Soğuktu. Galiba ara sıra kar serpiştiriyordu. Kornişçi sokağın daracık Arnavut kaldırımında anneannemle yürüyorduk. Beyoğlu’nda Ömer Hayyam’ın arka sokaklarından biriydi Kornişçi Sokak. Eski, yüksek tavanlı bir binadaydı evimiz. Sokak kapısı birkaç basamaklı daracık bir merdivene açılırdı. Sonra, merdivenden biraz daha genişçe bir sahanlık ve Arnavut kaldırımına adım atardınız.
Sokakla binaların arasında geniş boşluklar yoktu Kornişçi Sokak’ta; ne koruma duvarları vardı, ne kameralı ve elektrikli çitler, ne de bakımlı bahçeler. Evdeyken bile sokakta gibiydim cumbadaki pencereden dışarıyı seyrederken. Çocukluğumda eve hapsolduğumu hiç hatırlamıyorum.
Kış mevsiminin soğuktan sararmış yüzünü İstanbul’a gösterdiği buz gibi bir sabah vakti, Kornişçi Sokak’la Tarlabaşı Caddesi’nin kesiştiği yol çatında, karşıya geçmek için fırsat kolluyorduk anneannemle. 1970’lerde bugünkü geniş bulvarla ilgisi yoktu Tarlabaşı Caddesi’nin. Dardı, yanyana iki araba ancak geçebilirdi yoldan. Caddenin Tepebaşı’na kıvrıldığı İngiliz Konsolosluğu’na yakın dönemeçte, elektrik ileten boynuzu telden çıkan bir troleybüs tam dönemecin ortasında durup trafiği tıkayınca hemen karşıya geçtik. Balıkpazarı’na ulaşmak için İngiliz Konsolosluğu’ndan Taksim’e doğru birkaç dakika daha yürümemiz yeterliydi.
Balıkpazarı’nın Tarlabaşı Caddesi’ne bağlandığı yerden girmiştik, her daim balık kokan dar sokağa. Mutfak alışverişi evin yakınına kurulan pazardan yapılırdı çoğunlukla. Fakat ev halkının, özellikle anneannemle dedemin canı balık çektiğinde değişmeyen uğrak yerimizdi balıkpazarı. Hem, evdeki yaşlıların çok sevdikleri et balığının evin bu kadar yakınında satıldığı başka bir yer yoktu, aklımda kaldığı kadarıyla...
Pazar sokağına girince soğuk biraz kırılmıştı sanki. Gerçi hava yine soğuktı ama ayaz gücünü yitirmişti binaların arasında. Balıkpazarı esnafının sesleri kulaklarımda yankılanıyordu. Sakatatçılar, manavlar, mezeciler ve sokağa adını veren balıkçılar...
Manav tezgâhı gibi rengârenkti balıkçıların tablaları. Şimdilerde olduğu gibi kafeslerde yetiştirilen ya da denizden adeta kazınan, boyları giderek ufalan belli başlı balıkların soluk manzarasıyla kıyaslanamayacak zenginlikte bir renk cümbüşüydü, dört beş yaşlarındayken keyifle izlediğim balıkçılar...
Kan kırmızı mercanlar, mavi kanatlı kırlangıçlar, solungaçlarından kan damlayan istavritler, ışıltılarıyla gerçek gümüşü gölgede bırakan gümüş balıkları, uskumrular, kolyozlar, lüfer, kofana, palamut, torik...
İri kıyım ıstakozlar, avuçlara sığmayan pavuryalar, tarak midyeleri...
İstanbul’un eteklerini ıslatan denizlerin bereketiyle renklenirdi balıkçıların tezgâhları. Ben büyüdükçe bu manzaranın rengi o kadar soluklaştı, fakirleşti ki!..
Evin yaşlıları kılçıklı balık sevmezlerdi. Temizlemesi, pişirmesi ve ayıklaması zahmetli balıklarla yine ilgilenmemişti anneannem. İlle de et balığı!
Tezgâhın birinden neredeyse sokağın ortasına kadar taşan kocaman hilal kuyruklu balığın sergilendiği dükkâna doğru ilerledik. İşte, devasa bir et balığı boylu boyunca yatıyordu dükkânın önünde. Balıkçı jilet gibi keskin kocaman bıçağıyla dev balığın gövdesinden kalın bir dilim kesti, tarttı ve kesekâğıdına koyup anneanneme uzattı.
Dana etini andıran, kanlı, koyu pembeyle kırmızı arası bir etti bu. Piştiğinde rengi açılıyordu, kılçıksız, lokum gibi etin. Asıl adının “orkinoz” olduğunu öğrenmeme daha yıllar vardı, Boğaziçi’nin hırçın sularında yakalanan bu dev balığın...
***
Sıcaktı. Yazdan kalma bir gündü. Yine de dedem kalın paltosuyla sarmıştı beni, sandalla Kasımpaşa’dan Sirkeci’ye giderken. Haliç’in sütliman denizi gelen geçen teknelerin yarattığı dalgalanmayla biraz kıpırdansa da, baştaki sakin görüntüsüne dönmekte gecikmiyordu. Boğazı birbirine katan rüzgârların gücü yetmiyordu Haliç’in yüzünü buruşturmaya.
Biz ilerledikçe şehir akıp gidiyordu iki yanımızdan. Yaşlanmış, çok gün görmüş bir kentin taşla, demirle, ahşapla yazılmış hikâyesiydi bu manzara. Sur yıkıntıları, köhne binalar, asırlardır deniz taşıtları inşa edilen bir tersane, minareler ve Galata Kulesi, aklımda kalan manzaranın en başat karakterleri olsalar da, en çok Galata Köprüsü’nü görmekten hoşlanırdım, Haliç’in boğazla kaynaştığı açıklığa yaklaşırken.
Eski köprü dubaların üzerinde dururdu. Dubalara yanaşan çatanaların ince uzun bacalarından çıkan kapkara dumana aldanıp Galata Köprüsü’nü istim salan bir gemiye benzettiğim zamanlarda daha ilkokula başlamamıştım.
Keyifli bir göz aldanmasıydı benimkisi. Köprüyü geniş güverteli bir balıkçı gemisine benzetmek hâlâ çok hoşuma gider. Alıp başını gitmesin diye ne pervanesi vardır, ne de dümeni. Yaz kış demeyen, yağmur çamur dinlemeyen yüzlerce oltacı, hemen her gün onun korkuluklarına bağladıkları oltalarıyla, Haliç’in karanlık sularında dolaşan kısmetlerini beklerler.
Galata Köprüsü sadece balık tutmayı sevenlerin değil, balık yemeyi sevenlerin de uğrak yeridir. Bu eskiden de böyleydi, bugün de böyle. Burası, İstanbul halkının denizle ve balıkla en fazla yakınlaştığı yerlerden biridir. Balıklara karşı ilgimin zamanla tutkuya dönüşmesinde, onların yaşamlarını araştırmayı meslek olarak seçmemde, çocukken anneannemle ve dedemle sık sık yaptığımız köprü gezintilerinin payı çok fazladır.
Bindiğimiz sandal, iskeleye bağlı bir başka sandalın üzerine yanaşmıştı. 70’lik dedem ayakta, ben onun kucağında iskeleye adım atarken cambazları kıskandıracak bir denge sınavı veriyorduk. Her seferinde düşmemize ramak kalsa da ıslandığımız hiç olmadı.
Köprünün sağına soluna bağlanmış iri kıyım sandallardaki ocaklardan yükselen kızarmış balık kokusuna doğru yürürken oltacıları seyretmeyi ihmal etmezdim. Oltacılar her zaman olduğu gibi o gün de pürdikkat kesilmişlerdi. Misinanın en hafif kıpırdanmasında balığı çalmaya hazırlardı. İğnedeki yemi tırtıklayan balığın oltaya takılması için misinanın en fazla bir kol boyu kadar hızla çekilmesine “balığı çalmak” denir.
Yüzlerindeki ifadeden kolayca anlaşılırdı şanslarının yaver gidip gitmediği. Balık ekmek sandallarına doğru yürürken, Haliç’in derinlerinde devam eden yaşamın daha biraz önce yakalanmış olan kanlı canlı örneklerini ilgiyle izlerdim.
Uskumrunun İstanbul’u terketmediği, palamutun ateş pahası olmadığı o yıllarda balık ekmeğin tadı bir başkaydı...
***
İçinde balıkların dolaşmadığı bir İstanbul hatıram yok gibi. Eskileri ne zaman yoklasam ellerim balık kokuyor. İstanbul’u kuşatan denizler, kenti bereketiyle besleyen bir balık cennetiydi eskiden. Son demlerine yetişebildiğim bu cennet hakkında çok şey yazılıp söylenmiş olsa da, cennetin balıklarını kayıt altına alma çabamızın miladı bana göre 1937 yılıdır...
İstanbul Boğazı, Akdeniz’le Karadeniz’in yüzyüze geldikleri, birbirlerine karışmadan karşılaştıkları, 30 küsür kilometre boyunca birbirlerine teğet geçtikleri, hakimiyet alanlarının rüzgârın yönüne göre değiştiği, yaşamın iki farklı dünya arasında dolaşmasına olanak veren bir yaşam koridorudur. Hal böyle olunca, iki denizin farklı balık türlerini Boğaziçi’nde ve şehrin eteklerini ıslatan denizlerde bolca görmek mümkündü. Zaten Boğaziçi’ni, adaları, İstanbul’un tüm kıyılarını bir balık cennetine dönüştüren de, karşılıklı yaşam değiştokuşunun sürmesini sağlayan avantajlı konumuydu.
Sadullah Ayaşlı’nın “Boğaziçi Balıkları” adlı eseri, bir zamanlar Boğaziçi’nin yanı sıra, Marmara ve Karadeniz’in boğazönü sularının bereketli bir balıkçılık sahası olduğunu, türlü türlü balıklara kucak açtığını hatırlamak için sayfalarında keyifle gezindiğim kitapların başında gelir.
Beykoz Dalyanı’nda kapana kısılan orkinozlar, kışın kıyıya vuran palamutlar, cüsseleriyle ve sivri kılıçlarıyla korku salan kılıçbalıkları, boğazda boy gösteren dev köpekbalıkları... İstavritten lüfere, izmaritten lapine, kırlangıçtan iskorpite Boğaziçi’nin sembol balıkları, 1937’de yayımlanan kitabın sayfalarında ıslak izler bırakarak gezinirler.
Boğaziçi Balıkları, dalgaların altındaki İstanbul’da yaşayan hemşehrilerimizi anlatır, onların da İstanbullu olduklarını hatırlatır.
***
Neredeyse yirmibeş yıldır dalgaların altında geziniyorum. Farklı bir dünyanın insanı olmayı göze aldığımdan beri, hemen her dalışta balıkların daha önce bilmediğim bir yönlerini görme fırsatım oldu. Onları izlemekten, yaşamlarını tanımaya çalışmaktan başka bir amacım hiç olmadı balıklarla birlikte geçen onca yıl boyunca. Galiba benden zarar gelmeyeceğine iknâ oldular ve en sonunda varlığımı kabullendiler. Bu yazıya eşlik eden fotoğrafların çoğunu 1 m’den daha kısa mesafelerden çekebilmiş olmayı, aramızda zamanla gelişen güven duygusunun ödülü olarak görüyorum.
Bana güvenmemiş, beni kabullenmemiş olsaydılar, kendilerine bu kadar yaklaşmama izin verirler miydi hiç?