“Hadi, yeter bu kadar, çık artık daha fazla oyalanma...
Uzatma misafirliğini, evine dön!..” der gibiydi sedef gibi ışıldayan gözleriyle
bakarken.
Sakindi, rahatsız olmamıştı varlığımdan. Nereye gidersem
peşimdeydi, rehberlik eder gibiydi karanlığın içinden çıkıp gelen, yuvalandığı
kayalığın sağını solunu inceleyen bu meraklı yabancıya...
***
Kanlıca Koyu’nun ağzında derinliği anlamak için derinlik göstergeme
bakmaya gerek yok! 25 metre civarına gelmiş olmalıyım...
İşte bir duvar gibi karanlıkta kaybolan kayalığın başlangıcı
orada...
Sarı siyah derili bir yılan gibi derinlere doğru uzayıp
giden kablo da metal zırhından hemen hemen bu derinlikte sıyrılıyordu...
Her şey yerli yerinde. Birkaç palet daha vurduktan sonra
kanalın meyili başlar. Akdeniz’in tuzuyla ıslanmama az kaldı, çok sürmez...
***
Ve karar anı:
tamam mı yoksa devam mı?
Ne zaman tamam diyebildim ki? İşte yine tek tabanca
derinlere doğru gidiyorum.
Ne zaman bir karar vermem gerekse hep o çağrıyı duyarım
kulaklarımda. Gemicileri kandırıp yanlarına çağıran, sonra kendilerine esir
eden deniz kızları gibi, derinlerden gelen bir ses de beni çağırır gel diye...
Yine kapıldım gittim o çağrıya. Pusulam var, yolum
kerterizim belli: “giderken ok 180’de dönerken 0’da.” Ucu bucağı belli olmayan
kablo da güven veren bir rehber...
Eğer yollarımızın ayrılması gerekirse kıvrıldığı yerden
bağlarım makaramdaki ipi sağlam bedenine ve yoluma öyle devam ederim.
Derinlerin çağrısına kapıldığımı inkâr
etmiyorum. Fakat derinlerin esiri olmamayı daha bu işlerde çocukken öğrendim.
Hem artık evde de bir deniz kızı var, bir de onun yavrusu...
***
Dev gibi kayalar var dipte. Neye ait olduğu belli olmayan
paslı bir admiralti çapa ve sac kalıntıları karışmış aralarına.
1891’de İngiliz “Eddlethorpe” buharlısının Kanlıca önlerinde
battığına ilişkin birkaç satır yazı (http://www.wrecksite.eu/wreck.aspx?144307)
insanın aklını ister istemez kurcalıyor. Acaba o buharlıya mı ait bu
kalıntılar? Belki de Eddlethorpe’nin davetiydi derinlerden yükselen çağrı...
Gel... Gel ve bul beni...
Bugün değil. Bugün yanımda sadece iki tane tüp var. Bu
davete icabete yetmez bu donanım. Ama söz, bir dahaki sefer sıra sende. Artık
eve dönmeliyim...
***
Dönüş yolunda önce kan kırmızı bir lipsoz çıktı karşıma.
İstavritler ve izmaritler izledi onu. Sokulgan ve samimiydiler.
Boğazın derinlerinde Kanlıca’nın az açığında 40 küsür metre
derinde balık kaynayan bir kayalık var. Araya karışmış hurdalar... Uzaklarda
başlamış, fakat limanına ulaşamadan noktalanmış bir hikâyeden bugüne
kalanlar... Onların arasında keyifle gezinen ben...
Bana göre yaşamak bu işte...
***
Gidişi dönüşü dahil 42 metrede kırk dakika zaman geçirdim. 6
metrede yirmi dakika beklemek ılık suda keyiflidir ama gel gelelim suyun
sıcaklığı 8 derece. Kuru elbisemin altına anorak içliğimi giymiş olmama rağmen
bugün sanki yetmedi bu yalıtım.
Eğer beklenen kar yağarsa haftaya su daha da soğur. Mart
sonuna kadar böyle, ne yapalım, bunun da kendine göre bir güzelliği var;
kıyılar ıssız, deniz de öyle. Anlayacağınız kış dalışları tam kafa
dinlemelik...
Yalıların önündeki taşlara aşinayım. Aralarında asırlardır
bu kıyıdan boğazı gözleyenler var. Sahipleri de kendileri gibi eski, kimbilir
kaç kuşaktır buradalar?
Çıkmama on dakika kala çamurun içinde farklı bir şişe gözüme
çarptı. Tombik ağzı, kalın etine karışmış kabarcıkları ile belli ki eski bir
şişeydi. Suya fırlatılalı kimbilir kaç yıl geçmişti?
Çamurdan çekip çıkardım; çoğunlukla 1800’lerin sonu ile 1910
arasına tarihlendirilen “blob-top torpedo ten-pin” denilen eski soda şişesi bu
dalışın küçük bir anısı oldu.
Her dalış ayrı bir hikâyeyi de beraberinde getiriyor
İstanbul kıyılarında. Hiç masal bilmesem bile oğlum Derin’e anlatacak o kadar
çok şey birikti ki aklımda!
Bunları ona anlatmak için sağ salim eve dönmem gerek ve
şimdi eve dönme zamanı...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder