Bir sebepten dolayı çoook uzun yıllar önce denizin dibini
boylamış olan cam ya da seramik şişeleri dibin
keşmekeşinde arayıp bulmaya son
zamanlarda fena sardırdım.
Zamanında deniz biyolojisi öğrencisiyken deniz kabuklarını
toplar ve sınıflandırırdım. Deniz kabuklarının renkli dünyalarına hayran
olmakla beraber, bu koleksiyonun amacı denizlerimizde yaşayan kabuklu
hayvanların bir listesini çıkarmaktı. Fakülteden ayrılınca o iş de bitti.
Bilmem kaç metre derinden eski şişeleri toplamamın bambaşka
bir sebebi var...
***
Dipte bulduğunuz bir şişe hiç ummadığınız bir hikâyenin
başlangıcı olabilir!
Şişedeki hikâye anılardan bile çoktan silinmiş bir markanın
hikâyesi olabileceği gibi, bugün var olan ancak zamanla kabuk değiştirmiş bir
markanın zar zor hatırlanan geçmişini anlatabilir de...
Aslında dipte bulduğum hemen her eski şişe, İstanbulluların
vaktiyle tanışmak fırsatını buldukları bir markanın derinlere uzanan ipucudur.
Onlar İstanbul’un ‘batmış’ markalarıdır...
***
Açık konuşmak gerekirse bu şişe toplama hastalığını başıma
Osman (Yazla) ağabey sardı.
Bir gün Kızıltoprak’taki Marintek’in arka bahçesinde çayla
karışık muhabbet ediyorduk Osman ağabeyle. Çok geçmeden iki adım ötedeki
dükkânından zıpkıncı Emin de (Yiğitler) çıkageldi. Sizden iyi olmasınlar
ikisini de çok severim...
Dalış piyasasının eski kulağı kesikleriyle dostluğumuz
çoktan yirmi yılı devirdi...
Muhabbet koyulaştıkça koyulaştı, en sonunda döndü dolaştı ve
uzun süredir birlikte dalışa gitmediğimize geldi takıldı.
“Ahırkapı’ya gidelim” dedi Osman ağabey...
“Ne var ki orada?” diye sormuş bulundum...
Çayından bir fırt çektikten sonra “sürpriz olsun, gelirken
fileni getirmeyi sakın unutma!” diyerek sözünü bitirdi.
***
Konuşmamızdan bir kaç gün sonra pazar sabahı daha gün aydınlanmadan
yine Marintek’in orada buluştuk Osman ağabeyle.
Tüp hariç tüm malzemeyi getirmiştim. Ahırkapı dalışı için on
tane 12 litrelik tüpü imanına kadar doldurmuştu ihtiyar. İki dalış kafa başına
iki tüp eder. Belli ki birileri daha gelecekti. Minibüsü yükler yüklemez yola
çıktık.
Ahırkapı sahiline parkettiğimizde güneş doğuyordu. Eski bir
servis minibüsünden bozma çayocağından sabahın ilk demli çayları geldiğinde
Cenk’le Serdar yanımıza parketmişlerdi çoktan...
Her zaman söylerim arkadaşsız dalışın pek tadı yoktur diye.
Ara sıra derinde bir başıma kalmak istesem de dostlarla paylaşılan dalış
keyfini hiçbir şeye değişmem. Sizlere bu yazıda Cenk’le Serdar’ı uzun uzadıya
anlatmak isterdim. Ancak asıl konu olan eski şişelerden sapmamak için bunu bir
başka zamana bırakıyorum. Umarım alınmazlar...
***
Çaylı poğaçalı kahvaltımız biter bitmez hazırlanmaya
giriştik. O zamanlar daha malzememi yenilememiştim. Eski elbisem, eski denge
yeleğim, emektar Scubapro MK-10 regülatörüm... Birkaç sene önce satın aldığım
Ikelite fener ve Sea&Sea 860G fotoğraf makinesi haricinde en yeni malzemem
en az on yaşındaydı.
Geçmiş zamana yapılacak bir yolculuğun ruhuna fazlasıyla
uygundu üzerimdeki eskiler. Ne de olsa şişe dalışı da bir bakıma eskileri
toplamaktır yeniden hatırlansınlar diye...
Hazır yeri gelmişken sizlere şişe dalışının ne olduğundan
kısaca bahsetmek istiyorum. Dünyanın farklı
yerlerinde dalgıçları cezbeden
keyifli bir uğraştır şişe dalışı. İlla ki şurada yapılmalıdır diye bir
sınırlaması da yok! Deniz, göl ya da akarsuda, derinde ya da sığda kolaylıkla
uygulanabilir.
Aslında işin temelinde insanların asırlardır değişmeyen bir
alışkanlığı yatıyor: içip bitirdiysen, içindekini yiyip yuttuysan, artık işine
yaramıyorsa elindeki şişeyi, kavanozu, vs.’yi at denize gitsin. Deniz yoksa göl
de olur dere de...
Mutlaka bir gemi enkazına dalmanıza gerek yok; hamallar
eskiden de suya birşeyler düşürürlerdi, vinçlerin halatları eskiden beri
kopmakta tıpkı bugün olduğu gibi...
Öyle ya da böyle şişeler eskiden beri denizin dibini
boyluyorlar. Aradan zaman geçtikçe geçmişin çöpü bugünün kıymetlisi
oluveriyor...
***
Giyinip kuşanma işini bitirdikten sonra Osman ağabey dalış
planımızı hızla anlattı ve sonra cumburlop suya
Hâlâ keyifle sakladığım ilk şişemi o yığının arasından bulup
çıkardığımda suyla karışık bir “hass...” diyip Osman ağabeye yöneldim
ganimetimle. Maskesinin ardındaki gözleri pis pis sırıtıyordu...
Ahırkapı’daki ilk dalışı 2008'in haziran ayında yapmıştık. O gün ve o günden
sonraki kırk küsür dalışta daha bir sürü güzel şişe buldum aynı yerde ve yakınlarında...
Önceleri ganimetimi zaman geçirmeden temizler ve vitrine
dizerdim. Bugün bile tepem birşeylere attığında vitrinin önündeki koltuğa boylu
boyunca uzanır koleksiyonumu seyreder ve rahatlarım. İkibuçuk yaşındaki oğlum
Derin’e masallar uydurmama gerek kalmaz onları nasıl bulduğumu anlatırken...
***
Gel zaman git zaman evde o kadar çok şişe birikti ki bir
süreliğine toplamamaya karar verdim. Kırılgan
koleksiyonu derinlemesine
incelemenin zamanı gelmişti en sonunda.
Şişelerime yakından baktıkça yüzeylerine kazınmış
hikâyelerde ortaya çıkmaya başlamıştı. Ahırkapı camlarının arasında neler vardı neler...
Hayatımı kazanmak için yaptığım işi -metin yazarlığı- belki de ilk kez sevebilmemi sağladı İstanbul’un ‘batmış’ markaları...
Hayatımı kazanmak için yaptığım işi -metin yazarlığı- belki de ilk kez sevebilmemi sağladı İstanbul’un ‘batmış’ markaları...
İnsanları sahip olduklarıyla yetinmemeye teşvik eden, tüketim ateşini kaleminin mürekkebiyle besleyen bir metin yazarının çoktan gelip geçmiş markaların büyüsüne kapılması benden başka kaç meslekdaşımın başına gelmiştir acaba?
Denizin dibinde hep iyilik geldi başıma. İşimin kıyıcı doğasına direnme gücüm de yine derin karanlığın hediyesi...
***
Gün geldi Ahırkapı’nın dışında da şişe aramaya başladım. Hem Osmanlı hem de
Cumhuriyet döneminin ilk cam ocaklarının tüttüğü Beykoz ve Paşabahçe'nin açıkları kısa sürede meyvelerini verdi.
Geçmişi onsekizinci yüzyıla kadar giden Beykoz cam
atölyeleri, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk modern cam fabrikası olan Şişecam’ın
Paşabahçe fabrikası, aslan sütünün şişelendiği Beykoz Rakı Fabrikası, bir
zamanlar koyun kenarında sıralanmış olan irili ufaklı cam atölyeleri, kesme
kristal işlikleri...
Sonra yalılar vardı sahil boyunca. Asırlardır boğazı izleyen
sessiz tanıklardı onlar. Orada yaşayanlar kimbilir neleri fırlatıp atmışlardı
önlerinden akıp giden kadim suya?
Öfkeli, efkârlı, aşk dolu, çakırkeyif anların derin bir ooof
çektikten sonra dibi boylamış izlerini birer ikişer bulmaya başlayınca şişe
dalışları da haliyle Ahırkapı’dan epey kuzeye kaydı...
Anadolu Hisarı’yla Kanlıca Koyu arasında Lacivert
Restrorant’ın az açığında akıntıyla cebelleşirken bulduğum bir kavanoz olmasaydı, bir zamanlar İstanbul’da “Sevimli” marka reçeller satıldığını belki de hiç öğrenemezdim.
Kızılay maden suları ve SEK sütün kimbilir hangi ustanın
elinden çıkma kabartma markalı şişelerinin işçiliği ve ayrıntıları, aynı markaların günümüzde üretilen boya baskılı şişeleriyle kıyaslanamaz. Bu nadide parçaları Beykoz’un az yukarısında Hünkâr Köşkü’nün yakınında gezinirken bulmuştum.
1900’lerin başında hayatımıza giren “Akif Bey Çamaşır
Suyu”nun cam şişesi de günümüzde artık yok. Bir pazar sabahı Beykoz vapur iskelesinden açığa doğru aheste aheste giderken 20 metre civarında bulduğum şişenin üzerindeki fesli ve palabıyıklı Akif Bey’i eskiden bakkal raflarında dizili duran plastik şişelerin üzerindeki etiketten belki hatırlarsınız. (Son cümle 30 yaş ve üstü için söylenmiştir.)
***
Eski camların her biri ayrı bir kişilik sergiler. Aynı
kullanım amacı için yapılmış olan şişelerin biri diğerinden farklıdır çoğu
zaman. Kimi yamuktur, kiminin cidarı kabarcıktan geçilmez. Ateşe şekil veren
ustanın soluğu hapsolmuştur her kabarcıkta...
İnsanın yerini makineler aldıkça şişeler kişiliklerini
yitirdiler. Tıpkı modern insan gibi...
Artık bazı şişeleri denizden çıkardığım halleriyle
saklıyorum. Sonuçta deniz de çaba harcıyor şişelerin üzerini
yaşamla
kaplarken...
Zaten ustanın emeği denizinkiyle birleşince hikâye daha da
güzelleşiyor...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder