Ne kadar pişsem de hâlâ denizin öğrencisi olduğumu bir kez
daha anladım.
İstediğiniz kadar deneyimli olduğunuzu, dalgıçlıkla alakalı
her bilgiyi yalayıp yuttuğunuzu iddia edin deniz bunları umursamaz. Her zaman
bir sürprizi vardır. Fırsatını bulur bulmaz yapacağını yapar, hizaya getirir
adamı.
Artık öğretmeyi mi sever yoksa iplerin daima kendisinde
olduğunu mu hatırlatmak ister bilinmez ya, her seferinde kendinizi acemi
hissetmenizi sağlamanın bir yolunu bulur.
Dur bakalım der hemen şımarma, daha ne gördün ki? Bende daha
ne numaralar var!
***
Bu sabah fena aldandım Beykoz’un sakinliğine...
Bunca yıldan sonra evimin bahçesinden farkı yok diye
düşünürdüm. Dipteki her taşı bildiğimi zannederdim: şurada kırık küpler, ötede
dalyanın devasa çapası, denizin geri vermediği ağ kalıntısı, midyelerle
kaplanmış klozeti görünce şişe döküntülerine yaklaştın demektir.
Koyun dibindeki nişanlar sayesinde hemen her şeyi elimle
koymuş gibi bulurum derindeki bahçemde gezinirken.
Orkozun kaldırdığı dip çamuru kristalin altına yayılınca, bu
sabah Beykoz’un dip suyunu sanki sis basmıştı. Her zaman az çok berrak olan
derin suda göz gözü görmüyordu.
Nereye gitti nişanlarım? Kerterizlerin hepsi sanki buhar
olup uçmuşlar! Bu sabah deniz hem karanlık hem de bulanık. 30 metre derinde
körlemesine gidiyorum. Dip suyunu bulandırmakla kalmamış akıntıyı da hissedilir
derecede hızlandırmış orkoz.
Gerçi Paşabahçe Koyu’nda biraz açığa çıktığınızda akıntı her
zaman kendisini hafifçe hissettirir. Koyda boğaz yüzeyden ve dipten daima
kuzeye doğru akar. Bazen koyun güneyinde İnciraltı çakarının önünden suya girip
kuzeye doğru sürüklenmeye bırakırım kendimi. Sahili seyrederek dalyana doğru
giderken canımın istediği yerde yüzdürücünün havasını boşaltır ve ortadan
kaybolurum.
Eğer kullanmayı bilirseniz koydaki akıntı bedava bir vasıta
gibi sizi istediğiniz yere götürür.
***
Su bulanık olunca boğazın derin karanlığı daha da kararır.
Berraklığını yitiren suda fener işe yaramaz. Ne kadar güçlü olduğu o kadar
önemli değil. Suda uçuşan parçacıklara çarpan ışık her seferinde geri yansır,
insanı kör eden parlak bir engel olur çıkar bulanık suda.
Bu sabah Beykoz’un dibinde yaşadıklarım böyle özetlenebilir.
Feneri söndürdüğümde daha rahat görebiliyordum. Pusulayı
neredeyse burnuma dayamış vaziyette geri dönerken eski avlardan kalma ağ
leşlerine takılmamak için pür dikkat etrafı kolaçan ediyordum. Ağa takılmak
berrak suda bile insana kâbus yaşatır, sis basmış derinliklerde başınıza ne
gelir varın siz düşünün...
***
30, 29, 28, 27, 26, 25... Karşıma ne ağ çıktı ne de eski
halat yığınları. Yol üzerindeki birkaç iri kıyım kayadan kılpayı sıyırmış
olmamın dışında sorun yok.
24, 23, 22, 21, 20, 19... Eski camların saçıldığı
derinlikteyim artık. Derinliği koruyarak iskeleye doğru giderken çevremi çok
net seçemesem de şişe aramaya devam ediyorum.
Bugün çok uzatmasam mı ne? Şimdiye kadar elim hiç boş
çıkmadım, öyle ya da böyle şansım hep yaver gitti. Ancak bu sabah filem hâlâ
boş. Artık kırık mırık bir şeyler bulsam iyi olur.
Beykoz bu sabah hem sabrımı hem de kısmetimi sınıyor
sanki...
***
Tam çıkmaya hazırlanıyordum ki önce küçük bir likör şişesi
buldum, sonra da bir tane mürekkep şişesi...
Adetimdir, çıkmaya karar verdiğimde eğer yeterli havam varsa
ilk şişeyi bulduktan sonra 5-10 dakika daha bakınırım. Bu seferde öyle yaptım.
Mürekkep şişesini bulduğum yerin yakınında geçmiş zamana ait o narin şişeyi
gördüm. Yarı yarıya kuma gömülmüştü. Tırmığı dikkatle taktım kırmamak için.
Fileye bile koymadım, çantaya özenle yerleştirdim.
Evde temizleyince orta çıktı hikâyesi: 1950’lerden kalma
“Necip Bey” marka losyon şişesi denizden aldığım bugünkü dersin hediyesiydi.
Hep öğreten deniz elim boş göndermemişti.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder