Aramazsan bulamazsın ya da bulmak için aramalısın...
Dalışla geçen 25 sene boyunca dipte hep birşeyler arayıp durdum. Bazen
deniz kabuklarıydı aradıklarım, bazen kara mercanlardı...
Gün oldu bozcamgözün, domuz köpekbalığının peşine düştüm
Marmara’nın karanlık yamaçlarında. Boğazın
orta yerinde batık aradığım da oldu, herhangi bir hedef koymadan sadece o gün karşıma ne çıkarsa diye
tesadüflere güvendiğim de...
Bugüne kadar derin karanlıkta aradıklarımı çoğunlukla
buldum. Her dalış küçük bir keşif oldu ve unutulmaz anılar bıraktı arkasında.
İnsan aynı denizin -İstanbul Boğazı ve Marmara’nın-
diplerinde çeyrek asır geçirince, sadece kıyısına bakarak bile denizin dibinde
ne bulabileceğini aşağı yukarı tahmin edebiliyor. Denizi hem üstten hem de
alttan okumaya başlayınca, şehrin derinlere karışıp gitmiş, çoktan unutulmuş
hikâyelerini de birer ikişer su yüzüne çıkarmaya başlıyorsunuz.
Baştan beri yaptığım bu: aramak ve bulmak...
***
Son zamanlarda derinlerde eski şişeler aradığımdan daha önce
de defalarca bahsetmiştim (bkz. mesela Hastalıktır şişe dalışı, Sabahın bereketi, Ver ordan bi Fahrettin Kerim). Eski camların peşindeki arayış başlayalı dört yıldan
fazla oldu. Önceleri sadece Ahırkapı’da arardım onları. Ancak bir süredir
Paşabahçe Koyu’nu didiklemeye başladım. Ne de olsa memleketin cam endüstrisi
birkaç asır önce bu koyun çevresinde gelişmeye başlamış.
Dibe üstünkörü bakarsanız geçmişin emeğine dair en
ufak bir izle bile karşılaşmazsınız. Üstünden defalarca geçer ama eski şişe
yığınlarının farkına bile varmazsınız. Çünkü deniz onları sahiplenir, örter,
saklar...
Ahırkapı şişe avcılığını, eskiyi yeniden ayırma sanatını
öğrendiğim, gözümü keskinleştirdiğim yer oldu. Orda öğrendiklerim sayesinde
Paşabahçe Koyu’nun bulanık derinliklerinde aradığımı elimle koymuş gibi
buluyorum.
***
Bu sabah yeri bende saklı şişe cennetime dalmak için sabah 7
buçukta yine Beykoz’daydım. İstavrit akını başladığından çekek yerindeki
kayıkların hemen hepsi denize açılmıştı. Boş iskelelerden birinden atladım
suya. Önce 30 metreye kadar gittim. Yol boyunca yeşil tül yosunları her
yerdeydi. Ağların gözünü kapatan bu yosunlar yüzünden bu aralar doğru düzgün
balık çıkmaz haberiniz olsun. Görünmeyen ağı görünür kılar yapışkan ve cıvık
yosunlar...
Derindeki sonsuz gecede biraz gezindikten sonra şişe depoma
doğru
yola koyuldum. Dipte ilk defa bu kadar tekir ağıyla karşılaştım. Misinadan örme sade ağlar suda, hele de Beykoz’un bulanık sularında çok zor farkedilir. Birkaç kez üstlerinden atlayarak sevgili şişelerime kavuştum en sonunda.
yola koyuldum. Dipte ilk defa bu kadar tekir ağıyla karşılaştım. Misinadan örme sade ağlar suda, hele de Beykoz’un bulanık sularında çok zor farkedilir. Birkaç kez üstlerinden atlayarak sevgili şişelerime kavuştum en sonunda.
Şişe dalışı züccaciye dükkânında gezinmek gibi. Bakalım
bugün nasıl mallar var kısmetimde?
Başlangıcı İnhisarlar likör şişesiyle yaptım. 20 metre
derinde yarı yarıya kuma gömülmüş olsa da kalın camın içindeki kabarcıklar ve
kalıp izleriyle “ben diğerlerinden eskiyim” diye bağırıyordu adeta.
Birkaç ay önce bulduğum kabartmalı ve Türkçe / Fransızca
markalı Kızılay maden suyu şişesinden bir tane
daha bulunca iyice keyiflendim.
“Biricik” marka ilaç şişelerinin yanı sıra birkaç tane de markasız ilaç
şişesiyle torbam iyice doldu bu sabah...
Şimdi aklımda birkaç yer daha var yakın çevrede. Boğazın
diğer bölgelerini saymıyorum bile. Önce koy bitsin, yıllar geçtikçe diğer
yerlere de bakarım.
Acelem yok. Ararsam bulurum nasıl olsa...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder