Su Ürünleri Fakültesi’nde öğrenciyken, dört sene boyunca
haftasonları hariç her gün önünden geçtiğim, her zaman buram buram anason kokan
Beykoz Rakı Fabrikası’nın önü dalış için çok cazip bir yer gibi görünmeyebilir.
Bazıları Cumhuriyet’ten bile eski olan binalarda neredeyse
bir asırdır alkollü ürünlerin üretilip şişelenmiş olması, eski şişe toplama
meraklısı bendenizin ağzını sulandırmaya yeterliydi.
Deniz suyunda yıllanmış eski şişeler...
Deniz suyuyla yunmuş yıkanmış, zamanla denizin hediye ettiği
renklerle kaplanmış ve en sonunda denizin malı olmuş eski şişelere epeydir fena
sardım.
***
Yine sabah erkenden düştük yola. Malzeme günler öncesinden
hazırdı zaten. Yeni kuru elbisemin hevesiyle ıslak elbiseyi bu sene biraz erken
dolaba kaldırdım. Su hâlâ ılık, ince içlik bile terletiyor...
Paşabahçe vapur iskelesine giden çıkmazın sonundaki otoparka
yerleştiğimizde saat 7 buçuktu. Mekânın sahibi gelir umuduyla kahvaltıyı biraz
ağırdan alırken dalış planımızı da gözden geçiriyorduk.
Gerçi haritaya göre 20 m derinlik hattı kıyıdan oldukça
açıkta başlıyordu, ama 20 yıl önce buranın biraz ilerisinde yine dalış
sırasında başıma gelenler, Paşabahçe Koyu’nun dirsek yaptığı mevkiideki
akıntıya sırtımı dönmemem gerektiğini usulca hatırlatıyordu.
Boşuna dememişler bir musibet bin nasihatten iyidir diye...
Dipten çok uzaklaşmadan, akıntıyı kollayarak her kulaçta pür
dikkat! Boğazda başka türlü dalmayı unutun...
***
Çekek yerinde gözümüze kestirdiğimiz pek sağlam görünmeyen
bir iskelenin ucunda son hazırlıklarımızı yapıyoruz. Hayret, bu sefer soru
yağmuruna tutanlar yok ortada. Kayıklarıyla uğraşan birkaç balıkçının yüzünde
her zamanki ifade: “Ulan bunlar bizim balıkları mı avlamaya geldiler yoksa?”
Ortalığı kaplayan çöplerin nispeten seyreldiği bir boşluğa
doğru bir adım atıyorum ve işte yine sudayım, her pazar olduğu gibi...
Yüzey’den biraz ilerliyoruz Ulaş’la. Vapur iskelesinin ucuna
gelince fabrika cepheden karşımızda. Pusulamı eski yapının rıhtımına göre
ayarlandıktan sonra dalıyoruz...
***
Su derin gibi görünse de 8 m’de dibe ulaşıyoruz. Biraz
balçığımsı ince kum örtüsü boğazın hemen her yerinde deniz tabanının ortak
giysisi.
İlginçtir dipten kalkan kum bulutu çok geçmeden yere
çöktüğünden görüşü pek engellemiyor. Biraz daha ilerleyince kumun yerini
Bittium türü deniz minarelerinin oluşturduğu kalabalık birikintiler alıyor.
Boyu 1 santimi geçmeyen minicik deniz minarelerinin
milyonlarcasının yarattığı kalın örtü kumun yerini alınca ortaya ilginç bir
manzara çıkmış...
***
Önce kumluk, ardından deniz minareleri derken, yıllarca
alkol üretmiş olan fabrikanın başlıca artıkları dibi kaplamaya başladı.
Fabrikanın yakınında deniz tabanını örten kararmış üzüm
çekirdekleri, deniz ekolojisi kitaplarında bugüne kadar okuduğum dip
katmanlarına hiç benzemiyor.
Bir zamanlar alkol ya da sirke saklamak için
kullanıldıklarını düşündüğüm kırık küpler... Pres parçaları, paslanmış
elekler... Eski ve yeni şarap şişeleri, kanyak şişeleri, rakı şişeleri... Bir
yığın ıvır zıvır...
Tekel’in boğaz kıyısında uzun yıllar devam ettirdiği
endüstriyel alkol üretiminin denize gömülmüş izleri, adeta özeti...
Dalışın başından sonuna kadar sanki sualtında kalmış bir
Tekel sergisini geziyor gibiydim.
***
Cumhuriyet’in ilk fabrikalarının çevresinde yükseldikleri
Paşabahçe Koyu, boğazın en verimli balıkçılık alanlarından biriydi zamanında.
Asırlarca önemli bir avlak ve dalyan alanı olarak kullanılan koy, bir zamanlar
tüm koy zeminini kaplayan ancak günümüzde iyice küçülen deniz çayırlıkları
sayesinde boğaz balıklarının yuvalanmaları ve üremeleri açısından önemli bir
yerdi.
Deniz minareleriyle örtülmüş şişeleri karıştırırken bulduğum
delikli oval bir taş, eski usulleri bilmeyenlere doğanın bir mucizesi gibi
gelebilir. Eskilerin çatlatmamak için itinayla deldikleri oval taşa “voli taşı”
denir. Bir zamanların kurt balıkçıları önce balık sürüsünü ağ ile kuşatır,
ardından iple bağladıkları voli taşlarını denize atıp çekerek balıkları ürkütür
ve ağa doğru sürerlermiş.
İpi kopmuş ve dipte kalmış voli taşı, insanlara hizmet
ederek geçen yıllardan sonra derinlerdeki huzurlu istirahati hakediyor...
***
Eski camlar, eski taşlar... Dipte eskiyi anlatan o kadar çok
sessiz tanık var ki!..
Üzüm çekirdekleri arasında bulduğum bir şişe, artık
üretilmeyen, 50’li yıllar öncesinden “İnhisarlar” marka rakıya aitti. Eve
getirdiğim eski şişeyi karım Özgür o kadar sevdi ki, iyice temizledikten sonra
içine zeytinyağı koymayı düşünüyor.
***
İstanbul’un altını üstüne getirmeyi sürdürdükçe daha nelerle
karşılaşacağız bakalım?
Tekel’in özelleştirilmesiyle 2000 yılında üretime son
verilen fabrikada yıkım çalışmaları hummalı bir şekilde sürüyor. Çok yakında
binaların yerini çok büyük bir boşluk alacak.
Beykoz Rakı Fabrikası buldozerlerin dişleri arasında yavaş
yavaş yok olurken, bundan böyle onun varlığına ait son izleri görebilmenin tek
yolu boğazın derinlerinden geçiyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder