Eskiden dalmaktan daha zordu çıkmak.
Malzemenin altın değerinde olduğu zamanlarda öyle ya da
böyle dalabilmek için mecruben bir şeylerden ödün verirdim...
Tüp ve regülatör tartışmasız öncelikliydi. İlk tüpümün ve
regülatörümün hikâyelerini sizlere daha önce anlatmıştım (bkz. Mümkünler alemi;
Güvenilir ve Zahmetsiz: MK10).
Dipten debelenmeden, ağırlık kemerimi atmadan çıkmamı mümkün kılan boyundan geçme sephiye dengeleyicinin hikâyesini anlatmaksa bu yazıya kısmetmiş...
Dipten debelenmeden, ağırlık kemerimi atmadan çıkmamı mümkün kılan boyundan geçme sephiye dengeleyicinin hikâyesini anlatmaksa bu yazıya kısmetmiş...
***
Size birazdan anlatacağım dalışı tamı tamına 5 Ekim 1991’de
yapmıştık.
Bunu çok iyi hatırlıyorum, çünkü Anna (Babaey) ile
Kınalıada’daki keyifli maceralar serisinin de ilk dalışıydı. Bu nedenle 1
numaralı dalış defterine özenle kaydetmiştim hiç bir ayrıntıyı atlamamaya
dikkat ederek.
O zaman ikimiz de çok gençtik, delidoluyduk. Saklamaya gerek
görmüyorum, maceraperest kaçıklardık. Haftasonu binbir türlü beladan kılpayı
kurtulup pazartesi günü kantinde maceralarımızı ballandıra ballandıra anlatmayı
severdik. Laf lafı açardı. Denizle boğuşmaktan keyif alırdık...
Bünyemiz kuvvetliydi. Zaten başka türlü katlanamazdık kıt
kanaat malzemeyle yaptığımız onca meşakkatli dalışa...
***
Gri bir gündü. Bulutlar ve deniz sözlemiş gibi aynı renk
giyinmişlerdi.
Böyle günlerde dalış çok güzeldir. Su daha ilk metrelerde
alacakaranlığa teslim olur. Hava yağışlı, deniz dalgalı olmadıkça gri
günlerdeki dalışlarda saf bir huzur vardır.
O gün Anna’yla ikimizin malzemesini toplasanız büyükçe bir
çantaya sığdırabilirdiniz. Ahtapotları olmayan iki
tane regülatör, iki takım
elbise, maske, şnorkel, palet, iki tane uyduruk bıçak, fenerler daha da
uyduruk, ışığının kendine hayrı yok; sol bileğimdeki G-Shock saatimle SOS marka
derinlik göstergem, bir de dekompresyon tablom...
Parayı denkleştiremeseydik tüp sırtlıklarını bile paslanmaz
hortum kelepçesinden ve eski ağırlık kemerlerinden yapmaya niyetlenmiştik.
Ağırlık kemerime inci gibi dizdiğim sekiz kilo kurşun bana
beş öğle yemeğine patlaşmıştı ya sağlık olsun...
Bugünün standartlarında bir çok ayrıntısı eksik olan
malzemelerimiz arasında sephiye (yüzerlik) dengeleyici yani “BC” bulunmaması o
gün için bile büyük bir eksikti ama ne yapalım yoktu işte...
Adam sen de keyfimiz gıcırdı ya çok şükür, insan başka ne
ister?
***
Boğazı terkettikten sonra Marmara’nın kuzeyine bir yelpaze
gibi açılan akıntının doğuya uzanan kolunu karşılayan ilk kara parçası
Kınalıada’dır. Güney kıyısından biraz açılıp 20 metre civarında bir derinliğe
geldiğimizde akıntının takviyesiyle kıyının selametinden tatlı tatlı
uzaklaşmaya başlamıştık.
Mesafe arttıkça havamız azalıyordu. Bugün orta suda
emniyetli dekompresyon yapmayı sağlayan makara-balon donanımı o zaman ne bende
ne de Anna’da vardı. Malzemecilerde dahi gördüğümü hatırlamıyorum.
Hazır aklıma gelmişken belirteyim ‘o zaman’ derken 80’leri
ve 90’ların başını kastediyorum...
Akıntıyla yol alırken ara sıra duraklıyor, ya örnek topluyor
ya da fotoğraf çekiyorduk. Denge yeleğimiz yoktu ama Nikonos V marka fotoğraf
makinemiz vardı!
En gerekli malzeme yoktu ama dipte yediğimiz her naneyi
görüntüleyecek imkâna sahiptik. Kafaya bak! Hey gidi günler...
***
Derinlik 40 metre civarındayken göz ucuyla havamı kontrol
ettim. 70 bar hava vardı tüpümde. Anna’nın durumu da benden farklı değildi. O
kadar az havayla akıntıya karşı geri dönemeyeceğimizi anlamak için uzun uzadıya
düşünmeye gerek yoktu. Palete kuvvet yükselmek zorundaydık. Artık nereden
çıkarsak...
Zamanımın çoğunu suda geçirdiğim için bacaklarım iyice
güçlenmişti. Hem salyangoza da fazla ağırlıkla
dalardık dipten kopmayalım diye.
Yukarı çıkarken tayfanın hortumu aheste aheste toplaması yüzerliği ayarlamaya
yeterliydi. Fakat Kınalıada’da dipten kurtulmaya çalışırken hortumcu tayfasının
desteği yoktu. Paletlerimi olanca gücümle çırparken altımda küçük bir oyuk
oluşmuştu. Gelgelelim kendimi bir türlü dipten kopartamıyordum. Ağırlık
kemerimi atıp serbest çıkış yapmaktan başka çarem kalmamıştı.
Anna’ya yaklaşıp ağırlık kemerinin tokasını açmam kaşla göz
arasında oldu bitti. Süzüle süzüle yükselirken yüzünü kaplayan şaşkın ifade
daha dün gibi gözümün önündedir, bir de dolu ellerine aldırmadan yaptığı el
işareti...
Vakit kaybetmeden kemerimi attım. Filesindeki örneklerin
ağırlığından ve ciğerlerini iyice boşalttığından bizimki iyice yavaşlamıştı ona
yetiştiğimde. Ağzında gevelediği regülatörden bildiği tüm küfürleri saydığını
anlamıştım.
Hem gülüyor hem de sövüp sayıyordu sessizce...
***
Öldürmeyen Allah öldürmezmiş! Bunu o gün iyice anladım.
Elimizden geldiğince yavaşlamaya çalışsak da şişe mantarı gibi çıkmıştık
karanlıktan aydınlığa. Bizimkinin sayıp sövmesi de dile gelmişti yüzeye çıkar
çıkmaz...
O söylene dursun ben katıla katıla gülüyordum. Önümdeki
balıkçı kayığına bakarken “hadi şu kaçan dekoyu yapalım...” dedim. Adanın
açığında çapari atan balıkçı Hızır gibi yetişmişti imdadımıza...
Alelacele çapa demirini attırdık. Hemen 3 metreye indik ve
ipe kene gibi yapıştık. Gerçi tabloya göre çok kısa bir dekoyu kaçırmış olsak
da tüplerimizde çok az bir hava kalıncaya kadar boşluğun içinde dakikalarca
bekledik. Bizimkinin artık ağzı kıpırdamıyordu, belli ki yukarıdayken hırsını
almıştı...
***
Malzemelerin ağırlığından kurtulup kayığın kıçüstüne
oturunca derin bir oh çektim. Anna yakama yapışmakta gecikmedi haliyle. Aynı
lafı tekrarladı durdu kıyıya kadar: “lan adi ne güzel çıkıyordum, niye söktün
kemerimi?”
Gülüştük birlikte. İkimiz de balıkçının orada ne aradığını
merak ediyorduk: “kabarcıklarımızı görüp merakından mı geldin?” diye sorduk.
“Yok...” dedi. Çaparinin başındayken kendi haline bırakmış kayığı. Aka aka
bizim çıktığımız yere kadar gelmiş koca denizde.
Nasip işte, daha yiyecek ekmeğimiz varmış...
***
O gri günden sonra daha bir süre sephiye dengeleyicim
olmadı. 50’lerde hatta 60’larda İtalyan kırmızı mercan dalgıçlarının yaptıkları
gibi naylon torbaya hava doldurup ağırlığımı hafifletmeyi bile düşündüm bir
ara. Yol yakınken vazgeçtim sonu belli olmayan bu fikirden. Ben yana yakıla
çözüm ararken rahmetli anneannemin yine tavanları boyatası geldi.
İlk tüpümün parasını evin tavanlarını boyayarak nasıl
kazandığımı size daha önce anlatmıştım (bkz. Mümkünler alemi). Yaptığım işin
rezaletinden rahmetli bu sefer işi bana vermemeye kararlıydı. Hatta çaktırmadan
ucuz yollu bir boyacı bile bulmuştu mahalleden. Tam anlaşmak üzereyken şansımı
deneyip fiyat kırdım...
Oldum olası pazarlık etmeyi beceremem, rahmetliyse cin
gibiydi. Ee savaş görmüş, yokluk çekmiş. Zaten ilk seferdeki rezaletimden de
ağzı yanmış. Tavan tavan pazarlık yaptı, bir sonraki tavanı bir öncekini santim
santim inceledikten sonra boyamama izin verdi. Gözlerinde katarakt olsa da
tavandaki her kusuru cam gibi görebilmişti...
Bir hafta boyunca çektiğim boyun ağrısını Allah düşmanıma
çektirmesin. Rahmetli son kontrolünü yaptıktan sonra boncuk işlemeli nine
cüzdanından 500.000 lirayı çıkarıp avucuma saydığında yorgunluktan bitmiştim. Sercan ağabeyin Şişhane Yokuşu’nda Saka İşhanı’ndaki
dükkânında beni bekleyen Tauchteam marka ‘denge önlüğü’mü almaya gidene kadar
sabahı iple çekmiştim...
***
Boyunduruğa benzeyen denge önlüğümün 200 bar basınçta dolan
yarım litrelik tüpü, önlüğü aşağı yukarı 10 defa şişirmeye yetiyordu. Zamanında
yedek hava kaynağı olarak kullandığım bile oldu. Önlüğün içindeki havayı solu,
kirlenince tahliye et ve tekrar temiz havayla şişir...
Doğaçlama kapalı devremle zamanında kaç kez ipin ucundan
döndüğümü Allah bilir. Bir seferinde oğlum Derin’e giydirdiğimde onun mama önlüğüne
benzediğini farkedince yüzerlik ayarlayıcının adı da ‘denge önlüğü’ olarak
kaldı.
On yıldan fazla kullandığım denge önlüğü çıkışı
kolaylaştırmakla kalmamış orta sudaki deko beklemelerine hissedilir bir konfor
getirmişti. En sonunda o da yoruldu ve yıprandı. 2002’den beri sakin bir
emekliliğin tadını çıkarıyor evdeki müzede.
Aynı dolabı paylaştığı teknik dalış dengeleyicilerimle fısır
fısır konuştuğunu duyarım bazen. Çılgın sahibinin
gençliğinde yaptığı delidolu
dalışları anlatır onlara, değişip değişmediğimi sorar...
“Değişmedi” der dolabın acemileri tuz kokan, rengi solmuş deneyimli
ihtiyara; “değişmedi, hâlâ hatırladığın gibi...”
***
Not: Bu yazının ana kurgusunu düşünmeye bolca zaman bulduğum
45 dakikalık dekompresyon sırasında arkadaşlığını esirgemeyen Vedat’a (Kürşün)
sevgilerimle...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder