Bir zamanlar İstiklal Caddesi’nde 318 numaralı binada Eugene
Dellasuda adında bir eczane varmış. Sahibiyle aynı adı taşırmış bu eczane.
Sipariş üzerine müstahzarlar hazırlar, şuruplar kaynatır,
mineralli sular ve hoş parfümler satarmış dükkânında eczacı Eugene...
Binbir emekle hazırladığı ürünlerini eczanesinin adını
taşıyan özel şişelere doldururmuş...
***
Derinlere gömülmüş bir başka izdi İstanbul’un geçmişinden
gelen. Bir zamanlar var olmuştu ve sonra o da unutulmuştu.
Kimbilir kimin cebinde çıkmıştı eczacı Eugene’in
dükkânından. Onu önce kıyıya getirmiş ve ardından denize atmış, belki de
düşürmüştü aynı el...
318 numaralı dükkândan çıkan şişe boğazın karanlığında
kaybolduğunda, İstanbul’un derinlerindeki saklı şehrin bir parçası olmuştu.
Ben onu bulup yeniden günışığına çıkarana kadar kimbilir kaç
yıl beklemişti derin karanlıkta...
***
Yanlış duymadınız, İstanbul’un gözden uzak derinliklerinde gizlenmiş
bir şehir var.
Yaşayanları bize benzemeyen, bizim gibi yaşamayan, hayatı
ağırdan alan, kimi buranın yerlisi olmuş kimi gelip geçen, birbirleri üzerinde
ya da bize ait olan ve derinlere fırlatıp attığımız ne varsa onların üzerine
yerleşen, suya karışmış yaşamlar saklı şehrin yaşayanları...
Benim gözden uzak dostlarım... Haftada bir kez ziyaretlerine
gitmezsem kendimi eksilmiş hissediyorum.
Deniz, kimini boğar, kimine de yaşam verir, yıllardır bana
cömertçe verdiği gibi...
***
Geçen haftasonu Rumelihisarı’nın gölgelediği sularda yatan
Lok Pharba’yı görmeye gittim. Teoman ve Ulaş da benimleydiler...
Poyrazın önüne kattığı akıntı uğraşılır gibi değildi. 51
m’de batığın gölgesini şöyle bir görebildim sanırım, fazla oyalanmadan geri
döndüm. Anlaşılan enkazın ruhu bu hafta yalnız kalmak istedi, batığa
ulaşamayalım diye elinden gelen engeli çıkardı yolumuza...
Dipte akıntı terstir boğazda, Karadeniz’e doğru akar. Eğer
yolu biliyorsanız, Fatih Sultan Mehmet köprüsünün altındaki Perili Köşk’ün
hizasına doğru dipten çok fazla çaba harcamadan gider, ardından yamacı
tırmandıktan sonra dekompresyon yaparken hisarın önüne doğru yavaşça tersine
akarsınız...
Kefal sürüleri çıkar karşınıza, bazen onlara izmaritler de
karışır. İstavritler hep çevrenizdedir...
Sahil yolunu destekleyen çelik kazıkların üzeri midyelerle
kaplıdır, onların üzerinde incecik dantelleri andıran hidroit polipleri
görürsünüz...
İnce, narin, ipeksi bir örtüdür kayaları kaplayan
Aglaophenia ve Tubularia türü hidroit poliplerin dokuduğu canlı danteller...
Masum görünüşleri aldatıcıdır saklı şehrin derinlerinde
gözle görünmeyen avlarını yakalamak için fırsat kollayan mikroyırtıcıların...
***
Sahil yolunun yamacını takip ederek güneye doğru ilerlerken,
çelik takviyeli kıyı duvarından ileriye doğru bir iskele çıkar. Hemen hemen 5 m
derinden yukarıya bakınca iskelenin üzerindeki tek katlı binanın hayal meyal
gölgesi seçilir. Midyelere yataklık eden kalın kazıkların üzerine oturtulmuş
yapı, Rumelihisarı İskele Lokantası’ndan başka bir yer değildir.
Balık iskeletlerinden küçük yığınların üzerinde yengeçler
dolaşır. Lokantada tüketilen deniz yaşamının artıkları, asıl ait oldukları
yerin, saklı şehrin sakinlerine de bir ziyafet çekerler kemiklerinde kalan son
et kırıntılarıyla...
İnsan ve deniz arasındaki bitmek bilmeyen alışverişin
izleridir şişeler ve iskeletler... Ve daha bir sürü şey...
Bu izlerin peşinden saklı şehrin derinliklerine gitmeye
tutkunum ben...
***
Haftada bir kez bile olsa dalmak, çok mutlu olduğum kendimi
bulduğum, kendim olduğum bir yere firar etmek gibi...
Evet, ben saklı şehrin, derinlerdeki İstanbul’un
firarisiyim...
Deniz her seferinde geri dönme şartıyla salıyor beni
aranıza, ailemin, sevdiklerimin yanına...