Elbisem mi su aldı, yoksa terim mi yoğuştu? Kuru elbise
giydiğim dalışların hemen hepsinde bu soru kafamı kurcalar durur.
Belkoz Dalyanı’ndan Selvi Burnu’nun az berisinde Hünkâr
Köşkü’ne doğru derinden giderken de yine aynı soru takıldı kafama.
Su mu, ter mi? Adam sende, neyse ne...
Tahmin ettiğim şey olduysa muhtemelen kıyıda oldu.
Balıkçının biri sabah sabah sevinç çığlıkları attı beni görünce:
-Seni Allah mı gönderdi be? Şu halatı az ötedeki tonoza
bağlasana hayrına... Çok derinde değil, taş çatlasın iki bilemedin üç kulaç...”
Kıramadım sonradan adaşım olduğunu öğrendiğim güleryüzlü
balıkçıyı. Bir an evvel yoluma gitmek için elbisenin boşaltma valfini sonuna
kadar açıp çapari kurşunu gibi indim halkalı taşın (yani tonozun) yanına. Bir
sızıntı olduysa herhalde bu sırada olmuştur. Ne yapalım, sağlık olsun...
***
Şöyle bir yokladım kendimi, vıcık vıcık bir durum yok. Sol
kolumdaki serinlik tahammül edilemeyecek gibi değil. Galiba boşuna
huylanmışım...
Kalın halatı tonoza geçirdikten sonra ucuna elincesini
bağladım. Sonra balıkçıyla anlaştığımız gibi üç kere çektim işin bittiğini
anlasın diye. Kafamı yukarı kaldırınca küpeşteden sarkan adaşımın ipi hızlı
hızlı çektiğini gördüm. Benden bu kadar, hadi eyvallah...
***
Beykoz, boğaz boyunca sıralanmış eski balıkçı köylerinden
biri. Gerçi köylükle ilgisi kalmadı ya artık, boğaz kıyısı boyunca dizilen
diğer yerleşimler gibi...
Beykoz’un balıkçılığının iki alameti vardır; biri kalkan
balığı diğeri de dalyan...
Artık çok fazla kalkan çıkmaz oldu buralarda. Dalyansa her
bahar suların ısınmasıyla beraber hâlâ kuruluyor. Bir zamanlar iri kıyım
orkinosların kapana kısıldığı Beykoz Dalyanı yıllardır boğazın devlerine hasret.
Geçmişte dalyancılarla devlerin kıyasıya kapışmalarına sahne
olan dalyanın çevresinde, hayal meyal hatırlanan savaşlardan geriye bir iz
kalmış mıdır acaba?
Bu sabah derinlere giden yolum dalyanın nerdeyse tam
ortasından geçiyor. Kapana kıstırılmış kadim devlerden kalan bir iz varsa
rastlarım belki...
***
Su çok soğuk, 7 derece. Cam yeşili duru boğaz suyu yüzümün
açıkta kalan yerlerini bıçak gibi kesiyor. Bu suya kuru elbisesiz dalmayı hayal
bile edemiyorum. Yarı kuru falan hikâye. Balıklar bile kanalın nispeten ılık
sularına çekilmişler bu sabah. Kayabalığı bile yok ortalıkta...
***
Sağa sola dağılmış çeşit çeşit şişe var yolumun üzerinde.
Rakı şişeleri, şarap şişeleri, deniz kenarı muhabbetlerin
ortağı, sırdaşı, arkadaşı “Efes” şişeleri...
Şampanya şişeleri kimbilir hangi kutlamanın ardından denizin
dibini boyladılar? Tepesi kırık asırlık konyak şişesi keşke sağlam olsaydı.
Kalın koyu yeşil camı vitrinde güzel dururdu. Yine de elim boş kalmadı bu
sabah. Beykoz’un eski cam ocaklarından çıkma elişi soda şişesi kuru elbisemin
cebine çoktan girdi bile...
Deniz tabanı kıyıdaki zevk-ü sefanın, doymak bilmeyen yeme
içme alemlerinin izleriyle dolu. Yiyip içip boşunu denize atmışız...
***
Birbirine geçen ağ odalardan yapılma bir tuzaktır dalyan.
Eskiden bu tuzağa düşen orkinozlar çaresizce çıkış yolunu ararken bazen bir
tarafa o kadar yüklenirlermiş ki dalyanın ağ duvarı zorlamaya dayanamaz patlayıverirmiş!
Dalyanın kurulduğu kumluktaki ağ yığını acaba o muhteşem
firarların kalıntısı mı?
Etrafta o kadar çok ıvır zıvır var ki! Tırnakları kırılmış,
ipleri kopmuş çapalar... Bazıları bomboş kumluktaki tek tük kayalara öyle
usturuplu takılmışlar ki insana “kör şeytan” dedirtir.
Ee deniz hali bu, görmediğin derinliklerde kısmetine ne
çıkar, Allah bilir. İnsan bazen denizden alır, bazen de vermek zorundadır...
***
Çok derine inmedim bu sabah. Dönmeye başladığımda 23
metredeydim. Bizim şebekenin elemanları son bir aydır ya hasta ya da ev bark
telaşında. Biraz daha gitsem beş dakikayı bulmaz 50 metrede olurdum ya, onlar
yokken derine inmenin de tadı yok...
Dönüş yolunda dalyanın çapa azmanı demirlerinden birine
rastladım. En az iki adam boyunda dibe saplanmış bir pençeydi sanki! Zamanında
devleri zaptetmiş dalyana da böyle pençeler yakışır.
Hünkâr Köşkü’ne yakın beyaz bir yalının önünde yüzeye
çıktım. Sabah dinginliğinde keyif yapan iki hanım beni görünce başta biraz ürktüyseler
de hemen toparladılar. Palete kuvvet topukladım.
Çekeğe doğru aheste aheste giderken eski yalıları seyrettim
denizden. Kayıkhanelerinde kancabaşlar olurdu eskiden, şimdi yerlerinde yeller
esiyor. Kıyıda beni bekleyen adaşımla arabaya yürürken balıktan, balıkçılıktan
lafladık. Dalyandaki orkinos curcunasından, Çubuklu Burunbahçe’deki manyat
yerinden konuştuk ben malzememi çıkarırken. Ortak anıları paylaşmak güzel...
***
Elbisenin fermuarını açınca korktuğum başıma gelmedi.
Yoğuşan terin nemiymiş serinliğin kaynağı. Bu dalışı da olaysız atlattım
şükürler olsun.
Malzemeyi toparlarken şöyle bir baktım; bir tarafta caddeden
gelen geçen arabalar, bir tarafta boğaz, arada ben...
Hangi tarafa aidim acaba?
Biri göz önünde diğeri gözden uzakta iki dünyanın insanı
olmak biraz yorucu olsa da, her hafta sonu yaşadığım o arınma duygusunun
yanında yorgunluğun lafı bile edilmez.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder