19 Mayıs 2013 Pazar

ACELEM YOK...


Aramazsan bulamazsın ya da bulmak için aramalısın...

Dalışla geçen 25 sene boyunca dipte hep birşeyler arayıp durdum. Bazen deniz kabuklarıydı aradıklarım, bazen kara mercanlardı...

Gün oldu bozcamgözün, domuz köpekbalığının peşine düştüm Marmara’nın karanlık yamaçlarında. Boğazın
orta yerinde batık aradığım da oldu, herhangi bir hedef koymadan sadece o gün karşıma ne çıkarsa diye tesadüflere güvendiğim de...

Bugüne kadar derin karanlıkta aradıklarımı çoğunlukla buldum. Her dalış küçük bir keşif oldu ve unutulmaz anılar bıraktı arkasında.

İnsan aynı denizin -İstanbul Boğazı ve Marmara’nın- diplerinde çeyrek asır geçirince, sadece kıyısına bakarak bile denizin dibinde ne bulabileceğini aşağı yukarı tahmin edebiliyor. Denizi hem üstten hem de alttan okumaya başlayınca, şehrin derinlere karışıp gitmiş, çoktan unutulmuş hikâyelerini de birer ikişer su yüzüne çıkarmaya başlıyorsunuz.

Baştan beri yaptığım bu: aramak ve bulmak...

***

Son zamanlarda derinlerde eski şişeler aradığımdan daha önce de defalarca bahsetmiştim (bkz. mesela Hastalıktır şişe dalışı, Sabahın bereketi, Ver ordan bi Fahrettin Kerim). Eski camların peşindeki arayış başlayalı dört yıldan fazla oldu. Önceleri sadece Ahırkapı’da arardım onları. Ancak bir süredir Paşabahçe Koyu’nu didiklemeye başladım. Ne de olsa memleketin cam endüstrisi birkaç asır önce bu koyun çevresinde gelişmeye başlamış.

Dibe üstünkörü bakarsanız geçmişin emeğine dair en ufak bir izle bile karşılaşmazsınız. Üstünden defalarca geçer ama eski şişe yığınlarının farkına bile varmazsınız. Çünkü deniz onları sahiplenir, örter, saklar...

Ahırkapı şişe avcılığını, eskiyi yeniden ayırma sanatını öğrendiğim, gözümü keskinleştirdiğim yer oldu. Orda öğrendiklerim sayesinde Paşabahçe Koyu’nun bulanık derinliklerinde aradığımı elimle koymuş gibi buluyorum.

***

Bu sabah yeri bende saklı şişe cennetime dalmak için sabah 7 buçukta yine Beykoz’daydım. İstavrit akını başladığından çekek yerindeki kayıkların hemen hepsi denize açılmıştı. Boş iskelelerden birinden atladım suya. Önce 30 metreye kadar gittim. Yol boyunca yeşil tül yosunları her yerdeydi. Ağların gözünü kapatan bu yosunlar yüzünden bu aralar doğru düzgün balık çıkmaz haberiniz olsun. Görünmeyen ağı görünür kılar yapışkan ve cıvık yosunlar...

Derindeki sonsuz gecede biraz gezindikten sonra şişe depoma doğru
yola koyuldum. Dipte ilk defa bu kadar tekir ağıyla karşılaştım. Misinadan örme sade ağlar suda, hele de Beykoz’un bulanık sularında çok zor farkedilir. Birkaç kez üstlerinden atlayarak sevgili şişelerime kavuştum en sonunda.

Şişe dalışı züccaciye dükkânında gezinmek gibi. Bakalım bugün nasıl mallar var kısmetimde?

Başlangıcı İnhisarlar likör şişesiyle yaptım. 20 metre derinde yarı yarıya kuma gömülmüş olsa da kalın camın içindeki kabarcıklar ve kalıp izleriyle “ben diğerlerinden eskiyim” diye bağırıyordu adeta.

Birkaç ay önce bulduğum kabartmalı ve Türkçe / Fransızca markalı Kızılay maden suyu şişesinden bir tane
daha bulunca iyice keyiflendim. “Biricik” marka ilaç şişelerinin yanı sıra birkaç tane de markasız ilaç şişesiyle torbam iyice doldu bu sabah...

Şimdi aklımda birkaç yer daha var yakın çevrede. Boğazın diğer bölgelerini saymıyorum bile. Önce koy bitsin, yıllar geçtikçe diğer yerlere de bakarım.

Acelem yok. Ararsam bulurum nasıl olsa...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder