18 Haziran 2010 Cuma

MARMARA’NIN KAYBOLAN MAVİSİ – II. BÖLÜM

Siz en çok hangi balığı seversiniz bilmiyorum ama benim gözde balığım izmarittir. Masmavi şeritlerle süslü gümüş rengi sırtı karnına indikçe sarımsı beyaza çalan, gözleri altın sarısıyla sürmelenmiş izmaritin yüzgeçleri de gövdesini kaplayan mavi şenlikten payına düşeni fazlasıyla alır. İzmarit yüzgeçlerini açtığında mavi bir leke gibi süzülür derinlerde. Dipte ne zaman izmarit sürüsüne denk gelsem işi gücü bırakır ve bu mavi cümbüşü izlemeye başlarım. Akdeniz'de ya da Ege'de, denizin hâlâ mavi olduğu yerlerde bu mavi cümbüş izleyene sıradan gelebilir. Fakat, mavisini yıllar önce insanlara kurban veren Marmara'da izmaritlerin gümüş sırtlarından yansıyan çivit rengi pırıltılar, içdenizin mavi geçmişini hatırlatmak ister gibi. Marmara mavisini yitirmeden önce sanki birazını izmaritlere emanet etmiş...

Söz canlı renklerden açılmaya görsün Marmara daha baştan kaybediyor. Balçık sarısı deniz yatağı ve onu dolduran bulanık yeşil sular... İşte Marmara’nın kısa özeti. Dalgaların altını bir kere bile görmemiş olduğu halde içdeniz hakkında ahkam kesenler için Marmara, tek kelimeyle bir “bok çukuru”dur; içinde zerre canlılık barındırmayan bir boşluktur.

Uzun süredir Kartal'da gece dalışı yapmadığımı düşündüm geçenlerde. En son Burak (Demircan), Cenk (Özen) ve Polat'la (İnce) dalmıştık. Galiba Mart ayıydı. Milletin battaniye, kalorifer, katalitik soba ya da artık yanında ısı kaynağı ne varsa ona sıkı sıkı sarıldığı buz gibi bir Mart gecesi, biz dört kafadar dipte İstanbullu balıklarla ahbablık tazeliyorduk. Pullarına dahi zarar vermeye çekindiğimizden zamanla aramızda güvene dayalı bir dostluk oluştu. Fotoğraf çekerken diplerine kadar girmemden, hatta fazla kurcalamadan sağa sola çevirmemden bile rahatsız olmuyorlar artık. Neyse...

Dedim ya en son üçüncü ayda gece dalışı yapmıştık Kartal'da. Burak da aynı şeyi söyleyince eski mekânı ziyaret edip diptekilerin halini hatırını sormanın vakti geldi dedik ve 16 Haziran akşamı düştük yola. İş çıkışı buluşup dar attık kendimizi eski iskelenin yanına. Nasılsa hava ısındı diye kuru elbiseleri getirmemiştik. Zahmetsiz hazırlanmayı özlemişiz. Gece dalışı için biraz erken vakitte gittiğimizden, ki suya girdiğimizde saat 22'ye çeyrek vardı, Kartal'ın klasik biracı tayfasının patinajlı sorularına da fazlasıyla muhattab olmuştuk.

-Abijim ne iş...
-Lan oğlum bunlar hajine arıyo!
-Oraşı keşin...
-Hişş, başka hortum var mı?
-Balığa mı?

Ohh, nihayet huzur. Allah'tan bu geyik muhabetti suyun altında devam etmiyor. Bünyesinde ne varsa, o an için müsait olan her açıklıktan keyifle yeryüzüne gönderen aziz milletim neyse ki suyun altına girmeyi o kadar sevmiyor. Belki de sorun burada başlıyor; belki de zamanında dalgaların altındaki Marmara'yı görenlerin sayısı bir elin parmaklarını kat be kat geçseydi; okulda uzak coğrafyaların yanı sıra yakınımızdaki yaşamlar da gösterilseydi; rakı-balık kültürüyle birlikte kıymet bilici bir deniz kültürü de beyinlerde ve kalplerde filizlenebilseydi, dalışın öncüsü abilerimizin anlattığı "Mavi Marmara"yı ağzımızın suyu akarak dinlemek zorunda kalmazdık.

Marmara'nın mavisi artık emanet edildiği canlarda yaşıyor ve o canları korumak yine bize düşüyor.

13 Haziran 2010 Pazar

MARMARA'NIN KAYBOLAN MAVİSİ

Kırlangıç balığı mavi benekli göğüs yüzgeçlerini bir çift kanat gibi açtığı zaman, balıktan çok suya düşmüş uzun kuyruklu bir kelebeğe benzer. Bu haliyle, derin karanlıkta gizlenen renklerin güzelliği hakkında ipucu veren, özenle boyanmış bir tablo gibidir. Gövdesi ne renk olursa olsun, kırlangıç balığının göğüs yüzgeçlerinde sadece maviye yer vardır. Yüzgeçlerden yansıyan, masmavi denizin ta kendisidir.

Son birkaç yıldır hemen her dalışta birkaç tane kırlangıç balığı görebiliyorum. Bazen sığda bazen derinde karşıma çıkıyor denizin mavisi. Hemen her seferinde bu renkli gösteriyi izlemek hoşuma gidiyor. Yemyeşil Marmara'nın derinlerinde maviyi unutalı o kadar uzun zaman oldu ki, ne zaman bir kırlangıç balığı görsem, içdenizin kaybolan mavisini görmüş gibi oluyorum.

Eski balıkçılar kırlangıç balıkları için "çift gezer" derler. Vaktiyle kırlangıç balığı avlamak için dibe bırakılan zokalara balık atladığında, ya oltayı hemen çekmez ya da aynı yere ikinci bir oltayı hemen indirirmiş eski kurtlar. Böylece zokayı ilk yutan kırlangıcın eşini de çoğu zaman yakalamayı başarırlarmış. Ara sıra gördüğüm çifte kırlangıçar haricinde karşıma hep tek çıktı Marmara'nın mavi kanatları. Suadiye'de, Kartal'da, Darıca'da, kumla karışık çamur zeminin yumuşaklığına kendilerini sereserpe bırakmış bir halde keyif çatıyorlardı. Ufaklıklar çok fazla yüz göz olmadan hemen kaçıp gitseler de, uzunluğu yarım metreyi aşan kallavi kırlangıçlar, patlak patlak bakan gözleriyle hafifçe gözdağı vererek, çamur yatağın yumuşaklığında istiflerini bozmadan yatmayı sürdürürler. Cüsselerinden aldıkları cesaretle size meydan okumaları görmeye değer.

Dipteyken üç parmağı üzerinde yürüyen kırlangıç balığının hantal hareketleri de aslında bir aldatmacadır. Göğüs yüzgeçlerinin altlarında bulunan üçer tane parmak gibi uzantı, kırlangıç balığının gezinirken dibi karıştırmasını da sağlar. Böylece afiyetle yediği küçük kabukluları, deniz kurtlarını ve benzer canlıları çamurun altından çeker çıkarır. Sizden sıkıldığında bile fişek gibi kaçmaya yeltenmez. Kalın kuyruğunu kendisinden beklenmeyecek bir kıvraklıkla sağa sola sallayarak uzaklaşırken, renkli bir vedalaşma için göğüs yüzgeçlerini sonuna kadar açar. Kırlangıç balığı giderken size Marmara'nın kaybolan mavisiyle veda eder.

8 Haziran 2010 Salı

İKİ DENİZİN SULARI

Akıntının beni sürükleyip götürmesi için dipten en fazla bir metre yükselmem yeterli. Hava kabarcıkları bile doğrudan yüzeye yükselmek yerine daha eğimli bir yol izliyor. Canlı cansız dipte ne varsa hepsi söz birliği etmiş gibi güneyi gösteriyor. Eski bir tonoza takılıp kalmış kalın halat, dev bir su yılanı gibi boğazın karanlık akıntısında kayboluyor. Horozbinalar, çalı karidesleri, çağanozlar, kaya balıkları ve boğazın diğer sakinleri akıntının gücüne boyun eğmişler. Yer değiştirmek isteyen dipten çok fazla yükselmeden bunu yapmak zorunda.

Hemen her boğaz dalışında dalgaların altında kaybolmadan önce söylenen son sözler üç aşağı beş yukarı aynıdır: "Suya atlar atlamaz hemen yolun kazıklarına tutun! Yoksa ya Bebek'ten çıkarsın ya da Sarayburnu'ndan..." İyi de madem akıntı bu kadar kuvvetli, o zaman boğazda dalış yapmak niye? Şöyle dalgaların şıpır şıpır kıyıyı ıslattığı, çok fazla kıpırdanmayan, akıllı uslu derinleşen, yüzeyden bakınca dibi görünen bir yerde, mesela güneyde dalmak varken, alacakaranlık suların deli gibi aktığı gem vurulmaz boğazda dalmak düpedüz delilik değil mi?

Ben ilk dalışımı 1988 senesinde Rumeli Feneri'nde 'Roket Taşı'nda yapmıştım. Uçsuz bucaksız Karadeniz'in tüm suyunun, önce Marmara'ya sonra Ege üzerinden Akdeniz'e ulaşmak için olanca hışmıyla omuzladığı boğaz önü denizi, boğazın derinliklerinde sizi nasıl bir cadı kazanının beklediğini daha ilk metreden itibaren hissettirir. O kadar güçlü sıkıştırır, o kadar inatla sürüklemeye çalışır ki doğanın bütün hırsını sizden çıkarmaya çalıştığını düşünebilirsiniz. Akıntı, suyu bir pençeye dönüştürür. Denizin güçlü pençesi en ufak boşluğunuzu yakaladığında üzerinizden bir parçayı, maskenizi, fenerinizi ya da adamakıllı sabitlemediğiniz her neyse onu alıp götürmek için her an tetikte bekler. Bazen maskenizi alıp götürmez ama akıntıyı yandan aldığınızda kenarını öyle bir kaldırırki, daha siz ne olduğunu anlamadan maske suyla dolar, dünyanız bulanır. Bacaklarınız istediğiniz kadar güçlü, paletleriniz jet motoru gibi olsun, nafile... Ne yaparsanız yapın akıntıya karşı palet çırpmayı denemek, boşa küre çekmekten de beterdir. Bi'kulaç ilerleyemediniz gibi beş dakika geçmeden kesilir kalırsınız.

"Ee, bak kendi ağzınla da söylüyorsun işte... Madem bu kadar zor, boğaz yerine başka yerde dalsana..."

İstanbul Boğazı kimine göre dünyanın en işlek su yolu, kimine göre en ideal rakı-balık mekanı; aşıklar için dört dörtlük yürüyüş rotası; çinekopun, istavritin, izmaritin oltaya en güzel atladığı yer... Örnekleri çoğaltmak mümkün. Bana sorarsanız Boğaziçi, iki denizin, Akdeniz'le Karadeniz'in burun buruna geldikleri, karışmadan karşılaştıkları, 30 küsür kilometre boyunca birbirlerine teğet geçtikleri, hakimiyet alanlarının lodosla poyraza göre değiştiği, deniz canlılarının farklı dünyalar arasında gidip gelmelerini sağlayan, hem ekolojik hem de biyolojik önemi hakkında sayfalar dolusu yazılıp çizilmiş bir yaşam koridoru. Hal böyle olunca, iki denizin birçok canlısını Boğaziçi'nde görmek mümkün. Karadeniz canlılarını mı görmek istiyorsunuz; o zaman kristalin altına inmeden yüzey sularında gezinin... Akdeniz canlıları ile mi karşılaşmayı istersiniz? Derinlere inmeye hazır olun. İstanbul Boğazı'nda hangi denize dalarsanız dalın, akıntıyı sakın aklınızdan çıkarmayın ve dibe sıkı sıkı tutunun.

Boğaz dalışları yüzmekten çok sürünmeyi, hatta tırmanmayı gerektirir. Suya girdiğinizde kıyıda sağlamca bir yere tutunur ve son kontrolleri öyle yaparsınız. Her şey yolundaysa can yeleğindeki havayı hemen boşaltır ve suya girdiğiniz yerden çok fazla uzaklaşmadan dibe çökmeye çalışırsınız. Tüm ekip dipte buluşunca herkes yüzünü akıntıya döner. Yönü şaşırmanızsa mümkün değil; denizin yumruğuyla maske yüzünüze iyice yapışır.

Ağırlık kemerine fazladan en az 2 kilo kurşun koymak da akıntı dalışının olmazsa olmazı. Boğazda negatif sephiye şart. Aksi halde uçan balon gibi süzüle süzüle akarsınız Şirket-i Hayriye vapurunun dümen suyunda...

Hani eskilerin, yan yan yürüyen zil zurna sarhoşlar için kullandığı bir deyim vardır... Neydi? Tamam hatırladım "akıntı çağanozu..." Boğazın yamacını takip ederek derine inen bir dalgıç da aynen akıntı çağanozu gibi ilerler. Gerçi havanın lodos estiği, akıntının çooook yavaşladığı zamanlarda insan gibi palet çırpıldığı da olur, ama boğazda ekseri akıntı çağanozu gibi yan yan ve biraz da hoplaya zıplaya gidersiniz derinlere doğru.

Eski abilerimizin akıntı dalışlarının meşakkatini anlatmak için sıkça kullandıkları bir değim de "bıçak bıçak ilerlemek"tir. Gerçi ben bugüne kadar hiç denemedim ama, eski tüfek dalgıçlar kasaturayı andıran dalgıç bıçaklarını dibe saplaya saplaya akıntıya karşı ilerlemeyi denerlermiş. Bir seferinde ben de denk gelmiştim onlardan birine; iki elinde iki dalgıç bıçağı, Rumeli Hisarı'na tırmanan Kara Murat misali dipte ilerlemeye çalışıyordu abimiz. Garip bir manzaraydı.

***

Yeniköy ve Aşiyan boğazdaki favori dalış mekanlarım. Bir de kuzeyde Çakal Limanı, Büyük Liman, Poyraz Limanı ve Karantina Koyu (artık dalışa kapalı); ortalara doğru Fil Burnu, Keçilik Koyu ve Beykoz Koyu var. Aşiyan'ı ve Çakal Limanı'nı Taner'den (Aksoy) öğrenmiştim. Yeniköy ve Beykoz Koyu'nun güneyinde Burunbahçe kendi keşiflerim. Büyük Liman, Poyraz Limanı; Karantina, Keçilik ve Beykoz koylarıysa, Su Ürünleri Fakültesi'ndeki öğrencilik günlerinde uğrak yerlerimdi. Hey gidi hey, 10 yıldan fazla oldu oralara gitmeyeli...

Herbirinin kendine göre bir dalış raconu vardır. Heryerde aynı taktikle dalmanız imkânsız değil ama zordur. Aşiyan, Burunbahçe ve Yeniköy denizin hızla derinleştiği, akıntının cadı kazanı gibi aktığı birer sualtı uçurumudur. Geri kalan yerlerde dip yavaş yavaş derinleşir ama yine de tedbiri elden bırakmamak gerekir. Sığlığa kanıp da açılırsanız kanala girmeniz işten bile değil; kanaldaysa akıntı olanca gücüyle sizi bekler.

Akıntı, boğaza yaşam getirir, boğazdan yaşam götürür. Aslında boğazda akan, sular değil yaşamın ta kendisidir. Yaşam hızla akar Boğaziçi'nde. İki denizin suları ve yaşamları kuşatır derinlere giden yolcuyu.

***

Boğazda akıntı dalışıyla ilgili kısa bir film http://derintakip.blogspot.com/2009/07/istanbulda-dalmak.html adresinde...