Rumeli Feneri’ndeki dalıştan birkaç hafta sonra dalgıç Adnan’la bir sabah yine fakültenin kapısında karşılaştık. Ya kasım sonuydu ya da aralık başı... O vakitler daha bir dalış defterim olmadığı için, ilk nargile denemelerimin takvimi ne yazık ki sadece aylardan ve yıllardan oluşmakta. Günler ve saatler derinlerde kayboldu gitti. Allah’tan fotoğraf çekmeyi akıl etmişim; aksi takdirde o büyülü günlerden geride elle tutulur hiçbir anı kalmayabilirmiş.
Havanın soğuğu buzla yarış etse de, kıvırcık saçlı, tombiş deniz kurdunda yine yaka bağır açıktı. Bırakın kuru elbiseyi, deliksiz ve kalın bir dalış elbisesiyle dalmanın bile lüks olduğu yıllarda Adnan ve ekibi, insanı donduran kış denizinin dibinde ekmek peşine düşmekteydiler. İster inanın istemezseniz inanmayın ama 80’lerde malzeme sahibi olmak hiç kolay değildi. Bu nedenle Kenan Şeker’in Rumeli Feneri’nden ayrılıp Beykoz koyuna gelmesi, illede dalış diye yanıp tutuşan benim için bulunmaz bir nimetti.
Fenerdeki çekek yerinden niye ayrıldılar, Beykoz’a gelmelerinin sebebi neydi? Kantinde çay içerken birkaç kez sorsam da Adnan pek oralı olmadı, ben de bir daha üstelemedim. Adam sen de, bana ne... Laf lafı açtıkça birkaç arkadaşım daha ortak oldu sohbete. Söz döndü dolaştı ve yine aynı yere geldi: “abi bizde dalmak istiyoruz...” Öğlen yemeğini boş vermemize, gerekirse aradan sonraki ilk dersi de kırmamıza mal olan koyda nargile keyfi faslımız, aşağı yukarı işte böyle başladı.
Kenan Şeker’i Beykoz Belediyesi’nin önündeki eski su iskelesine bağlamışlardı. Beton kaplaması çoktan tarih olmuş iskelenin çelik yapısı sağlam görünüyordu. Bir elimde çanta, diğerinde ağırlık kemeriyle kaygan kirişlerin üzerinde on metre kadar yürüdükten sonra güverteye adım atmak bir nevi sınav gibiydi. İskeleyi geçebilen dalmaya hak kazanır... Suya düşmeden, kafamı kırmadan tekneye girince, her seferinde derin bir oh çektiğimi daha dün gibi hatırlarım.
Emektar nargile teknesinin koyda kaldığı 3 hafta boyunca hemen her gün dalış yaptık. Bulduğumuz her fırsatta kapağı tekneye atıyorduk, ama güvertede geçirdiğimiz zaman dipte geçirdiğimizden her zaman daha azdı. Acele etmeye gerek yoktu; malzeme de boldu, hava da... Artık dalgıçta bizdik, hortumcu da... Sakın yanlış anlaşılmasın; bizimki öyle milletin parasını son kuruşuna kadar hortumlamak maksatlı hortumculuk değildi! Tekneden uzaklaşan dalgıcın arkasından hortumu yavaş yavaş bırakmak, gevşediğinde hortumun boşunu almaktı hortumcunun görevi. Yemyeşil suda siyah bir çizgi gibi uzayıp giden lastik hortum, dipteki adamı yaşama bağlardı. O siyah çizginin ucunda bir yaşam vardı. Dikkatli olmak, hortumu koparttırmamak zorundaydınız. Kolayca açılması ve karışmadan toplanabilmesi için hortum güverteye “8” şeklinde istiflenmeliydi. Sonra hortum işaretleri vardı. Bir çekiş, iki çekiş, üç çekiş... Hepsi bir mesaj taşırdı yüzeyle dip arasında. Nargilecinin dili kısa ama anlaşılır olmalıydı. Sabah dalan, öğleden sonra hortumcu olurdu; düzen böyleydi. Yüzeyi köpürten hava kabarcıklarını pür dikkat izlerdik dalış sıramızı beklerken. Herkes birbirinin yaşamından sorumluydu.
Bizim sınıftaki çoğu arkadaş, Kenan Şeker’deki nargileyi hiç yoksa bir kere tecrübe etmiştir. Ayhan, Aziz, Mehmet, Murat ve Recep en net hatırladıklarım. Ben dahil bu altı kişi hemen her dalışa katılmış, Beykoz koyunun kokusu ve lezzeti sürekli değişen suyunu tatmak fırsatı bulmuş bir ekiptir. Bildiğim kadarıyla, benim haricimde içlerinden sadece Recep daha sonra da dalışa devam etti; ancak, duyduğuma göre Silifke’de vurgun yedikten sonra kafasını bile suya sokmuyormuş artık. Hey gidi Kenan Şeker hey... Kimbilir kaç kişi dalgaların altındaki dünyaya ilk kez senin güvertenden adım attı? Daracık kamarada saatlerce bitmek bilmeyen bol çaylı, bol kahkahalı sohbetlerimizin tadı hâlâ damağımda. Gün oldu iddiaya tutuştuk, gün oldu Cousteau’dan konuştuk, gün oldu memleket kurtardık sürekli rutubet kokan kamarada...
Aşağı yukarı bir yıl sonra Adnan’ı başka bir teknede gördüm. Yine dalış amiriydi. Yeni tekneyi de eski su iskelesine bağlamışlardı. Ekip birkaç fire vermişti ama asıl önemlisi eski ruhundan bir şeyler yitirmişti sanki. Hatırladığım lezzet yoktu sohbette. Durgundular, bezgindiler. Çoğu dalgıçlığa devam edip etmemeyi bile konuşuyordu ciddi ciddi. Sevmemiştim bu tekneyi. Yabancı bir güvertede dikilirken dalmayı bile istemedim o gün. “Kenan Şeker’e ne oldu?” diye sorduğumda, dalgıç İsmail üzgün bir ifadeyle yanıtladı sorumu. Kıyıköy’de kayalara vura vura parçalanmıştı çıraklık günlerimin geçtiği emektar; fırtınaya yenik düşmüştü bir kış vakti. Alelacele iki takım malzeme bulup dalmışlar, kurtarabildiklerini kurtarmak için çabalamışlardı, ama nafile. “Senin verdiğin fotoğraflar da gitti” demişti Adnan. Yeniden tabettirdiğim fotoğraflarla iki gün sonra tekneye gittiğimde, onlar çoktan Kıyıköy’ün yolunu tutumuşlardı deniz salyangozu toplamak için. Bu onları son görüşümdü. Ne kadar şikâyet ederlerse etsinler yine de yola çıkmışlardı. Tıpkı yeni bir yaşama alışmak gibi yeni teknelerine alışmak, sessiz derinliklerde kısmetlerini aramak zorundaydılar.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder