Marmara’ya karşı beslenen önyargıları yerle bir etmek çok
hoşuma gidiyor.
Yaşam umutlarının tükenmeye yüz tuttuğu bir denizin
derinliklerinde renkli mi renkli bir dünyanın görüntüleri ile
karşılaşınca
hissettiğim sevinci tarif edemem.
Yıllarca bizleri Marmara’nın öldüğüne inandırmaya
çalıştılar. İçdenizin ve onun Karadeniz’e açılan kapısı İstanbul Boğazı’nın
derinlerinde her şey güllük gülistanlık olmasa da, sanılanın aksine işler hiç
de çok kötüye gitmiyor. Öldü gitti nasılsa, gözden çıkaralım olsun bitsin
diyebileceğimiz bir durum yok en azından...
***
Marmara ve boğazları kendilerine has yaşam alanlarıdır diye her
zaman söylerim. Türk Boğazlar Sistemi
olarak adlandırılan Çanakkale ve İstanbul
boğazları ve Marmara üçlüsü dünyada eşine ender rastlanacak bir yaşam
bütünlüğüne ev sahipliği yaparlar.
Bu sulardan gelip geçenler olduğu gibi kalıp yerleşenler de
var. Bu denizler kimileri için yol üzerinde durakladıkları, daha ileriye
gitmeden önce yeni koşullara alıştıkları bir sığınak, kimilerininse hayatın
geri kalanındaki son durakları. İşte bu nedenlerden dolayı Marmara ve boğazları
daima yaşam zengini yerler olmuşlar.
Bazı şeyler eksilmiş olsa da, haklarındaki ölüm ilanını
yalancı çıkarmak istercesine bugün bile yaşam zenginidirler. Çünkü gidenlerin
yerine daima yenileri gelir, bu denizlerde birileri boşluğu hep doldurur.
***
Eskiden deniz yaşamını kara insanlarının gözleri önüne sermek
zordu. Ne
bu kadar dalgıç vardı ne de görüntüleme ve görüntüyü paylaşma
imkânları bu kadar yaygındı. Sualtı kamerasına sahip olanlar parmakla
gösterilirdi. Onların da çektikleri görüntüleri paylaşmak için yapabilecekleri
sınırlıydı. Belki kişisel sergi ya da sağda solda film ya da slayt gösterimi.
Fotoğrafları albümleştirmek, görüntüleri ülkeyle hatta dünyayla paylaşmak
hayalden öteye geçmezdi çoğu zaman. Hal böyle olunca Marmara öldü, bitti, mahvoldu
yalanına milleti inandırmak kolaydı.
Denizin dibini göremeyen milyonlar yıllarca yüzeyde
gördükleri kadarıyla
Marmara hakkında hükümlere vardılar. Onlar için Marmara’nın
ölümünü kabullenmek hiç de zor olmadı. Çünkü eskilerin anlattıkları dışında
yaşadığına hiç tanık olmamışlardı.
Şimdi öyle mi? Dalanların ve dalarken görüntüleyenlerin
sayısı arttıkça sözde merhumun dibinden gelen yaşam dolu kanıtlar da çoğaldı,
çoğalmayı da sürdürüyor. Şişedeki cin çıktı bir kere...
***
Marmara’nın çoktan öldüğü yalanına artık bir son vermek
gerek. Geçmişte anlatılan zengin deniz yaşamı;
orkinozlar, büyük beyazlar,
foklar, kıyılara vuran palamut, uskumru, lüfer sürüleri, boğazın ortasında
yakalanan kılıçbalıkları ve de yüz yıl önceki Marmara’ya ait olan ne varsa
onları geri getirmekten henüz çok uzaktayız. Üstelik buna kalkışırsak çok uzun soluklu
ve zahmetli bir işe kalkışmamız gerektiği de ortada.
Ne yazık ki insanın yüreğindeki karanlık bu çabayı engelliyor.
Denizi -Marmara’yı ve boğazlarını- karadaki hayatın bir devamı olarak
göremediğimiz için, Beyoğlu’ndan, Çamlıca’dan, Sarıyer sırtlarından, Ümraniye’den
geçen sokakların ama uzun ama kısa bir yolun sonunda denize ulaştıklarını
anlayamadığımız için, denizi ve yaşayanlarını korumak için sarfedilen cılız
çabalar kollektif bir bilince dönüşemiyor.
Belki eski yaşam zenginliğini geri getiremeyiz ama bugünden
başlayarak sarfedeceğimiz çaba elimizde
kalanları kurtaracak, geleceğe yaşayan
bir Marmara, yaşayan bir boğaz bırakmamızı sağlayacak.
Emin olun Marmara’nın dibinde bu denizin hâlâ direndiğini
fısıldayan ve gelecek umutları besleyen yaşamlar var!
Gözünü açanlar için Marmara’nın dibinde umuttan fazlası
var...