Haftasonunu kuru
geçirmeyi unutalı o kadar uzun zaman oldu ki!
Denizin tuzunu tatmadan geçirdiğim her
pazarı ömrümden bir kayıp sayarım. Uykumdan vazgeçip şafak vakti
yollara düştüğüm, sıcak yatağımın rahatından deniz uğruna vazgeçtiğim her
pazarın mutlaka bir ödülü oldu derinlerden gelen. Denizin tuzunu tatmadan geçirdiğim her
Camlı dolabımın içinde durur derinlerdeki İstanbul’un bana
armağanları; günün birinde artık dalamayacak hale geldiğimde bana bugünleri, bu
kentin kıyılarında ve derinlerinde yaşadıklarımı anımsatacak, uzun uzun düşlere
dalmamı, belki de o zamanlar geldiğinde çoktan kaybetmiş olacağım yoldaşlarımı
anımsamak için geçmişe ait, en güzel zamanlarıma ait hatıralar verir derinlerdeki İstanbul...
***
Birkaç yıl önce bir Ahırkapı dalışında kadim İstanbul’un derinlerde yitip gitmiş hikâyelerinin peşine düşmüştüm yine. Bu seferki armağanı küçük bronz bir kutuydu. Öyle kararmıştı
ki dibin rengiyle hemen hemen bir olmuştu. Üzerine titizlikle kazınmış oymaları
dipteyken çok zor farkediliyordu. Zamanın tortusu birikmişti kabartmaların
arasındaki boşluklarda. Gerçek güzelliği evde temizleyince ortaya çıktı. Eskiden
bambaşka bir zevkmiş üretmek. Alın teri döken, el emeği göz nuru harcayanların
hatırı sayılır estetik kaygıları varmış üretirlerken. Geçmişten kalan hemen her
şeyin üzerinde bu zevk dolu kaygıyı görebiliriz.
Charles Lewis Posner ki kutunun üzerinde yazan marka buydu,
Viktorya döneminin tanınmış divit kalemi
markalarından. Hokkadaki mürekkebe
batırılarak kullanılan divit kalemlerini, benim gibi kalem emekçileri bir
zamanlar yaygın olarak kullanırlarmış. Gerçi bugünün yazı üstatları ve
meraklıları da divit kalemlerine olan ilgilerini kaybetmiş değiller. Geçmişteki
yaygınlığından eser kalmamış olsa da divit geleneğini yaşatan meraklılar daha
tamamen yok olmadılar. Az ama öz...Viktorya döneminin tanınmış divit kalemi
Bronz kutunun sırtı tıpkı bir kitap cildi gibi
şekillendirilmiş. Yapan usta bir
de “cilt 1” yazısını eklemiş, sanki kutunun
içindekilerin amacını anlatmak ister gibi. O kutudaki kalem uçlarıyla kimbilir
ne ciltler yazıldı, ne öyküler anlatıldı? Zamanın derinliklerinde kaybolmuş bir
meslekdaşımın, bir başka kalem emekçisinin miydi acaba? Neden denize
fırlatılmıştı? Bazı sorular yanıtsız kalır...
***
Bugünlerde Yedikule’de hummalı bir deniz doldurma çalışması
yürütülüyor.
İstanbul’a milyonluk bir gösteri meydanı kazandırmak için hergün
tonlarca moloz denize dökülüyor. Geçenlerde bizim çocuklar dalmak için
Ahırkapı’ya gitmişlerdi. Yelkenkaya’dan dönerken aradılar, Ahırkapı’daki dalış
noktasına kıyıdan giriş kapatılmış, nereye gidelim diye soruyorlardı.
Kocaman bir şantiye kurulmuş kıyıya, ne çekekten ne de
radarın ordan
denize girmek mümkün değilmiş. Hani kıyıyı güzelleştirmek, düzene
sokmak için bir çalışma yapılacaksa eyvallah. Ama orayı da doldurmaya
başlarsalar, yandı gülüm keten helva! Kentin hiç duyulmamış, gün yüzü görmemiş
hikâyelerinin molozun altında kalması endişesi sardı beni birkaç haftadır.
Denizin altından gelen hikâyelere karşı giderek daha duyarsızlaşan, ilerlemenin
önünde engel olarak gören insanlar haline geldik. Varsa yoksa bugün ve yarın,
geçmişin pek bir önemi kalmadı artık. Ha denizin dibinde kalmış ha molozun
altında. İki kıta yetmedi İstanbul’a, kıyısındaki denize de göz dikti. Hoş çok
da yeni bir şey değil bu. Kentin şekillendiği karasal alanları plansızlığa
kurban et, sonra yer kalmadı diye denizi doldur.
Bu şehir bir zamanlar deniziyle dosttu. Bu dostluk sayesinde
her zaman ödüllendirilmişti bu kentin yaşayanları, lüferle, orkinozla,
kolyozla, uskumruyla, pırıl pırıl bir denizle, adımbaşı plajlarla, çöpe çamura
bulanmamış martılarla, eksiksiz bir deniz yaşamıyla...
Kendine has bir deniz kültürüydü İstanbul’un denizle olan
ilişkisi. Şimdi molozlara gömülen sadece deniz değil, kentin günyüzü görmemiş
hikâyeleri, geçmişine dair ipuçları...