28 Ocak 2013 Pazartesi

HARİTAYI BOYAMAK...


Bugüne kadar boğazda daldığım yerleri haritaya kaydedesim geldi geçenlerde birden bire. Düzenli olarak dalış defteri tutmaya, hemen her dalıştan sonra iki elim kanda olsa mutlaka vakit ayırırım. Sadece dip zamanı ve derinlikle yetinmem, o dalışta kullandığım malzemenin özelliklerinden dalışın krokisine kadar titizlikle kaydederim ayrıntıları.

Geriye dönüp baktığımda nerelere dalmışım neler görmüşüm yeniden hatırlamak her seferinde hoşuma gidiyor.

Fakat dalış haritası tutmayı yirmibeş senedir her nedense hiç akıl etmemişim. Gerçi her dalış öncesi harita üzerinden mevkiyi okur, akıntılara kâğıt üzerinden göz gezdirir, kısacası dersimi iyi çalışırım. Şimdilerde google haritalarının uydu resimleri sayesinde en netameli görünen yerlere bile tepeden bakıp nereden girilir, nereden çıkılır ve gerekmesi halinde nereden sıvışılır kuşbakışı karar vermek çok kolaylaştı.

Yıllar sonra bu dersi bu kez tersinden çalıştım ve ustalarımdan devraldığım bu kıyılarda, bu boğazda daldığım yerleri kabaca işaretledim haritaya. Askeri bölgeler sayılmazsa iki kıyı da siyah üçgenlerle doldu ki bunlar bile hikâyenin tümünü anlatmaya yetmez.

***

Dalmayı burada öğrendim, dostlarımla boğazın altında ve üstünde çok keyifli zamanlar geçirdim, derinlerdeki akıntının içinde ekmek peşinde koştum.

Su Ürünleri Fakültesi’nde öğrenciyken derste öğretilenlerin, kavanozlardaki sıvılara hapsedilmiş ölü deniz canlılarının hayattayken nasıl olduklarını görmek için her seferinde yine boğazın derinliklerine döndüm.

Boğazın derinlikleri hem hayatımı kazanmamı sağladı, hem de öğrenmemi. Burası hem ekmek teknemdi, hem de okulum...

Denizi denizde yaşayarak, boğazın derinlerine dalarak öğrendim ben. İyi ki de öyle olmuş. Başka türlü olsaydı içime sinmezdi boğazın suları. Ne onu bu kadar iyi tanıyabilirdim, ne de bu kadar gönülden bağlanabilirdim...

***

Hâlâ çocukluğumun meraklı gözleriyle bakıyorum boğazdaki hemen her taşın altına. Oval camlı turuncu maskesiyle bir leğen suda derinlere dalan haylazın merakı tazeliğini hiç kaybetmedi.

Tam yirmi beş yıldır hemen her haftasonu şafakla uyanıp denize gitmeyi, aynı kayalığın çevresinde aylarca, hatta yıllarca dolanmayı, dibi eşelemeyi, alacakaranlık derinliklerde kendine ait bir yaşam kurmayı ve bıkmadan buna devam etmeyi, tükenmek bilmeyen öğrenme tutkusundan başka bir sebeple açıklamak bana göre mümkün değil.

Dalıştan eve dönerken aklım hep burada kalır. Evde, işte, artık her neredeysem orada hep bir sonraki dalışı düşünürüm. Merakımı sürekli taze tutmanın, içimdeki dalış isteğini her an yaşatmanın bir başka yolu da hep dalışı düşünmektir.

Bugün bunu keyif için yapıyor olabilirim. Önümüzdeki hafta dalışı kırmak için kendime sudan bir sebep de yaratabilirim. Fakat hayatımı kazanmak için ya bir gün yine derinlerde ter dökmem gerekirse? Yıllar önce denizden kısmetimi kesip masa başına atan kör talih ya yine denize savurup atarsa? O gün geldiğinde bedenim de ruhum da buna hazırlıklı olmalı.

Ben her haftasonu, gelip gelmeyeceği belli olmayan o güne hazırlanmak için kör şafakla sıcak yatağımı terkedip buz gibi sulara dalıyorum.

Aynı kayalığı, aynı kumluğu, aynı marul yosunlarını, enkazları, midyeleri, boğazın derinlerine ait olan ne varsa onları yüzlerce kez görmüş olmaktan bir kez bile sıkıldığımı hatırlamıyorum. Hem daha tümünü görmedim ki boğazın. Haritayı siyaha boyamak için daha uzun yıllar var önümde.

En azından ben böyle olmasını diliyorum...

22 Ocak 2013 Salı

ALTIN DEĞERİNDE RENKLER...


Meraklı ve sadık kikla balıkları da boğazın ve Marmara’nın gediklilerindendir.
Sizle karşılaştıklarında ilkin kaçmaya yeltenseler de sonradan sakinleşir ve hafifçe yanınıza sokulurlar. Kocaman gözlerinden saçılan ürkek bakışlarla sizi tepeden tırnağa süzer ve tanımaya çalışırlar.
Yaşanan onca çevre felâketine rağmen İstanbul’u terketmemişlerdir. Sırf bizi balıksız bırakmamak için hâlâ sabırla katlanırlar vurdumduymazlığımızın sonuçlarına.

***

Aramızdaki yakınlık yıllarca önce başladı. İstanbul kıyılarında denizi tanıyan, balık tutma hevesiyle okuldan kaçan çoğu yumurcak gibi ben de allı morlu, mavi menevişli kiklalara dikmiştim gözümü.
Yorgan ipliğinin ucuna bağladığım bükülmüş toplu iğneden oltama yem diye midye takar ve beklemeye başlardım Bostancı kıyısında.
Artık ben mi beceriksizdim yoksa kiklalar mı çok akıllıydılar, elim boş süklüm püklüm dönerdim eve.
Gökkuşaklarının bulaştığı sevimli kiklaları o günlerden beri çok severim.

***

Symphodus tinca, boğazda ve Marmara’da yaşayan en iri kikla türüdür. Uzunluğu yarım metreyi ve ağırlığı 3-4 kiloyu bulabilir. Çimen yeşili derisindeki desenleriyle derinlerde adeta bir renk cümbüşüdür.
Yuvalanmaya uygun kovukların bulunduğu kayalıklarda, dalgakıranlarda, iskele bacaklarının arasında, batıklarda mutlaka karşınıza çıkar. Diz boyu sularda da rastlanır, alacakaranlık derinliklerde de.
İstanbul’un renkli siması S. tinca bugüne kadar yüzlerce kez karşıma çıktı ve en olmadık yerlerde dalışlarıma renk kattı.

***

İsminin tam karşılığı göz benekli (ocellus) kikla olan Symphodus ocellatus, İstanbul denizlerinde yaşayan bir başka kikla türüdür. Bu ismi, yeşil yanaklarının üzerindeki mavi-pembe halkalardan alır.
Doğa bu sevimli balığa sade bir yüz makyajı yapmakla yetinmiş ve vücudunun geri kalanını sarımsı yeşilin tekdüzeliğine bırakmıştır.
İlk türün aksine daha sığ sularda yaşamayı tercih eder. Uzunluğu 20 santimi pek geçmez. İrikıyım akrabasının aksine kovuklardan çok deniz yaşamının arasına karışmayı tercih eder. Sünger ve yosunlarla kaplı taşlıklarda pineklemeye bayılır. Yuvasına bağlıdır ve kolay kolay terketmez.

***

Aslen yine bir kikla olan Symphodus roissali’ye çırçır balığı dendiği de olur.
Karışık renkli bir balık olmasına rağmen, vücudunun yanlarında sırta doğru belirginleşen siyah lekelerle yüzgeçlerindeki kırmızılıklar gözden kaçmaz.
İlk iki tür genellikle yalnız başlarına görülürken çırçır balıkları çok kalabalık olmayan gruplar halinde gezinirler.
Kikla türleri içinde en meraklı olanıdır. Dibine kadar sokulduğunuz da bile yerinden pek kıpırdamaz. Geceleri iyice sakinleşen çırçır balıkları, çoğunlukla samimiyetin, sokulkanlığın kurbanı olurlar.

***

Labridae ailesinin üyesi olan kiklalar Akdeniz’den Ege’ye, Marmara’dan Karadeniz’e kadar tüm kıyılarımızda yaşarlar.
Ailenin bir başka üyesi olan gün balığı (Coris julis) kiklalarla akrabadır. Nispeten daha ince ve uzun bir balık olan gün balığı şeklen kiklaya benzemese de yaşamı en az onunki kadar renklidir.
Kikla ve gün balığı için renksiz bir yaşam düşünülemez. Rivayete göre sultan II. Mahmud renklerini çok sevdiği için kikla veya gün balığı avlayıp huzuruna getiren balıkçıları altınla ödüllendirirmiş.
Sultanlara layık renkleri uğruna harcanan hazineleri fazlasıyla hakediyorlar. Derinlerdeki yaşam hazinesinin en nadide parçaları arasında onların altın değerinde renkleri de var...

17 Ocak 2013 Perşembe

SÜSLÜ MÜ SÜSLÜDÜR KARABAŞ BALIĞI...


Hem süsüne düşkün hem de utangaçtır. Turuncudan kırmızıya yalazlanan bir ateş parçasıdır.

Alacalı bedenindeki tek aykırılık kömür karası başıdır. Bedeninden alevler yükseldiği halde kafasındaki ateş sönmüş ve arkasında kapkara bir bakış bırakmıştır.

Sırtında ensesinden kuyruğuna kadar dantelden bir yele gibi uzayıp giden yüzgeçlerin mavi kenarları, bu canlı ateşten yükselen alevlerin sınırını çizerler.

***

Her zaman ziyaretçilerini en şık haliyle karşılamaya hazırdır yuvasında beklerken.

Pasaklı ve bakımsız olduğu hiçi görülmemiştir. Yerleştiği taşlığın kuytularında gözalıcı renkleri hemen farkedilmese de üzerine ışık düşmesiyle bedenindeki ateşin canlanması bir olur. Karanlıkta dikkat çekmeyen karabaş balığı aydınlıkta lal taşı gibi parlar, canlı bir mücevher olur çıkar.

Boğazın ve Marmara’nın derinlerinde gizlenen yaşam hazinesinin az bilinen, çoğunlukla gözden kaçan bir parıltısı, canlı bir rengidir karabaş balığı.

***

Pek para etmez. Olsa olsa akvaryum meraklılarının ilgisini çeker. Onun gözalıcı renklerini evlerine taşımak isteyen meraklılar belki üç beş kuruş verirler. Hepsi bu...

Ekonomiye pek katkısı olmadığından isim vermeye de gerek görülmemiş ve bir tane isme dört farklı tür tıkıştırılmıştır.

Akdeniz’de dört türü yaşar karabaş balıklarının. Tümü Trypterygion cinsinde sınıflandırılan bu türlerin üçüyle tanışıklığımız 1800’lü yılların başlarına kadar gider.

Günümüzde Trypterygion tripteronotus olarak adlandırılan ve bu yazının da başkarakteri olan karabaş balığı, ilk kez Fransız doğa bilimci Risso tarafından 1810 yılında tarif edilmiş. Risso, Nice körfezinde yakalanan karabaş balıklarını inceledikten sonra, dış görünüşü horozbinaya çok benzeyen bu yeni balığı Blennius tripteronotus olarak adlandırmış.

Aradan geçen 200 yılda farklı bilimciler tarafından adı birkaç kez değiştirilen karabaş balığı en sonunda günümüzdeki ismine kavuşmuş.

***

Denizlerimizde T. tripteronotus dışında iki tür daha yaşıyor: T. delaisi ve T. melanurus. İlki Karadeniz’e kadar çıkarken, diğer ikisine daha çok Ege ve Akdeniz kıyılarımızda rastlanıyor.

Karabaşların Akdeniz’deki dördüncü türünün tanımlanışı ise adeta bir genetik dedektiflik öyküsü gibi.
Akdeniz’in dört bir yanından topladıkları T. tripteronotus türü karabaş balıklarını hem genetik hem de morfolojik yönlerden inceleyen bir grup İspanyol araştırmacı, denizin batı ve güneybatı kıyılarından topladıkları karabaşların doğuda yaşayan türdeşlerinden belirgin olarak farklı oldukları sonucuna vardılar.

Yakın zamanda T. tartessicum adı verilen bu yeni karabaşbalığı türünün yaşadığı alan, İspanya’nın güney kıyılarıyla, Fas’la Tunus arasında kalan kuzey Afrika şeridini kapsıyor.

Tam metni Scientia Marina dergisinde 2007 yılında yayımlanan bu öyküde, söz konusu tür farklılaşmasının yaklaşık üç milyon yıl önce gerçekleşmiş olabileceği yazıyor.

Küçük balığın büyük öyküsü biraz karışık olsa da okumaya değer...

***

Karabaş balıkları taşlık kıyıları mesken tutarlar. Akdenizli karabaşların derinlik rekortmeni olarak bilinen T. delaisi dışında ki onun 40 metreye kadar inebildiği bilinmektedir, diğer karabaş türlerini, derinliği 5-6 metreyi geçmeyen, süngerle, yosunla ve türlü türlü deniz yaşamıyla kaplanmış sığ taşlıklarda, gölgelikli kayaların kuytularında, mağara girişlerinde kıpırdamadan yatarken görebilirsiniz.

Öyle çok derinlere inmenize gerek yok. Çok uzaklara da gitmeniz gerekmez. Caddebostan'da, Suadiye'de, boğazın herhangi bir yerinde ya da adalarda diz boyu suda kafanızı suya sokun ve taşların altına dikkatle bakın. Yaşam ateşinin kızıl korlarını gördüğünüzde sakın dokunmaya kalkmayın. Aksi halde hızla sönükleşir ve sizden uzaklaşır...

6 Ocak 2013 Pazar

ŞİMDİ EVE DÖNME ZAMANI...


“Hadi, yeter bu kadar, çık artık daha fazla oyalanma... Uzatma misafirliğini, evine dön!..” der gibiydi sedef gibi ışıldayan gözleriyle bakarken.

Sakindi, rahatsız olmamıştı varlığımdan. Nereye gidersem peşimdeydi, rehberlik eder gibiydi karanlığın içinden çıkıp gelen, yuvalandığı kayalığın sağını solunu inceleyen bu meraklı yabancıya...

***

Kanlıca Koyu’nun ağzında derinliği anlamak için derinlik göstergeme bakmaya gerek yok! 25 metre civarına gelmiş olmalıyım...

İşte bir duvar gibi karanlıkta kaybolan kayalığın başlangıcı orada... 

Sarı siyah derili bir yılan gibi derinlere doğru uzayıp giden kablo da metal zırhından hemen hemen bu derinlikte sıyrılıyordu...

Her şey yerli yerinde. Birkaç palet daha vurduktan sonra kanalın meyili başlar. Akdeniz’in tuzuyla ıslanmama az kaldı, çok sürmez...

***

Ve karar anı: tamam mı yoksa devam mı?

Ne zaman tamam diyebildim ki? İşte yine tek tabanca derinlere doğru gidiyorum.

Ne zaman bir karar vermem gerekse hep o çağrıyı duyarım kulaklarımda. Gemicileri kandırıp yanlarına çağıran, sonra kendilerine esir eden deniz kızları gibi, derinlerden gelen bir ses de beni çağırır gel diye...

Yine kapıldım gittim o çağrıya. Pusulam var, yolum kerterizim belli: “giderken ok 180’de dönerken 0’da.” Ucu bucağı belli olmayan kablo da güven veren bir rehber...

Eğer yollarımızın ayrılması gerekirse kıvrıldığı yerden bağlarım makaramdaki ipi sağlam bedenine ve yoluma öyle devam ederim.

Derinlerin çağrısına kapıldığımı inkâr etmiyorum. Fakat derinlerin esiri olmamayı daha bu işlerde çocukken öğrendim.

Hem artık evde de bir deniz kızı var, bir de onun yavrusu...

***

Dev gibi kayalar var dipte. Neye ait olduğu belli olmayan paslı bir admiralti çapa ve sac kalıntıları karışmış aralarına.

1891’de İngiliz “Eddlethorpe” buharlısının Kanlıca önlerinde battığına ilişkin birkaç satır yazı (http://www.wrecksite.eu/wreck.aspx?144307) insanın aklını ister istemez kurcalıyor. Acaba o buharlıya mı ait bu kalıntılar? Belki de Eddlethorpe’nin davetiydi derinlerden yükselen çağrı...

Gel... Gel ve bul beni...

Bugün değil. Bugün yanımda sadece iki tane tüp var. Bu davete icabete yetmez bu donanım. Ama söz, bir dahaki sefer sıra sende. Artık eve dönmeliyim...

***

Dönüş yolunda önce kan kırmızı bir lipsoz çıktı karşıma. İstavritler ve izmaritler izledi onu. Sokulgan ve samimiydiler.

Boğazın derinlerinde Kanlıca’nın az açığında 40 küsür metre derinde balık kaynayan bir kayalık var. Araya karışmış hurdalar... Uzaklarda başlamış, fakat limanına ulaşamadan noktalanmış bir hikâyeden bugüne kalanlar... Onların arasında keyifle gezinen ben...

Bana göre yaşamak bu işte...

***

Gidişi dönüşü dahil 42 metrede kırk dakika zaman geçirdim. 6 metrede yirmi dakika beklemek ılık suda keyiflidir ama gel gelelim suyun sıcaklığı 8 derece. Kuru elbisemin altına anorak içliğimi giymiş olmama rağmen bugün sanki yetmedi bu yalıtım.

Eğer beklenen kar yağarsa haftaya su daha da soğur. Mart sonuna kadar böyle, ne yapalım, bunun da kendine göre bir güzelliği var; kıyılar ıssız, deniz de öyle. Anlayacağınız kış dalışları tam kafa dinlemelik...

Yalıların önündeki taşlara aşinayım. Aralarında asırlardır bu kıyıdan boğazı gözleyenler var. Sahipleri de kendileri gibi eski, kimbilir kaç kuşaktır buradalar?

Çıkmama on dakika kala çamurun içinde farklı bir şişe gözüme çarptı. Tombik ağzı, kalın etine karışmış kabarcıkları ile belli ki eski bir şişeydi. Suya fırlatılalı kimbilir kaç yıl geçmişti?

Çamurdan çekip çıkardım; çoğunlukla 1800’lerin sonu ile 1910 arasına tarihlendirilen “blob-top torpedo ten-pin” denilen eski soda şişesi bu dalışın küçük bir anısı oldu.

Her dalış ayrı bir hikâyeyi de beraberinde getiriyor İstanbul kıyılarında. Hiç masal bilmesem bile oğlum Derin’e anlatacak o kadar çok şey birikti ki aklımda!

Bunları ona anlatmak için sağ salim eve dönmem gerek ve şimdi eve dönme zamanı...

2 Ocak 2013 Çarşamba

HAYATA YAPIŞAN BALIK...


Çok fazla görünmez ortalıkta. Hem ürkek hem de utangaçtır. Ara sıra saklandığı yeri terkettiği de olur olmasına ama bir tehlike sezdiğinde ortadan kaybolması an meselesidir.

Kendisini o kadar sağlama alır ki saklanmakla kalmaz, sığınağına yapışır adeta.

Nereye saklanırsa saklansın korunağına yerleştikten sonra karnındaki vantuzuyla oraya sıkıca yapıştığı için ona “yapışkan” balığı denmiştir.

***
Hususi avcılığı yapılmadığından balıkçı tezgâhlarına neredeyse hiç gelmez. Ağlara tesadüfen takılır, oltaya kırk yılda bir atlar.

Aslını sorarsanız balıkçılar bile onu çok tanımazlar. Kayabalığı ile horozbina arasına yerleştirip, biraz ona biraz öbürüne benzetip geçiştirdikleri bile olur yapışkan balığını.

Oysa o ne kayabalığıdır ne de horozbina. O, kendine has yapışkan balığıdır...

***

Kalabalık gobiesocidae ailesinin üyeleri olan yapışkan balıklarının bugüne kadar tanımlanmış 120’den fazla türü var. Çoğunluğu denizde yaşayan bu türler arasında çok az tuzlu, hatta tatlı suda yaşamaya uyum sağlayan türler bulunduğu da biliniyor.

Dipte yaşayan, çoğunlukla saklanan yapışkan balıklarının iki türü, Diplecogaster bimaculata ve Lepadogaster candollei, Türk sularında en yaygın bulunanlar. Akdeniz’den Karadeniz’e kadar tüm kıyılarda taşların altına dikkatle bakarsanız, hızla kaçmadan önce onlardan birini görebilirsiniz.

***

Yapışkan balığının karnına dikkatle bakıldığında, karın yüzgeçlerinin yapışkan bir disk ya da vantuz oluşturacak şekilde değişim geçirdiği hemen göze çarpar.

Uygun olan her zemine, kâh düz kâh başaşağı kolayca tutunan, ürkütülmedikleri takdirde bulundukları yeri kolay kolay terketmeyen yapışkan balıklarının doğası hareketsizlikle özdeşleşmiş.

Geçen pazar dipte bulduğum porselen tabağı ters çevirdiğimde bunlardan biri tabağa yapışmış halde ortaya çıktı.

Fotoğrafını çekmek için uğraşırken yapıştığı yeri aniden terketti ve telaş içinde avcuma kondu. Hayatını kurtarmak için dost mu düşman mı olduğunu bilmediği bir elin merhametine teslim olmuştu.
İnsanlardan köşe bucak kaçan yapışkan balığının kısa bir süre için bile olsa güvenini kazanabilmek, denize ve deniz yaşamına saygıyla geçen yılların ödülü olmalı...