Köpekbalığı hikâyem aşağı yukarı
26 yıl önce, Bakırköy Balık Pazarı’nda gördüğüm kocaman bir bozcamgözle (
Hexanchus griseus) başladı. İstanbul
Üniversitesi Su Ürünleri Fakültesi’de öğrenmeye iştahlı bir öğrenciydim.
Derinlerden gelen ziyaretçinin haberini aldığımda ki, kuzenim bir solukta
anlatmıştı bir gün önce gördüğü dev köpekbalığını, fotoğraf makinemi kaptığım
gibi soluğu balık pazarında almıştım. Marmara’nın derin karanlığından koparılan
dev bozcamgözü görmeye benden başkaları da gelmişti. Kimi derisine dokunuyordu,
kimi uzaktan bakmakla yetiniyordu. Dişleri ölüyken bile korkutmaya yetmişti
kara insanlarını. Hazır gelmişken bir kilo da balık alalım diyen meraklı
kalabalığından fazlasıyla memnundu Balıkçınız Kenan. Evet yanlış duymadınız;
özellikle kış aylarında Gürpınar’daki dükkânında sergilediği irili ufaklı
bozcamgözlerle ve kurduğu deniz canlıları müzesiyle gündeme gelen Balıkçınız
Kenan da o tarihlerde Bakırköy’deydi.
Bozcamgözü incelerken aklımda tek
bir soru vardı: acaba bir punduna getirip bu dişlerden birini alabilir miyim?
Etraf fazlasıyla kalabalıktı ve dişleri yerlerinden sökmek zor görünüyordu. Dev
köpekbalığının birkaç kare fotoğrafını çekip doğrulmuştum ki balıkçının sesini
duydum: - Selam delikanlı, gazeteci misin? Yok... - Madem değilsin ne halt
etmeye hayvanın ağzına elini sokuyorsun o zaman?
Balıkçılık okulunda öğrenci
olduğumu bir solukta söyledim, tabi ki dişlerden almak istediğimi de. Bıyık
altından hafifçe gülümsedi, sonra kocaman palamut bıçağıyla birkaç tane dişi
kesip verdi. Çenedeki dişsiz kalan yerler çok zavallı görünmüştü gözüme.
Köpekbalığının dişleri olmadığında tüm kudretini yitirdiğini daha o gün
anlamıştım. Onun sihri de şiddeti de dişlerindeydi. Adeta alamet-i farikasıydı
sedef ışıltılı dişleri.
***
Size anlattığım bu kısa hikâye
1988’de soğuk bir Kasım günü yaşanmıştı. Akşam eve dönerken cebime
tıkıştırdığım naylon poşette köpekbalığı dişleri vardı. Hayatımda ilk kez büyük
bir köpekbalığının fotoğrafını çekmiştim. Keyifliydim; belki o gün farkına
varamamıştım ama hayatımın yönü belirlenmişti Bakırköy Balık Pazarı’nda.
Gelecek 20 küsür yılda akademisyenlikten serbest çevirmenliğe, dalgıçlıktan
metin yazarlığına kadar çeşitli işlere girip çıkacaktım. Hatta kısa sürelerle de
olsa işsiz bile kalacaktım. Ancak, bazen balıkçı tezgâhlarında bazen açık denizde
köpekbalıklarının peşindeki yolculuğum asla sona ermeyecekti. Hayatta severek
yaptığım tek işin temeli buz gibi bir Kasım sabahı atılmıştı.
Onları asla kana susamış
canavarlar olarak görmedim. Özellikle büyük köpekbalıklarıyla uğraşmanın
beraberinde getirdiği tehlikeler her zaman aklımın bir köşesindeydi.
Köpekbalıklarıyla birlikte dalarken ya da yeni avlanmış bir makoyu incelemek
için yanına çömelmişken en küçük bir dikkatsizliğimin ciddi sonuçlar, hatta üzücü
sonuçlar doğurabileceğinin farkındayım. Yırtıcı canlıların doğası onları
incelerken çok dikkatli olmayı gerektiriyor. Neyse ki hâlâ tek parçayım. Çoğu
insan benim sadece bir kelle avcısı olduğumu, çene ve diş toplamaktan başka bir
şey yapmadığımı düşünür. Bu kesinlikle doğru değil. Şüphesiz fırsat buldukça bu
kıymetli örneklerin yanı sıra genetik analizler yapmak için doku parçaları da
topluyorum köpekbalıklarından. Fakat bu kıymetli örnekler basit bir aksesuar
merakının özneleri değil. Onlar, denizlerimizde asırlardır süregelen ancak
bugüne kadar çok az kulak verilen köpekbalığı hikâyelerinin elle tutulur
kanıtları. Bugün Kabasakal Koleksiyonu’nda muhafaza edilen bu örneklerin tümü
farklı araştırmalar için mercek altına alındı ve uluslararası bilimsel
dergilerde makaleler halinde yayınlandı. Türkiye Köpekbalığı Kaynakçası’nın
oluşturulmasında her birinin önemli bir yeri olduğunu düşünüyorum.
Balıkçınız Kenan’da geçirdiğim
birkaç saat köpekbalığı bilimi ya da elasmobrankoloji
alanındaki kariyerimi başlatmakla kalmadı, aynı zamanda İhtiyoloji (Balık
Bilimi) Araştırmaları Topluluğu’nun da (İAT) fitilini ateşledi. İAT’ı Türkiye’de çok az insan
tanıyor olsa da farklı ülkelerdeki birçok köpekbalığı araştırmacısının gözünde
önemli bir kurum haline geldi zamanla.
***
Yeni bir balıkçıyla ilk kez çalışmaya
başlamanın her zaman kendine has sıkıntıları olur. Karşınızdakinin güvenini
kazanmak bu işin kilit taşıdır. Aradan geçen 26 yılda en az bir düzine balıkçı
teknesine gönül rahatlığı ile girip çıkabildiğim için şanslıyım. Aksi halde
Türk sularında yaşayan köpekbalıklarının gizemli dünyasına giremezdim. Hepsinin
bende ayrı bir hatırası var, ama içlerinden birinde gördüklerimi unutmam mümkün
değil. ‘Şekerbaba 2’ydi bu teknenin adı. Gökçeada’da Kaleköy rıhtımına bağlı
dururdu. Hacı ve Ramazan Çavuş adında iki balıkçı kardeşe aitti 17 m
uzunluğundaki ahşap trol teknesi. Onları ilk tanıdığımda çok telaşlıydılar.
Tekneyi yeni almışlardı ve donatmaya uğraşıyorlardı. Kaleköy’de eski Rum
kilisesinin hemen yanıbaşındaki çınarın altında, demli çaylarımızı yudumlarken,
onlara doktora tezimden ve köpekbalığı yakalamak zorunda olduğumdan
bahsetmiştim. 1997 yılının Nisan ayıydı.
Gökçeada’nın meşhur rüzgârlarının esmediği, güzel güneşli bir ilkbahar günü,
ada sakindi. - İnceleyecek başka şey bulamadın mı?” diye sormuştu Ramazan. -
Biz sana kasa kasa gönderelim, gelmene gerek yok...” demişti kardeşi. Evet bu
da bir çözümdü, fakat ben onları sadece laboratuvarda değil, kendi yaşama
ortamlarında incelemeyi de istemiştim. Düşünceme saygı duyup beni aralarına
kabul etmişlerdi, ama delinin teki olduğumu yıllar boyunca hep gülerek, şakayla
söylemeyi de ihmal etmedi bu kurt balıkçılar. Kuzey Ege’nin bazen hırçın, bazen
sakin sularında, yıllarca sürecek maceramız böyle başlamıştı. Beraber çok güzel
günler gördük, çok fırtınalar atlattık emektar trolün güvertesinde. Şekerbaba 2
adeta ikinci evimdi.
Eski ve yeni ustalardan çok şey
öğrendim köpekbalıkları hakkında. Orkinozların peşinden Marmara’ya akın eden
büyük beyazları (Carcharodon carcharias)
onlar sayesinde tanıdım. Gerçi orkinozun da büyük beyazın da Marmara’dan eli
eteği çekildi artık. Yaşlı kurtların sonuncusu da öldüğünde bu hikâye de sonsuza
kadar unutulacaktı. Neyse ki KANIT (Türk
Sularında Yaşayan Köpekbalıklarının
Tesbiti) Projesi kapsamında
yürütülen geçmişe dönük incelemeler ışığında, unutulmaya yüz tutmuş köpekbalığı
hikâyelerinin onlarcası kayıt altına alındı. KANIT Projesi’nin bir başka hedefi
ise, sularımızda yaşayan köpekbalığı türlerinin güncel durumunu ortaya
çıkarmaktı. İAT çatısı altında 2000 yılında başlatılan ve 2010’da ilk bölümü
biten projenin bana göre en önemli sonucu ise, köpekbalıklarımızı diğer balık
türlerinden ayrı tutarak anlatan ilk Türkçe kitabın yayınlanmış olmasıdır.
4Deniz Yayınları’ndan çıkan Türk
Sularında Köpekbalıkları okuyucusunu bekliyor.
***
Bu işe başladığımda bıyıkları
yeni yeni terleyen bir delikanlıydım. Bugün kafamda siyahtan çok beyaz saç var.
Mikroskop başında geçen uzun saatler gözlerimi bozmuş olsa da şikâyetçi
değilim. Köpekbalığı dokularındaki dünya görmeye değerdi. Domuz köpekbalığını
incelemek için derin sularda dakikalarca gezinirken hissettiğim heyecanı,
Gökçeada’da Kaşkaval Burnu açıklarında mavi köpekbalığıyla yaşadığım kapışmayı
hiçbir şeye değişmem. Müzelerin tozlu koridorlarından, kitapların sararmış
sayfalarına, derin deniz çukurlarına uzanan bir yaşam benimkisi. Kuzey Anadolu
Fayı üzerinde dipsiz bir kuyuyu andıran Tekirdağ Çukuru’nun 1000 m’yi aşan
derinliğinde çivili köpekbalığını (Echinorhinus
brucus) kaçınız izlediniz?
26 yıl zordu ama çok keyifliydi.
Umarım bir bu kadar daha devam edebilirim, hayatta severek yaptığım tek işi
yapabilmeye.