25 Ağustos 2013 Pazar

DERİNLER ÖDÜLLENDİRİR BENİ...

Haftasonunu kuru geçirmeyi unutalı o kadar uzun zaman oldu ki!
Denizin tuzunu tatmadan geçirdiğim her 
pazarı ömrümden bir kayıp sayarım. Uykumdan vazgeçip şafak vakti yollara düştüğüm, sıcak yatağımın rahatından deniz uğruna vazgeçtiğim her pazarın mutlaka bir ödülü oldu derinlerden gelen.

Camlı dolabımın içinde durur derinlerdeki İstanbul’un bana armağanları; günün birinde artık dalamayacak hale geldiğimde bana bugünleri, bu kentin kıyılarında ve derinlerinde yaşadıklarımı anımsatacak, uzun uzun düşlere dalmamı, belki de o zamanlar geldiğinde çoktan kaybetmiş olacağım yoldaşlarımı anımsamak için geçmişe ait, en güzel zamanlarıma ait hatıralar verir derinlerdeki İstanbul...

***

Birkaç yıl önce bir Ahırkapı dalışında kadim İstanbul’un derinlerde yitip gitmiş hikâyelerinin peşine düşmüştüm yine. Bu seferki armağanı küçük bronz bir kutuydu. Öyle kararmıştı ki dibin rengiyle hemen hemen bir olmuştu. Üzerine titizlikle kazınmış oymaları dipteyken çok zor farkediliyordu. Zamanın tortusu birikmişti kabartmaların arasındaki boşluklarda. Gerçek güzelliği evde temizleyince ortaya çıktı. Eskiden bambaşka bir zevkmiş üretmek. Alın teri döken, el emeği göz nuru harcayanların hatırı sayılır estetik kaygıları varmış üretirlerken. Geçmişten kalan hemen her şeyin üzerinde bu zevk dolu kaygıyı görebiliriz.


Charles Lewis Posner ki kutunun üzerinde yazan marka buydu,
Viktorya döneminin tanınmış divit kalemi
markalarından. Hokkadaki mürekkebe batırılarak kullanılan divit kalemlerini, benim gibi kalem emekçileri bir zamanlar yaygın olarak kullanırlarmış. Gerçi bugünün yazı üstatları ve meraklıları da divit kalemlerine olan ilgilerini kaybetmiş değiller. Geçmişteki yaygınlığından eser kalmamış olsa da divit geleneğini yaşatan meraklılar daha tamamen yok olmadılar. Az ama öz...

Bronz kutunun sırtı tıpkı bir kitap cildi gibi şekillendirilmiş. Yapan usta bir
de “cilt 1” yazısını eklemiş, sanki kutunun içindekilerin amacını anlatmak ister gibi. O kutudaki kalem uçlarıyla kimbilir ne ciltler yazıldı, ne öyküler anlatıldı? Zamanın derinliklerinde kaybolmuş bir meslekdaşımın, bir başka kalem emekçisinin miydi acaba? Neden denize fırlatılmıştı? Bazı sorular yanıtsız kalır...

***

Bugünlerde Yedikule’de hummalı bir deniz doldurma çalışması yürütülüyor.
İstanbul’a milyonluk bir gösteri meydanı kazandırmak için hergün tonlarca moloz denize dökülüyor. Geçenlerde bizim çocuklar dalmak için Ahırkapı’ya gitmişlerdi. Yelkenkaya’dan dönerken aradılar, Ahırkapı’daki dalış noktasına kıyıdan giriş kapatılmış, nereye gidelim diye soruyorlardı.

Kocaman bir şantiye kurulmuş kıyıya, ne çekekten ne de radarın ordan
denize girmek mümkün değilmiş. Hani kıyıyı güzelleştirmek, düzene sokmak için bir çalışma yapılacaksa eyvallah. Ama orayı da doldurmaya başlarsalar, yandı gülüm keten helva! Kentin hiç duyulmamış, gün yüzü görmemiş hikâyelerinin molozun altında kalması endişesi sardı beni birkaç haftadır. Denizin altından gelen hikâyelere karşı giderek daha duyarsızlaşan, ilerlemenin önünde engel olarak gören insanlar haline geldik. Varsa yoksa bugün ve yarın, geçmişin pek bir önemi kalmadı artık. Ha denizin dibinde kalmış ha molozun altında. İki kıta yetmedi İstanbul’a, kıyısındaki denize de göz dikti. Hoş çok da yeni bir şey değil bu. Kentin şekillendiği karasal alanları plansızlığa kurban et, sonra yer kalmadı diye denizi doldur.

Bu şehir bir zamanlar deniziyle dosttu. Bu dostluk sayesinde her zaman ödüllendirilmişti bu kentin yaşayanları, lüferle, orkinozla, kolyozla, uskumruyla, pırıl pırıl bir denizle, adımbaşı plajlarla, çöpe çamura bulanmamış martılarla, eksiksiz bir deniz yaşamıyla...


Kendine has bir deniz kültürüydü İstanbul’un denizle olan ilişkisi. Şimdi molozlara gömülen sadece deniz değil, kentin günyüzü görmemiş hikâyeleri, geçmişine dair ipuçları...

15 Ağustos 2013 Perşembe

DERİNLERDE TARİH DERSİ...

Boğazda dalmak İstanbul’un geçmişini anlatan bir kitabı ağır ağır okumak gibi. Her dalışta kentin geçmişinden
bir sayfa daha açılır ve çoktan unutulmuş bir hikâyenin derinliklerinde yol alırsınız. Yukarıdakiler bugünü yaşarken diptekiler geçmişin içine dalıp giderler.

İstanbul derinliklerine ne zaman dalıp gitsem kadim kente dair bir şey daha öğrenirim. Duvarların arasına hapsolmayı gerektirmeyen, sınav korkusu ve not kaygısı olmayan bir tarih dersini dipte gezinirken dinlemenin keyfini varın siz düşünün...

***

Birkaç yıl önce yine bir kış sabahı Ahırkapı’da sahilin az açığında geziniyordum. Oldukça uzun bir dalışın sonlarıydı. Önce açıktaki bayırın eteklerinde dolaşmıştım. Bilgisayarın gösterdiği birkaç dakikalık deko beklemesi, derin dalışlarımla kıyaslandığında beklemeden bile sayılmazdı. Üç beş dakika beklemenin lafı mı olur? Az buçuk tanıdınız artık beni eğer eski yazıları da okuduysanız.

Fileye tıkıştırdığım şişeleri kırmamaya çalışırken 5-6 metre derinde dibi eşelemeye de devam ediyordum bir yandan. Son ana kadar aramaya devam etmeli! Bazen turnayı gözünden vurmak son dakikaya kısmet olur, tıpkı bu dalışta olduğu gibi...

Astigmattan az buçuk nasibini almış miyop olmama rağmen dibin keşmekeşine karışmış ıvır zıvırı bulmakta üzerime yoktur. Dalış maskeme numaralı cam dahi takılı değildir. Bu yaşa kadar ihtiyaç duymadım bundan sonra da Allah kerim...

Önce kararmış bir metal parçası gibi görünmüştü gözüme. Fakat düzgün geometrisiyle etrafındaki deniz
kabuklarından kolayca ayırdedilebiliyordu. Uzanıp aldım. Biraz kurcalayınca hafifçe büküldü ama sonra hemen düzeldi eski haline geri döndü. Lastikten yapılmıştı. Parmağımı üzerinde şöyle bir gezdirince kabartmaları olduğunu farkettim. Ne yazdığını o an okuyamamış olsam da belli ki damga ya da mühür gibi bir şey bulmuştum.

***

Osmanlı zamanında çoğu Avrupa ülkesi imparatorluk sınırları içinde ve dışında kendi postalarını taşıma imtiyazına sahiplerdi. Bu iş için Osmanlı topraklarında postaneler açmış olan devletlerden birisi de Alman İmparatorluğu’ydu.

Alman Kraliyet Posta İdaresi’nin (Reichpost ya da Kaiserlich Deutsche Post) üçü İstanbul’da olmak üzere
Beyrut, Hayfa, Kudüs ve İzmir’de de birer şubesi vardı ki  ilk postane 1 Mart 1870’de İstanbul’da açılmıştı. Alman Kraliyet Posta İdaresi’nin Osmanlı topraklarındaki varlığı Birinci Dünya Savaşı’nın çıkmasını takiben 30 Eylül 1914’de sona erdi. Büyük ihtimalle pul ve posta tarihi meraklılarının hatıralarında kalan bu hikâyeyi öğrenmek de yine bir Ahırkapı dalışına kısmetmiş...

***

Damgayı fileye koyduktan sonra fazla oyalanmadan çıkmıştım sudan. Lastiği kaplayan tortu zamanla
kabartmaların arasını iyice doldurduğundan başta ne yazdığı tam okunmuyordu. Yarı yarıya sulandırılmış sirkeyle ve yumuşak bir diş fırçasıyla tortuları iyice temizledikten sonra, neredeyse bir asırdır denizin dibinde kalmış olan lastiğin emdiği tuzu uzaklaştırmak için ılık tatlı suda birkaç hafta bekletmiştim. Temizlik bittiğinde yazı nihayet okunur hale gelmişti. Tersten basılmış kabartma harflerle “Kaiserlich Deutsches Postampt CONSTANTINOPEL” yazılıydı siyah lastiğin üzerinde. Alman Kraliyet Posta İdaresi’nin İstanbul çıkış damgasını bulmuştum şehrin kıyısında gezinirken.


Bir zamanlar İstanbul’dan Almanya’ya yollanmış nice mektubun, kartpostalın, kolinin, bilumum zarfın üzerine basılmıştı ve şubesi kapanmış olsa da o gitmemiş, burada kalmıştı.

11 Ağustos 2013 Pazar

BOĞAZ’IN BATIK MARKALARI...

Aslında basit bir heves olarak başlamıştı yıllardır keyifle sürdürdüğüm şişe arayışı. Hemen her dalgıcın
gönlünde yatan aslandır, ufak çaplı bir maceranın beraberinde dipte değerli bir şeyler bulmak. Hoş, en basit haliyle bile dalış başlı başına bir maceradır, suyun altındaki her kayboluş sonu belli olmayan bir serüvendir ya, zamanla yetmemeye başlar. Derinlerde alınan her nefes sıradanlaştıkça dalgıç da başka hikâyelerin peşine düşer.

Bana gelince, dalışa başladığım ilk günden beri dipten sürekli bir şeyler topladım durdum.

Önceleri bir salyangoz dalgıcıydım. Nargile kayıklarında geçirdiğim onca zaman içinde ne kadar salyangoz topladım artık Allah bilir. Bu macerayı size daha önce de anlatmıştım, burada tekrar etmeye gerek yok. Merak edenler yandaki yazıya bakabilirler: (bkz. Damdan Düşer Gibi Dalgıç Oldum)

Sonra mercan dalgıçlığı başladı. Fakat bu sefer para için değil, bu değerli canlıların yaşam hikâyelerini ortaya çıkarmak için başlatılan bilimsel projeler çerçevesinde derinlere dalıp gitmiştim (bkz. Alacakaranlıkta Gezinmek).

Dedim ya başından beri hep bir şeyler topladım dipten, bazen keyif için bazen de geçimimi sağlamak için. Sağ
olsun bugüne kadar deniz hiç eli boş çevirmedi beni, az ya da çok artık o gün kısmetimde ne varsa, hep filem dolu uğurladı. Bugüne kadar topladıklarım hep tabiat ananın elinden çıkmış şeylerdi. Canlıları denizden koparma hevesim zaten uzun zamandır azalmış hatta hiç kalmamıştı. Acaba ne arasam ne çıkarsam derken içimdeki toplayıcı bir kez daha dürttü beni. Dipten canlı olmayan bir şeyler toplamanın vakti artık gelmişti.

***

Çok değil beş sene önce bir Eylül akşamı evde tek başıma “The Deep” filmini kimbilir kaçıncı kez
seyrediyordum. Hani iki tatilci balıkadamın Karayiplerde bir batığa dalarken dipte bir takım ıvır zıvır bulmaları ile başlayan ve derken altın, morfin, kan, barut ve bolca aşkla harmanlanmış serüvenlerinin anlatıldığı 1977 yapımı film var ya, belki yüz defa seyrettim ama hâlâ her seferinde bıkmadan izlerim. DVD aşındı neredeyse...

İşte o filmi seyrederken aklımdan şöyle  bir geçti: “acaba boğazda dalarken etrafıma biraz daha dikkatle baksam eski şişeydi, çatal kaşıktı bir şeyler bulur muyum acaba?” Kaç asırlık şehir, kimler gelmiş kimler geçmiş, her biri bir şey düşürmüş, dökmüş ya da fırlatıp atmış olsa ohooo dipte neler birikmiştir neler...

Fikrimi bizim tayfaya açınca Osman (Yazla) ağabey cevabı aynen yapıştırdı: “koçum o kadar uzun boylu aramana gerek yok, istediğin eski şişeler nerede var ben biliyorum...” Bu konuşmanın üzerinden daha birkaç gün geçmeden soluğu nasıl Ahırkapı’da aldığımızı ve eski şişe toplama maceramızın nasıl başladığını da size daha önce nakletmiştim (bkz. Hastalıktır Şişe Dalışı). Eski ayrıntıları burada tekrarlamanın gereği yok. Bu yazıda sizlere beş senedir bitmeyen bu şişe avının ürünlerinden bahsetmek istiyorum...


***

Denizin dibi tam bir markalar curcunasıydı. Eski insanlar neleri şişelemişler, o
narin şişelerin üzerine hangi markaları basmışlar, o markalardan hangilerinin yolu İstanbul’a düşmüş ve onlardan hangileri tekrar denizin dibini boylamışlar? 1800’lerin sonu ve 1900’lerin başında İstanbulluların tükettikleri markalar arasında neler varmış? Osmanlı’nın son zamanları ve genç Cumhuriyet hangi markalarla tanışmış? Ticaret hayatımızdan neler gelip geçmiş?

İnkâr etmiyorum başta basit bir hevesti benimki ama sonradan sadece
şişelerin değil markların peşinde tatminsiz bir serüvene dönüştü şişe dalışları. Ne zaman biteceğini de Allah bilir. Bulduğum her şişe yukarıdaki sorulara verilen bir cevaptı. Bugüne kadar ne bulduğumun özeti ise aşağıdaki kısa listede. Belki bir gün bu konuda bir kitap yazar ve hepsinin detaylı öyküsünü de sizlerle paylaşırım. Merak etmeyin her şişenin ve üzerindeki markanın kökenini de tek tek araştırdım. Ham bilgi hazır iş zamana kaldı. Şimdilik aşağıdaki liste var elimde, gerisi kısmet.

Şimdi kalın sağlıcakla...

***

Boğaz’ın batık markalarına kısa bir bakış:

Ecza / Itriyat / Zehir
Ed Pinaud Paris, Liquid Venter, Galbrun, Lysoform, Neurinase, Eugen Dellasuda Pharmacien, L. Steiner,
Cytobiase, Gastorsodine, Comprimes de Vichy, Chaulk’s Improved Petroid Cement, Gelle Freres Paris, Extrait Mouchoir, Monpelas Paris, Parfumerie Egyptia, Creme Simon, Houbigant Paris, Necip Bey Losyonları, Vel-Çit Saç Boyası, Boehringer Arsenferratose, De Schiens Hemoglobine, A. Mazon Meyva Tuzu, J&E Atkinson London, Muhayyer Hasan Şevki Kolonya ve Losyonları, Ziya Boyer Eczanesi, Ephedryl Biofarma, S. Ferit Kolonyası, Yeni Laboratuvarı, Enbil...

Gıda
Mellin’s Food, Moutarde Diaphane Louit Freres & Co, Moutarde Amieux
Freres, Moutarde Francaise Tivoli, Moutarde Surfine Delizia Le Piree Tsiakos & Fres & Cie, Maggi, Brasserie Bomonti Constantinople Societe Anonyme, Les Etablissements Poulenc Freres Paris, The Nectar Brewery Co Constantinople, Brauerei Liesing, Salonique Brasseries Olympos Niaussa, Kızılay Maden Suyu (eski şişesi), SEK Süt (eski şişesi), Sevimli Reçelleri Çubuklu Memba Suyu, Oziyer Hardal...

Mürekkep
Denby Bourne, N. Antoine Paris, Field’s Ink & Gum...

Alkollü İçküler

İnhisarlar Rakısı, Benedicten Likörü, Tekel rakılarının el işi şişeleri...