçmiş regülatörler arasında bir efsanedir o. En zor koşullarda bile şikâyet etmez. Yeterki bakımları aksatılmasın. Zamanla çok yoruldu yorulmasına ama asla yarı yolda bırakmadı beni. Sualtında daima sağlam bir arkadaştı, tıpkı Anna gibi...
MK-10’un kutusunu ilk kez açtığımda galiba 1990’ın Haziran ayıydı. Kendi regülatörüme sahip olduğum günlerde Anna da dalışa merak sarmıştı. Neredeyse 2 m boyundaki şen şakrak İranlı ile aynı okuldaydık. Birlikte dalmaya nasıl razı olduk çok net hatırlamıyorum. Aklımda tek kalan, 90’ın son aylarında Karaköy’de, bugün yerinde yeller esen malzemecilerde Anna’nın boyuna uygun dalış elbisesi aradığımızdı. Topu topu birkaç dükkan vardı. 5.5 mm Technisub Maiorca’yı galiba Ogan Sub’dan almıştık. Bizimki elbise denemekten öyle bunalmıştı ki, pantolonunu doğrudan dalgıç elbisesinin üzerine çekip gitmişti Fatih’teki evine.
***
Anna’ya Scubapro’nun MK-2 model regülatörünü almıştık. O da MK-10 gibi tam bir yük beygiriydi. Yüklen yüklenebildiğin kadar. Ancak bizimkinin tüpü evlere şenlikti. Adını koyamadığım tuhaf bir maviye boyanmıştı ikinci el aldığı 15’lik tüp. Üzerinde Sherwood çıkartmaları vardı. Orjinal vana tokmakları kaybolalı çok olmuştu. Tornada imal edilmiş bronz tokmaklarıyla dalgıç tüpünden çok İpragaz tüpüne benziyordu. Yokluk zamanı yedek parça dünyanın parasıydı. Bir süre tüpçü diye takıldım bizimkine. Aldırmadı. Bu olay da böylece kapandı.
Boğazdaki talimlerimiz yeniden başlamıştı. Tüp doldurmak günlük hayatımızın bir parçasıydı artık. Ya okuldaki Bauer Utilus 10’u kullanıyorduk ya da Zincirlikuyu ile Cevizlibağ arasında mekik dokuyorduk. O yıllarda Avrupa yakasında sınırlı sayıda kompresör vardı. İlki Zincirlikuyu’da Tarhan Denizcilik’teydi. İkincisi Beyoğlu’nda Sadi abinin (Tanman) dükkanındaydı. Bir dönem Beuchat’ı Türkiye’ye getiren Mor’da da güzel bir kompresör vardı, yerleri Şişli’deydi. Cevizlibağ’daki Habaş’a da gittiğimiz olurdu.
Tüpü sağlam bir çantaya koyardım, sonra en sempatik gülümsememle belediye otobüsüne binerdim. Anna’nın durumu da farklı değildi. Şöför vaziyeti çakmasın diye ne dolaplar çevirirdik sormayın gitsin. Hamallıktan farkı yoktu, ama çok eğlenirdik.
***
1991 Eylül’ünde Su Ürünleri Fakültesi’nde son sınıf öğrencisiydim. Mezuniyet tezi konusu olarak Kınalıada çevresindeki sualtı yaşamını incelemeyi seçmiştim. Başıma nasıl bir dert aldığımı anladığımda iş işten geçmişti. Malzemeyi Sirkeci’ye taşımak, oradan Kınalıada’ya geçmek, sonra Çöp İskelesi’ndeki dalış noktasına ulaşmak, kaygan taşların üzerinde hazırlanıp dalmak ve en sonunda adımları tersten tekrarlayıp eve dönmek; üstelik bütün bunları beş kuruş destek almadan cepten yapmak...
Bir gün yine kara kara düşünürken bizimki çıkageldi. Galiba kantinde çay içiyordum. Konuşmaya başladık; dedim böyle böyle, başıma boyumdan büyük iş aldım, yardım eder misin?
Anna da benim kadar delidir. Bu nedenle ölçüp biçmeden evet demesine şaşırmadım. O zamanların dostluklarında hesap kitap olmazdı. Gerçi sonradan nasıl bir belaya bulaştığı kafasına dank etti ama yine de vazgeçmedi.
Derken Mustafa (Tunalı) ile Oktay da bize katıldılar. Anna’nın sınıf arkadaşıydılar. Sadece dalış öğrenmek uğruna eziyet çekmeye razı olmuşlardı. Plan çok basitti. Dalıştan bir gün önce Oktay bende, Mustafa Anna’da kalacaktı. Bazen bunun tam tersi de oluyordu. Dalışları cumartesi yapıyorduk. Pazarları dinlenmeye kalıyordu. İyi de oluyordu.
Cumadan başlardık hazırlanmaya. Rahmetli anneannem yolluk hazırlardı; sarmalar, börekler... Evimiz sobalıydı ve döndüğümüzde içimizi ısıtacak çorba daha biz denizdeyken kaynamaya başlardı. Ninemin torun sayısı hafta sonları artar dururdu...
Sabah 5 gibi kalkar, sıkı bir kahvaltı eder, mevsimine göre giyindikten sonra ağır yükümüzle otobüs durağına yürürdük. Şirinevler’den Eminönü’ne gitmek için ya 73’e ya da 76’ya binerdik. Adalar iskelesinde Annalarla buluşurduk. Sonra ver elini Kınalıada...
***
Çöp İskelesi, Kınalıada’nın güneyinde Marmara’ya bakan bir kayalıktır. İnsanlardan uzak olsun diye seçtiğim yer, vapur iskelesine de uzaktı. İlk dalışta onca malzemeyle yarım saatten fazla yürüyünce belim koptu sanmıştım. Neyse ki ikinci dalışta imdadımıza rıhtımın yakınındaki bakkal yetişti. Hemen hemen altı ay boyunca üç tekerli el arabalarından birini kullanmamıza izin verdi ve beş kuruş istemedi.
Kınalı’daki ilk dalışımızda hava kapalı ve biraz serindi, ama üşütmüyordu. Suda kıpırtı yoktu. Etraf çok sakindi. Üzerime bir rahatlık çökmüştü. Malzeme az olduğundan çarçabuk hazırlanmıştık. Suya girince Anna’yla birbirimize şöyle bir baktık ve gözden kaybolduk...
Dik bir yokuştan iniyorduk. Başta sonu yokmuş gibi gelse de 18 m derinde yerini kum düzlüğe bıraktı. Derinlik yavaşça artıyordu artık. Boğazdan gelen akıntıyı arkamıza alınca torpil gibi gitmeye başladık. Yeni bir yerde yeni şeyler bulmanın keyfiyle iyice kendimizden geçmiştik.
Nikonos V model fotoğraf makinemi ilk kez suya sokmanın heyecanıyla keyfim daha da artmıştı. Flaşım olmadığı için 400 ASA film koymuştum makineye. Sadece 36 pozluk şansımız vardı ve onlardan birini, Anna’yla sualtında ilk ve tek beraber fotoğrafımızı çekmek için kullanmıştık. Arkalarında yeşil bir sonsuzluğun uzandığı iki belirsiz yüzü gösteren bu bulanık fotoğraf benim için çok kıymetlidir.
O gün dipte vaktin nasıl geçtiğini anlamadım. Sevmiştim burayı. Hep uzaktan gördüğüm suların dibi demek böyleymiş. Sonsuza gider gibi devam eden gri kumluk bazen bir kayalıkla, bazen de bir enkazla lekeleniyordu. Derken akıntıyla aynı yöne doğru eğilmiş deniz kalemleriyle kaplı bir alanın üzerinden geçtik. Portakal süngerleri her yerdeydi. Bugün görmeye alıştığım aşina yüzlerle birer ikişer tanışıyordum. Hatırlamaktan keyif aldığım muhabbetlerin konuları birikiyordu bir bakıma.
***
Anna’yla ilk dalışımızı daha birçok dalış izledi. Ara sıra başkaları da katılırdı aramıza, ama çekirdek kadro hep aynı kalırdı. Oktay ve Mustafa derinlere giden yolun başına burada geldiler. Zamanla daha ileriye gidip gitmediklerini bilmiyorum. Dilerim gidebilmişlerdir. Yapamadıysalar da canları sağolsun. Muhabbete ortak oldular ya bu da yeter.
Sabahın alacakaranlığında başlayan uyku mahmuru muhabbetlerimiz adada iyice demini alırdı ve akşam dumanı tüten birer tas çorbanın eşliğinde noktalanırdı. Acaba bunlar olmasaydı, onca yıldan geriye ne kalırdı?