31 Mayıs 2010 Pazartesi

DERİNDE GÜLÜMSEYEN YÜZ

Sonsuz bir karanlığa doğru süzülüyorum. 40 metre derindeki ara kontrol noktasına sadece birkaç kulaç kaldı. Daha ileri gidip gitmemeye burada karar vereceğiz. Yüzeydeki sızıntı kontrolüne ek olarak yaptığımız "derinde sızıntı kontrolü", teknik derin dalışta düzenli olarak yapılan bir uygulama değil. Ancak, 50 metreden derine planladığımız dalışlar için koyduğumuz bu kural dip zamanımızı kısaltsa da emniyetimizi artırıyor.

Fenerimle dipte çizdiğim ışıktan çembere Burak (Demircan) aynı şekilde karşılık veriyor. Yine de olduğum yerde geriye dönüp bakıyorum. Işıktan çember, her şeyin yolunda gittiğinin habercisi. Dibe paralel konumda birbirimizin donanımını tekrar kontrol ediyoruz. Sızıntı yok, regülatörlerin ve deko tüplerinin askıdaki duruşları rahat erişime izin veriyor. Her şey yerli yerinde, derinlere giden yolda kendi kendimize vizeyi veriyoruz. 65 metre olarak planladığımız dibe doğru süzülmeye devam ediyoruz.

Hazırlanmamız yarım saatten fazla sürmüştü ama bu dalışın asıl hazırlığı bir hafta önce başlamıştı. Gaz planlaması, malzemenin kontrolü, en kötü durum senaryosu... Kağıt üzerinde dalmak, dalış planını derinde uygulamaktan daha zor. Kağıt üzerinde ikna olmadıkça sakın derinlere doğru yola çıkmayın. Aksi takdirde elinizdeki sadece gidiş bileti olabilir.

Yassıada'nın ilk metrelerinde bulanık yeşil yakamızı bırakmıyor. Derinlik saatinin ibresi döndükçe su daha da berraklaşıyor. Marmara suyunda renk geçişi o kadar keskin bir sınırla ayrılmışki... Termoklin (kristal) tabakasının altında Marmara'nın renk paleti alabildiğine zengin. Buna rağmen derinlerdeki ressam galiba en çok lacivertle siyahı seviyor. Feneri bir anlığına kapattığınızda renkler kapkara bir hiçliğin içinde yok oluyor.
Deniz tabanında yeniden ışıktan bir daire çiziyorum; yanıt gecikmiyor. LED'lerin ışığı karanlığı delen iki parlak çizgi gibi derinlerde kayboluyor. Kullandığınız ışık kaynağının gücü ne olursa olsun, karanlıkta bir yansıma bulması çok zor. Derindeki tek kılavuz, altınızda kayıp giden deniz tabanı. Kıyıdaki taşları yeşil bir örtü gibi kaplayan Ulva yosunları, derin yamacı da kalın bir tabaka gibi kaplamış. Ancak sığlıktaki çimen yeşili yosunların aksine, buradakilerin renkleri daha koyu. Işığımızdan ürken meraklı gözler bize kısa bir bakış fırlattıktan sonra yeşil örtünün altında kayboluyor. Yosunların altında gizlenen gözler biz uzaklaşırken tekrar ortaya çıkıyor. Örtünün altı yaşam kaynıyor.

60 m sınırını sorunsuz geçiyoruz. Planımız saat gibi işliyor. Solunum sorunu yaşamıyoruz, bilincimiz açık. Süzülürken gördüğüm canlı türlerini kaydediyorum. Benekli hanoz, Serranus hepatus; kırma mercan, Pagellinus erythrinus; kırlangıç, Trigla spp.; Veretillum ve Funiculina türü deniz kalemleri... 65 m derine ulaştığımızda fenerim kocaman bir kamyon tekerleğini aydınlatıyor. Üzeri silme karanfil mercanlarıyla (Caryophyllia) kaplı kocaman tekerleği acaba kim düşürdü buraya? Mavi kırmızı benekli bir kikla (Symphodus tinca) tekerleğin içinde kayboluyor. Derindeki çember, acaba yıllar önce deneme amacıyla adaya kurulan balık çiftliğinin kalıntılarından biri olabilir mi? İskeleti deniz tarafından hızla istila edilmiş; deniz, kendine ait olmayan bu hurdayı gizlemek için, renklerini cömertçe kullanmış. Dipteki çöpler, kendi aralarında başlattıkları güzelleşme yarışında, denizin renklerinden bol bol faydalanmışlar. Yassıada'nın açığında 65 m derinde denize düşen ıvır zıvırla bir yapay resif oluşmuş sanki. Üzeri neyle kaplanmış olursa olsun, çöp yine de çöp...

Burak bu derinliğe ilk teknik dalışında çok sakin. Bilgisayarın ekranını gösteriyorum; keyifle gülümsüyor. Tokalaşıyoruz... Yüzeyde başlattığım kronometreyi gösteriyorum; sağ elimle "10" diye işaret ediyorum... Dipte "10" dakika kalacağız. Bu derinliğe 3 dakikada ulaştık; toplam dip zamanımız 13 dakika. Dalışı 65 m'de 15 dakika olarak planlamış ve gaz sarfiyatını da ona göre hesaplamıştım. Fazla hesapla ve hesapladığından daha az kal! Yedeğini yedekle! Derin dalışın kağıda dökülmemiş bir başka kuralı daha...
Bir ara elim kamerama gidiyor. Sea & Sea 860G model makinem sağ taraftaki D-halkasına asılıydı. Karabinasından çıkarıp kontrol ediyorum. 45 m limitli yol arkadaşım su geçirmez kabının içinde sakin sakin duruyor. Biraz ürkmüş mü ne? Sanki daldığı dünyadan korkmuş gibi... Kendi sınıfının derinlik rekortmeni olmaya aday. Derindeki üçüncü gözüm, sınırı çoktan aşmış olmasına rağmen kusursuzca görmeye devam ediyor.

Kronometrede zaman hızla akıp geçiyor. Bize kapılarını ardına kadar açan, kısa bir süre için bir parçası, yurttaşı olduğumuz derin ve karanlık dünyadan ayrılmanın zamanı geldi. Burası sadece ışıksızlık anlamında karanlık ve yaşam bu karanlığın içinden sürpriz yapmak için en zayıf aydınlığı bile sabırla bekliyor; yaşam güleç yüzünü göstermek için en cılız ışığı bile kullanıyor, Marmara'nın yaşayan yüzü derin karanlıkta gülümsüyor. Ben bu yüze bakmayı, yaşam dolu gülümsemesini izlemeyi seviyorum.
Tekerleğin içindeki kikla ile vedalaşma zamanı geldi. İnsan elinden çıkma yuvasında emniyet içinde yaşıyor. Bizden başka kaç kişi buraya gelmek ister ki? Gelmesinler de zaten... Arasıra gelip bakarım sana. Belki daha derinlere giderken yol üstünde sana uğrar ve hatırını sorarım. Sen bana gördüklerini anlatırsın, derinleri anlatırsın, daha derine giden yolu gösterirsin. Birbirimizi tanıdık nasıl olsa; benden sana zarar gelmez.

Yüzeye giden uzun yolda sanki bir dağa tırmanıyorum. İlk derin bekleme noktası 40 m'de 1 dakika. Çıkış hızımız dakikada 10 m'yi aşmamalı ama çok da yavaş olmamalı. Birincisi hızlı kabarcık oluşumunu tetikler, ikincisi dip zamanını uzatır. Teknik derin dalışta çıkış hızı ihlali ASLA KABUL EDİLEMEZ! Burak'la aramızdaki ışıklı haberleşme düzenli olarak devam ediyor. 50 m sınırını geride bırakırken kumdaki deliklerden hanoz balıkları kaçamak bakışlar atıyor. Sizinle kalmayı isterdim, ama çıkmak zorundayız. Bir daha ki sefere size de uğrarız, bu seferlik hoşgörün bizi.

Kronometre 16 dakikanın geçtiğini gösterirken 40 m sınırına ulaşıyoruz. Çoğu insanı ürküten bu derinlik, bizim için güvenli bölgenin sınırına gelmek demek. Yine de yukarı çıkmaya daha çok var. Bu yolculukta gidiş hızlı ama dönüş alabildiğine yavaş. 35 m'de ikinci derin beklemeyi yaparken Burak feneriyle biraz ilerisini işaret ediyor. Kocaman bir tepsiyi andıran kalkan balığı (Scopthalmus rhombus) kumun üzerinde kıpırdamadan yatıyor. O kadar büyük ki bizi umursamıyor bile. Ürkütmeden yerinden kaldırıyorum; biraz oynuyoruz kumun kabadayısıyla. Varlığımız umurunda değil. Ellerimden yavaşça kayıp gidiyor.

21 m'de deko tüplerimize geçiyoruz. Sırtımızdaki tüplerde en az 50 bar gazı yedek olarak saklıyoruz. Deko balonunu şişirip gönderiyorum. Herkesin kolayca dalabileceği bir derinlikte asıl gaz atımı sürecimiz başlıyor. Fotoğraf çekmek, gaz atım beklemesini sıkıcı bir süreç olmaktan kurtarıyor. Ters çevirdiğim bir taşın altından, bugüne kadar sadece kitaplardan tanıdığım bir deniz solucanı çıkıyor. Adına aldanıp da sakın yüzünüzü ekşitmeyin. Şövalye zırhlarını andıran plakalarıyla Lagisca extenuata türü poliket deniz solucanı, denizdeki sıra dışı yaşam mimarisinin en güzel örneklerinden biri olmaya aday.

Marmara'nın derinlerinde yaşamın yüzü hâlâ gülümsüyor. Sırf bu yüzdeki saklı sevinci görmek, onun varlığı ile sevinebilmek için bile olsa derinlere inmeye değer. Derindeki sığınak, gözden uzak yaşamların evi; ara sıra bu eve misafir olmaksa, karada kolay kolay yaşanamayacak bir sevinç, tarifsiz bir mutluluk kaynağı. Çekilen tüm sıkıntıları görmezden gelmemi sağlayan bir yaşam sevinci.

20 Mayıs 2010 Perşembe

YAPIŞKAN GÖLGE

İbrice'nin deniz yaşamı, iki aşırı uç arasında fırtınalı gelgitler yaşayan huzursuz bir insanın ruh haline benzetilebilir. Bir durulan bir bulanan suların derinlerindeki taşlara hayat veren renkler, sıcak tonlarla süslenmiş bir karnavalla, soluk bir matem arasında gidip gelen bir kararsızlığı yaşarlar. Suyun boyunuzu aşması için birkaç kulaç atmanız yeterlidir; sonraki birkaç kulaçta kendinizi bir anda dipsiz bir uçurumun tepesinden bakarken bulursunuz. İbrice'de kayalık başlayan kıyı iki adım sonra yerini kumla karışık bir taşlığa bırakırken, dibin eğimi birden artar. Su o kadar ani derinleşir ki, eğer sığlıkta oyalanmadıysanız göz açıp kapayana kadar kendinizi 40 m derinde bulursunuz. Ara sıra rastgelen parça taşların dışında, İbrice'nin en keyifli dalış noktası olan 'Cehennem'in dibi, çıplak kum örtüsünün yalınlığına teslim olur. Burada biraz daha açığa ve derine gitmeyi göze alan bir dalgıç, yaşamın tüm renklerini arkasında bırakır ve en sonunda mavi ile gri arasında sıkışıp kalır.

Bütün kış Marmara'da dalmaktan artık bardaktaki suyu bile yemyeşil görmeye başlamıştım. Cam gibi pırıl pırıl suya dalmanın zamanı çoktan gelmişti. İstanbullu bir dalgıç için İbrice, duru mavi derinliklere ulaşmanın en kısa rotası. Marmara'nın koyu karanlık yeşilini geride bırakıp Ege'nin binbir çeşit mavisine kavuşmak için sadece birkaç saat direksiyon sallamak yeterli. İbrice'nin duru mavi derinliklerinde, günübirlik yol eziyetini bir anda unutturacak kadar renkli ve zengin bir yaşam bekler.

Cehennem'e en son geçen Ekim'de dalmıştım. Sonbahar yarılanırken su o kadar berraktı ki sanki yoktu. En lekesiz kristali bile hasetinden çatlatacak kadar saftı o gün deniz. Fakat, hemen her dalışı renkli sürprizlerle süsleyen İbrice, bu sefer tam anlamıyla bir hayal kırıklığı yaşatıyordu. Geçen hafta denizi allak bullak eden lodostan sonra, aynı kristal deniziyle karşılaşmayacağımın farkındaydım, ama bu kadar bulanık bir su beklemediğimi de itiraf etmeliyim.

Suyun durumuna başta inanamadım. İbrice fena bulanmıştı; yamaçta keyifle izlediğim renkler solgundu. Kayaları canlandıran gökkuşağının üzerine koyu bir gölge düşmüştü. Canlı veya cansız ayırımı yapmadan dipteki herşeyin üzerine çöken koyu, yapışkan bir gölgenin ağırlığı ile solmuştu renkler.

Balıkçılar bu yapışkan gölgeye 'lez' derler. Koyu kıvamlı, üzerine yapışan tortularla ağırlaşmış vıcık vıcık bir örtü gibidir lez. Özellikle mevsim dönüşlerinde kendini gösteren selüloz zengini lez ağırlaştıkça dibe çöker. Yaşamın üzerini giderek artan bir ağırlıkla kaplar. Bazen o kadar kıvamlı bir tortu haline gelir ki, balık ağlarının gözlerini tıkayarak en avcı ağın bile denizden siftahsız çekilmesine neden olur. Lezin ağırlığı kimi zaman ağı bırakmaz, dibe yapıştırır. Denize lez dadandığında balıkçılık durma noktasına gelir. Ta ki lez yok olana kadar.

İbrice'nin renklerini de yine aynı yapışkan gölge soldurmuştu. Hayranlıkla seyrettiğim renkler leze yenik düşmüşlerdi. Son yıllarda giderek daha fazla tekrarlamaya başlayan lez saldırılarının sıklaşmasında acaba bizim payımız var mı? Yapışkan gölgenin her sene daha fazla koyulaşmasına acaba biz mi sebep oluyoruz?

***

Ne kadar bulanık olursa olsun İbrice'nin suyu yine de güzel. Mavi, en bulanık halinde bile insana huzur veriyor. Derin mavide zaman geçirmek, kelimenin tam anlamıyla tazeliyor insanı. Yamacı izleyerek, kayarcasına süzülmek... 45 m'de dibe paralel 20 dakika geçirmek... Tüm kerterizlerin belli belirsiz gölgelere dönüştüğü, grinin maviye karıştığı, köşesiz, boyutsuz, sınırsız bir yalınlıkta kaybolmak... Sonsuz bir dinginlik, tarif edilemez bir rahatlama, arınma... Gri ile mavi arasında ne zaman sıkışıp kalsam, aşağı yukarı bunları hissederim. Somut bir evrende soyut bir yaşama karışmak gibidir Cehennem'de gezinmek. Burada algının kapıları ardına kadar açılır.

***

Kronometrenin alarmı dip zamanının bittiğini haber veriyor. 45 m'de 20 dakika... Manometreyi kontrol ediyorum. Ana tüpte 80 bar hava kalmış. Oyalanarak yükseliyorum. İlk dekompresyon durağım 21 m'de 1 dakika. Neyseki 7 litrelik dekompresyon tüpüm yanımda. Derinlik azaldıkça İbrice'nin renkleri suyu gölgeleyen lezin ardından göz kırpıyor. Cerianthus anemonunun dokunaçları, gece klüplerinin neon lambaları gibi parlıyor. Parazoanthus gorgonu sapsarı bir buketi andırıyor... Yabani süngerlerin üzerinde yavaşça sürünen Thuridilla deniz tavşanı, üç renkli boya kalemi gibi... 6 m'de 31 dakika süren dekompresyon sırasında yaklaşan Arnoglossus dil balıkları, hava kabarcıklarının fokurtusundan rahatsız oldular... Yapışkan gölge ne kadar koyu olursa olsun, yaşam onun altında bile inatla devam ediyor. İbrice'nin süsleri, lezin yarattığı koyu gölgeye, renklerin ateşiyle meydan okuyor.

***

Dalıştan ayrıntılar:
Derinlik: 45 m
Dip zamanı: 20 dakika
Dalış zamanı: 99 dakika
Su sıcaklığı: 15 derece
Donanım: 15 L + 7 L stage, kuru elbise, DIR Hogartian teknik dalış düzeneği, MV Plan dalış planı yazılımıyla hazırlanan 45/20 tablosu kullanıldı.

9 Mayıs 2010 Pazar

BAŞKA BİR DÜNYANIN İNSANI OLMAK

Kayalık kıyı, insanın başını döndüren neredeyse dike yakın bir eğimle derinlerde kayboluyordu. Kıyıdan bir kaç kulaç uzakta dip hayal meyal seçiliyordu. Bu hızlı kayboluşun sebebi ne Marmara'nın artık aşina olduğumuz yüzey bulanıklığıydı, ne de hemen yakındaki çimento fabrikasından denize savrulan tozlardı. Yelkenkaya'nın yanı başında deniz adamakıllı derindi ve bu bize çılgınca bir keyif veriyordu.

Darıca'da, daha doğrusu Yelkenkaya'da dalmaya, Burak'la (Demircan) her zaman yaptığımız kısa harita incelemesiyle karar vermiştik. Ortalama 50 m derine inmek için kıyıdan en fazla 100 m açılmamızın yeterli olduğu herhangi bir yer bizim için ideal dalış yeridir. Suyun kalitesi, yolun durumu vs. konular sadece teferruattır. Hava ve deniz durumu uygunsa dalış yapılır. Yelkenkaya burnu da bu koşullara fazlasıyla uyan umut verici bir derin dalış noktası olarak haritadan bize göz kırpıyordu. Derin kayaların çekimine hemen kapıldık ve davetlerini geri çevirmedik. Tek sorun, Yelkenkaya fenerine giden yolun trafiğe kapalı olmasıydı. (Gerçi dalıştan sonra sohbet ettiğimiz iki balıkçı yolun trafiğe açık olduğunu söylediğinde iş işten geçmişti.) Bu civarda yaptığımız dalışlarda nedense ilk seferde yolu bulamamak gibi bir sorunumuz var. Mesela, geçenlerde Tuzla'daki dalış noktasını ancak üçüncü denemede keşfedebilmiştik. Bu seferde aynı şey olmuştu. Planladığımız dalış noktası yine başka bir pazara kalmıştı.

Sürekli duman püskürten bir çimento fabrikası ile yakındaki kum ocaklarının arasında sıkışıp kalmış bir kıyıda dalıp bir şeyler görebilmeyi ummak delilik gibi gelebilir. Ama sorun değil, alıştık artık. Hemen hızlı bir keşif turu attık ve suya girmek için uygun bir yer bulduktan sonra hazırlanmak üzere arabaya geri döndük. Üzerimizde onca yükle sivri ve kaygan kayaların üzerinden kıyıya inmek, kafa yarmaya peşinen davetiye çıkarmak olsa da, kayaların üzerindeki ağırsiklet denge oyununa da alışkınız nasılsa...

Dalış planımızı 50 m derinde iniş dahil 20 dakika dip zamanı ve çıkışta 21 m'den itibaren toplam 50 dakika dekompresyon olarak MV Plan yazılımı ile hazırlamıştık. Bu dalış için bize toplam 4000 litre hava gerekiyordu; 15 L ana tüp ve 7 L dekompresyon tüplerimizde toplam 4400 L hava vardı. Kalan 400 L yedekti. Planımıza harfiyen uymamız, dip zamanı ve derinlik ihlalinden kesinlikle kaçınmamız gerekiyordu. Teknik derin dalış tartışmasız bir disiplin sınavı ve planımız bize disiplinli davranmamız gerektiğini sayılardan oluşan açık bir dille söylüyordu.

Cambazları kıskandıran bir kıvraklıkla, sırtımızda tüpler, batmak için kurşun ağırlıklar ve bir elimizde paletler, diğerinde ikinci tüplerle kayalardan seke seke inişimiz görmeye değerdi. Suya sırayla girdik. Ayaklarımızı koyacak genişlikte bir kaya parçası bulup paletlerimizi taktık, dekompresyon tüplerimizi tüp askılarının sol tarafındaki alt ve üst D halkalarına astık. Dalmaya hazırdık...

Dalış arkadaşınızla yüzeyde yaptığınız karşılıklı kontroller şüphesiz çok önemli, ancak teknik derin dalışta yüzey kontrolüne, 5 m derinde yapılan "valve drill - sızıntı kontrolü" de eklenir. Dalış arkadaşınızla karşılıklı olarak orta suda bekler ve yatay konumda sırayla kendi etrafınızda dönerek sızıntı olup olmadığını, vanaların rahat açılıp kapandığını kontrol edersiniz. Sızıntı kontrolünde sorun çıkmazsa dalış devam eder, aksi halde 5 m'den geri dönersiniz. Bu işin şakası yok ve bir sorun varsa yol yakınken dalışı iptal etmek en hayırlısı. Bu dalışa bir haftadır hazırlanıyorduk. Kağıt üzerinde defalarca daldıktan sonra iş uygulamaya gelmişti. Sızıntı kontrolü de sorunsuzdu ve derinlerde kaybolan dibi izleyerek kıyıyı arkamızda bıraktık.

Kayalık ve kumluğun birleştiği, balıkçıların "etek" dedikleri buluşma hattına ulaşmamız, sızıntı kontrolünden sonra bir dakika bile sürmemişti. Böyle giderse beş dakika geçmeden 50 m'ye ulaşırız diye aklımdan geçirirken, dibin eğimi biraz düzleşti. Pusulam olmasına rağmen dibi bulandırmamaya özen gösteriyordum. Burak da aynı şekilde dibi bulandırmamak için azami gayret gösteriyordu. Teknik derin dalışın bir başka kuralı daha: dipten 1 ya da 2 m yukarıda, feneri aşağıya ve öne doğru tutarak dibi takip et! Böylece suyu bulandırmadan 40 m'yi de geride bıraktık. Şimdiden beş dakika geçmişti. Fotoğraf çekimi ve çıkış hazırlığı için geriye onüç dakikamız kalmıştı.

İnanılmaz ama su pırıl pırıldı! Yüzeyin kabul edilebilir bulanıklığı kristalin altına inecek gücü bulamamıştı. Günlerdir devam eden poyrazın da etkisiyle su daha da durulmuştu. Feneri kapattığım zaman suya koyu bir karanlık hakim oluyordu. Bu karanlığı siyah ya da katran karası diyerek tanımlayamazsınız. Gözlerinizi sıkıca kapatmanız bile bu karanlığı anlamaya yetmez. Simsiyah bir hiçlik ya da kapkaranlık bir hiçlik... Işığın anlamını yitirdiği karanlık bir boşluk... Birbirlerini aydınlatan iki dalgıcın fenerlerinden çıkan parlak hüzmeler, bu derinlikte ve insan aklını zorlayan koşullarda bir hayat bağına dönüşüyor. Karanlığın içinde genişleyerek yayılan bu bembeyaz aydınlık, ince uzun kırbaçları andıran deniz kalemleri (Funiculina) öbeğini aydınlattığında 50 m'ye ulaşmıştık. Geriye sadece on dakikamız kalmıştı. 50 m derinde geniş açı fotoğraf çekmek kılı kırk yarmayı gerektirdiğinden bu değerli vakti onların fotoğraflarını çekmek için harcamadım. Artık bir dahaki sefere...

Kıpkırmızı tekir balıklarının takılmış olduğu ağ, değerli taşlarla süslü bir tül gibi derinde uzanıyordu. Güvenli bir mesafede kalarak ağı incelemeye başladık. Eğer sahibi vakit kaybetmeden ağı çekmeyi akıl ederse, av yasağının başladığı şu günlerde cukkayı doğrultabilirdi. Çalpara yengeçleri ve çağanozlar avın kokusunu çoktan almış, tekirleri didiklemek için ağa tırmanmaya başlamışlardı. Üstelik avın kokusunu alan sadece onlar da değildi. Işığımızdan ürkmeseydi kocaman dikenli vatoz da (Raja clavata) tekirlerden payına düşeni fazlasıyla alabilirdi. Vatoz, kanatlarını aceleyle çırparak derin karanlıkta izini kaybettirmeye çalışırken bir süre onu izledik. Derindeki keyifli takipe bir süre daha devam ettik. Peşini bıraktığımızda dip zamanımızın bitmesine bir dakika kalmıştı. Artık geri dönmeliydik.

50 m derinde 20 dakika geçirmek... Karanlığa alışmak... Karanlıkta gizlenen yaşamları aramak... Kısa bir süre için başka bir dünyanın insanı olmak...

Geri dönüş yolunda su yavaş yavaş aydınlanırken karşımıza çıkan bir iskorpit, ağda kalan balığın başına neler geleceğini söze gerek bırakmadan açıklıyordu: Yaşamı ziyan etmek... Zamanında toplanmayan ya da dibe takılıp kalan her ağ, yaşamı ziyan etmek için dipte bir tuzak gibi bekliyor. Kocaman iskorpit leşine üşüşen yengeçler kendilerine karanlıkta ziyafet çekerken, kıskaçlarını uzatarak bize gözdağı vermekten de geri kalmıyorlardı. Kumluğun sonuna yaklaşırken birkaç tane kırlangıç yavrusu ve ağın eline düşmekten kurtulmuş bir tekir ışıklarımızdan ürküp derine yöneliyor. 40 m... 35 m... 30 m... 25 m... 21 m... Kumluk geride kaldı ve kayalık yeniden başladı. İlk dekompresyon durağımız kayalığın eteğinde. Burada 1 dakika geçiriyoruz; 6 m'de 33 dakika olarak planladığımız dekompresyonun yanında lafı bile olmaz. İnsanın sabrını taşıran bir yavaşlıkla yükselmeye devam ediyoruz. 18, 15 ve 12 m'deki dekolar hızla geçiyor; 9 m'deki 6 dakikalık bekleme ise sadece sabrımızı deniyor ve nihayet 6 m'de bir ömür gibi gelen uzun bekleme başlıyor. Dokularımızda biriken azotu atmak için buna katlanmak zorundayız. Derin su ziyaretçilerinden hemen ayrılmak istemiyor.

Kronometrede zaman bu sefer su gibi akıp geçmiyor. Dekompresyon bitmek bilmedi ama nihayet sonuna yaklaştık. Kayaları ağ gibi saran yeşil Ulva yosunlarının üzeri deniz tavşanı yumurtaları ile dolu. Yeşil örtülerin üzerine, tabiat ananın nakış nakış işlediği dantelleri andıran pembe, sarı, turuncu yumurta paketleri... Aralarında bazıları tanıdık, ama şu pembe olanlar sanki diğerlerinden farklı. Dalışın bitmesine 3 dakika kala yeşil yosunların üzerinde kıpırtısız duran pembe bir kabarıklık dikkatimi çekiyor. Yakından bakıyorum; bir deniz tavşanı, daha önce görmediğim bir tür. Fotoğrafını çekiyorum. Dalış bitti. Yavaşça yükseliyoruz. Yorulmuşuz. Malzemeleri çıkarıyoruz. Bol bol su içiyorum. Su, dalışı izleyen kritik 24 saatte, dokulardaki kalıntı azot gazının atımını kolaylaştırıyor. Bu akşam sıcak banyo YOK. Gazlı meşrubat içmek YOK. Hafif bir yemek ve sonrasında dinlenme...

Akşam dinlenirlen kitapları karıştırıyorum. İnternette deniz tavşanı sayfalarına bakıyorum. Fotoğraftaki kırmızı yaratık Rostanga rubra türü bir deniz tavşanı. Marmara Denizi için yeni bir tür. Bugün çektiğimiz zahmetin ödülü, içdenizde yeni bir keşif. Başka bir dünyanın insanı olmayı göze almanın karşılığı.

6 Mayıs 2010 Perşembe

RENKLİ VE ZEHİRLİ

Renk derinde hemen göstermez kendisini. Bazen sabırlı ve titiz bir arayışın ödülüdür, bazen şanslı bir tesadüf, beklenmeyen bir karşılaşmadır. Yerine göre yeşil ya da lacivert olan alacakaranlığın içinde yaşamın sıcak renkleriyle burun buruna gelen bir dalgıç için bu karşılaşma, yabancısı olduğu bir dünyada samimi bir hoşgeldin olarak algılanabilir. Hemen her kovuktan ayrı bir gökkuşağının fışkırdığı tropikal denizlerde bu duygu bir süre sonra gücünü yitirir. Renklerin yarattığı coşku tropikal denizlerde aşinalığa yenik düşer, sıradanlaşır. Tabiatın cömertçe boyadığı tropikal resiflerden sonra bizim suların, özellikle Marmara'nın yeşile teslim olmuş derin suları, buraların yabancısı olanlara yavan gelebilir. Oysa içdenizin bazı canlıları, mesela deniz tavşanları, bir renk körünün bile dikkatini çekebilecek kadar süslü ve renklidirler.

Kelimenin tam anlamıyla bir renk arsızı olan deniz tavşanları, neon ışıklarını sönük bırakan sıcak renklerini, evrimin deney tüpünde gerçekleşen bir dizi kayıp ve kazanç reaksiyonu sonrasında kazandılar. Tıpkı deniz salyangozları gibi, kadim deniz tavşanlarının da başlıca savunma hattı, sırtlarında taşıdıkları kalın kabuklarıydı. Ancak günün birinde bu ağır yükten kurtulmak isteyen deniz tavşanları, güvenli sığınaklarının sağladığı aşılmaz korumanın yerini doldurabilecek bir savunma mekanizması geliştirmek zorunda kaldılar. Kabuktan kurtulmak, üretmesi ve bir ömür boyu taşıması çok maliyetli olan bir yaşam şeklinden, daha hafif ve ekonomik bir yaşam şekline geçmek demekti. Deniz tavşanları gardlarını düşürmeden önce, kolay lokma olmalarını önleyecek etkili bir silah bulmak zorundaydılar. İşte tam bu noktada evrimin adım adım ilerleyen süreçleri devreye girdi. Renk arsızı deniz tavşanları sırtlarındaki yükten kurtulmadan önce, evrim okulunda, diğer canlıların özellikle süngerlerin ve mercanların özsularındaki zehirli kimyasal maddeleri vücutlarında depolayarak silah olarak kullanmayı öğrendiler. Bazıları o kadar ileri gitti ki özel keselerde depolanan kimyasal maddelerden zamanla daha güçlü zehirler üretmeyi bile başardılar. Nihayet zehir üretiminde iyice ustalaşan deniz tavşanları günün birinde sırtlarındaki ağır yükü kolayca silkeleyip attılar.

Denizin bombon şekerleri olmaya aday gösterilebilecek kadar renkli deniz tavşanları, bir o kadar tatsız, tuzsuz ve zehirli yaratıklara dönüşmüşlerdi. Yakın plan çekimlerin değişmez baş rol oyuncuları, bugün neredeyse rakipsiz bir yaşamın tadını çıkarıyorlar. Ancak bu ayrıcalığı kolayca kazanmadılar. Kabuklarından kurtulmaya karar verip renkli ve zehirli canlılara dönüşürken şüphesiz onlar da kayıplar vermişlerdi. Fakat sonunda kazanan onlar oldu. Marmara Denizi'nde sıklıkla görülen Dendrodoris limbata türü deniz tavşanının salgıladığı zehrin sadece 100 mikrogramı, çoğu yırtıcı dip balığını kendisinden uzak tutmaya yetiyor. Bu küçük ayrıntı, geçen yıl Aşiyan'da yaklaşık 50 m derinde gördüğüm kocaman iskorpit balığının, ağzının kenarında gezinen etli mi etli deniz tavşanını neden ısrarla yemediğini fazlasıyla açıklıyor. Belki de iskorpit dersini zor yoldan öğrenmişti... Kim bilir? Doğadaki diğer tüm renkli ve zehirli canlılar gibi, deniz tavşanının göz kamaştıran renkleri de çevreye karşı açık bir uyarı: "Beni yeme, yoksa ölürsün!"

2 Mayıs 2010 Pazar

GERÇEKÜSTÜ ÇİÇEKLER

Bahar geldiğinde İstanbul'un çiçekleri sadece yeryüzünde değil, dalgaların altında da açar. Evet, yanlış duymadınız! Kentin çiçekleri laleyle, erguvanla, hercai menekşelerle sınırlı değil. Marmara'nın derinlerinde, en az karadakiler kadar gözalıcı ve renkli çiçek bahçeleri var. Gerçi bu bahçelerde yeşeren çiçekler bildiklerimizden biraz farklı. Kökleri çamurun içinde kaybolup giden deniz kalemleri (Veretillum) ve deniz şakayıkları (Pachycerianthus), çiçeksi görünümlerine karşın, aslında omurgasız birer hayvan türü. Bitki olmayan, ancak bildiğimiz hayvalara da uzaktan yakından benzemeyen bu sıradışı yaratıklar, derinlerde gizlenen bir bahçenin gerçeküstü çiçekleridirler. Bilim, doğru bir benzetmeyle, bu sıradışı yaşam biçimlerini Anthozoa ya da "çiçek hayvanlar" olarak adlandırıyor. Ürkütüldüğünde kaçamayan dibe yapışık bir hayvanla, çevresine gözle görülür bir tepki veren, akıntıyla sürüklenen küçük canlıları yakalamak için pusu kuran, hatta ilkel bir sindirim ve sinir sistemine sahip olan bir bitkinin karışımı gibiler...

Deniz kalemleri ve deniz şakayıkları... Yerleşik bitki ve hayvan tanımlarını alt üst eden kırılgan canlılar... En zorlu koşullarda bile hayatta kalabilecek kadar dayanıklı ve inatçı gerçeküstü çiçekler. Kartal'ın biraz açığında, 15'le 20 m arasındaki çamurların içinde boy atan onlarca yavru deniz kalemi, derinlerde gerçek bir bahçeyi yavaş yavaş şekillendiriyor. Üstelik beş kuruş masraf gerektirmeden, bakım istemeden.
Normal şartlarda loş ışığı, hatta karanlığı seven deniz kalemlerini, birkaç yıl önceye kadar adaların güney sahillerinden daha yakında görmemiştim. Ancak Marmara Deniz'i, artık İstanbul kıyısında bile yeterince loş olmalı; adaların güneyindeki deniz kalemi bahçelerinin kuzeye doğru hareketlenmelerinden ortaya bu anlam çıkıyor. Deniz şakayıklarının deniz kalemlerine göre daha hızlı davrandıkları ortada. Kentin yakınındaki sularda yıllarca önce tohumları atılan bahçelerde, bugün erişkin deniz şakayıkları hafif akıntının etkisiyle yavaşça dalgalanıyorlar. Güç koşullara inatla dayanan gerçeküstü çiçeklerin karşı koyamadıkları tek varlık insanın ta kendisi!

Kartal açıklarında yeşermeye başlayan deniz kalemi bahçesi, gemilerin demirleme alanının hemen kenarında. Adaların kıyılarında görülen, boyları yarım metreye ulaşan erişkin deniz kalemi grupları düşünüldüğünde, demirleme alanının tam ortasında da bahçeler olduğunu iddia etmek yanlış olmaz. Ağır çapalar, her demirlemede dibi kazıyan tırnaklar misali bu bahçeleri kökünden kazıyor. Gemilerin demirleme alanlarını ihlal etmeden, bu bahçeleri hayatta tutmak için bir şeyler yapılamaz mı?

İngiltere adaları çevresinde ve batı Akdeniz'in çeşitli bölgelerinde deniz kalemleri artık koruma altındalar. Gerçeküstü çiçeklerin yetiştiği bahçelerde demirlemek, ağ atmak ya da dibi taramak kesinlikle yasak. Hayal gibi... Dalgaların altındaki yaşam, varlığının ispatı elçilerini derinlerden kıyılara gönderiyor ve biz de onları, tepelerine yüzlerce kilo ağırlığında demir yumruklar indirerek karşılıyoruz. Denizden yararlanmak zorundayız; bu su götürmez bir gerçek. Ancak, deniz kalemleri ve deniz şakayıkları gibi kırılgan yaşamların yoğunlaştıkları bilinen alanlarda, örneğin Kartal kıyısındaki demirleme alanının çevresinde, deniz yaşamına rahat bir soluk aldıracak küçük deniz sığınakları kurulamaz mı? Kıyının birkaç yerinde, çok değil 100 m'ye 100 m'lik bir iki tane sığınak... Şamandıralarla işaretlenmiş, demirlemenin ve ağ atmanın yasaklandığı tarafsız bir bölge... Bize bu kadar çok şey veren deniz yaşamına minnettarlığımızı göstermek için, çok küçük bir fedakârlıktan daha fazla değil istediğim.